Yazan: E. Fuat Keyman [1]
2000’li yıllar, özellikle de son on yılda, küreselleşme ve demokrasi alanında yaşadığımız gelişmeler, ülkeler ve küresel ölçekte, geleceğe güvenle bakamadığımız, belirsizlik ve risklerle dolu bir döneme girdiğimizi gösteriyor. Küreseleşmenin “çoklu krizi”nden, “küresel türbülans”tan, eskinin öldüğü ama yeninin doğmadığı bir “risk dünyası”ndan konuşuyoruz. 2001’de yaşadığımız terör; 2008’den bugüne süren ekonomik kriz; 2010’da büyük umutlarla başlayan Arap Baharı’nın yaşadığımız göç ve özellikle mülteci sorunlarıyla “trajedi”ye dönüşmesi; küresel ısınma; Covid19 ve pandemi; küresel işsizlik ve fakirlik; farklılıklara karşı şiddet, ırkçılık, ve ötekileştirme; korku, kaygı, paranoya; her biri ve hepsi, küresel düzeyde yaşadığımız çoklu krizin ve türbülansın kurucu unsurları.
Bu süreç içinde 2010’lu yıllar aynı zamanda, “demokrasiden sapma”, “otoriter demokrasi”, “hibrid rejim”, “illiberal demokrasi”, “rekabetçi otoriterlik”, “yasal otokrasi”, “populizm” ya da” sağ populizm”, “demokratik yavaşlama”, “demokrasinin ölümü” v.b terimler ve kavramlar içinde tartıştığımız demokrasi krizine ve toplum yönetiminde otoriterlik tercihinin güçlenmesine sahne oldu. Amerika’dan Macaristan’a ve Polonya’ya, Türkiye’den Rusya’ya, Hindistan’dan Brezilya’ya, ve diğer benzer ülke örneklerine kadar uzanan geniş bir alanda, “güçlü ve otoriter liderler dönemi” dediğimiz demokrasiden sapma sürecine şahit olduk.
“Siyaset bilimi alanına ve diline giren hibrid rejim kavramını anlatan ve örnekleyen ülkeler içinde Türkiye ön sıralarda yer aldı.”
Demokrasi sadece ülke örneklerinde değil, küresel ölçekte de durgunluğa, hatta krize girdi; temsili demokrasi kurumları olan siyasi partiler ve seçimler güç kaybettiler; liderler kendi partilerinden daha önemli bir konuma soyundular; siyaset ve toplum yönetimi güçlü liderlere indirgendi ya da güçlü liderler etrafında şekillenmeye başladı; seçimle başa gelip otoriter yönetim tarzını uygulamaya sokan hibrid rejimlerin ve otoriter rejimlerin sayılarında hızla artış oldu. Örneğin ülkemiz, Türkiye ve AK Parti Hükümeti, ve de en son olarak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve Cumhur İttifakı temelinde uygulamaya sokulan “yürütmeci başkanlığa” dayalı ülke yönetimi, uluslararası endeks çalışmalarında ve akademik-kamusal tartışma ve çalışmalarda, hem hibrid rejime dönüşme hem de en güçlü ve hızlı demokrasiden sapma örneği olarak gösterildi. Siyaset bilimi alanına ve diline giren hibrid rejim kavramını anlatan ve örnekleyen ülkeler içinde Türkiye ön sıralarda yer aldı. Türkiye üzerine ilgi ve yapılan çalışmalar içinde, demokrasiden sapma ve hibrid rejime geçiş sorusunun odak noktası olduğunu görüyoruz.
Bununla birlikte, 2020’de başlayan COVİD19 ve pandeminin yarattığı sağlık, ekonomi, iklim ve temel ihtiyaçlar alanındaki sorunlar, yerel-ulusal-bölgesel-küresel ölçekte ciddi boyutlara ulaşmış işsizlik ve eşitsizlik sorunlarıyla birleşince, demokrasi alanında paralel iki gelişme birlikte yaşanmaya başlandı. Bir taraftan, otoriterleşme ve hibrid rejim örneklerinin artarak devam ettiğini gözlemliyoruz; diğer taraftansa, Amerika, sonrası Kanada, Almanya ve Çekya seçimlerinde gördüğümüz gibi demokrasiden sapmış ülkelerde var olan liderlerin ya da hükümetlerin seçimleri kaybettiğini ve muhalefetin seçimleri kazandığını görüyoruz. Bu paralel gelişme, sadece “güçlü liderlerler ve rekabetçi otoriter yönetimler seçimleri kaybediyor mu?” sorusunu değil, aynı zamanda “yeniden demokratikleşme olasılığı güçleniyor mu?” tartışmasını da gündeme getirdi. Macaristan, Brezilya ve Türkiye’de seçim ortamının olması da, yeniden demokratikleşme tartışmasının yaygınlaşmasına neden oldu.
Son dönemde yapılan seçimler içinde ve yeniden demokrasi tartışması genelinde en önemli referans noktalarından birinin de iklim, daha doğrusu iklim-istihdam ve iklim-demokrasi ilişkileri olduğunu söyleyebiliriz. Küresel ısınma ve iklim değişikliği sorunları yaşayan küreselleşen dünyada, diğer bir deyişle, “ısınan dünya”da, salgından (yangın, sel, kuraklık, aşırı sıcaklık v.b) doğal afetlere uzanan geniş alanda yaşanan sorunların ve meydan okumaların temel nedenlerinden biri olarak “iklim” alanındaki risklerin görülmesi, bu alanın sadece gündeme taşınmasını değil, toplum yönetiminin merkezi konularından biri olmasını da ortaya çıkarttı. Avrupa ve Avrupa Birliği’nde “Yeşil Mutabakat”ın bağlayıcı ve yaptırım gücü olan bir belge olarak kabul edilmesi; Glasgow’da yapılan COP26 İklim Zirvesi’nde, küresel ısınmayı Paris Anlaşmasının uygulanmaya sokulması temelinde 1,5 derecede tutma ve 2050 de emisyonları sıfırlama kararlarının alınması; ve G20 Zirvesinde, küresel yönetişim içinde iklimi, güvenlik-ekonomi-demokrasi üçgenine ekleme iradesi, tüm sorunlara rağmen, önemli ve oyun değiştirici nitelikteydi. İklim, demokrasiyi düşünme ve yeniden demokratikleşme tartışmasının kurucu unsurlarından biri oldu.
Böyle bir çerçevede, aşırı kalkınmacı ve kalkınmacılığı kömürden inşaata endeksleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan ve yürütmeye dayalı başkanlık sistemi, Paris Anlaşmasını imzaladı ve Meclisinden geçirdi. Bu bağlamda, seçim sürecine girmiş Türkiye’de de, iklim yeniden demokratikleşme tartışmasının önemli bir unsuru oldu: demokrasi-iklim ilişkisi akademik ve kamusal tartışmanın önemli bir sorusu konumuna geldi.
Demokrasi çalışması
Demokrasi, akademik alanda, uzun yıllar, her birinde üç ayak olan ikili bir çerçevede çalışıldı ve tartışıldı. Bir çalışma tarzı, “Demokrasinin Pekişmesi (konsalidasyonu)” ana teması içinde demokrasiyi üç aşamadan geçen bir yönetim tarzı olarak gördü. Bu temelde, “demokrasiye geçiş” (özgür ve adil seçimler ve muhalefetin seçim kazanarak ülkeyi yönetme şansının iktidar partisiyle birlikte yüzde 50 olması); “demokrasinin pekişmesi” (haklar ve özgürlüklerin güvence altına alınması, canlı sivil toplum, müzakereye dayalı sorun ve çatışma çözümü, ve kurumsal olarak güçlü bir hukuk ve ekonomi sistemi); ve “demokrasinin derinleşmesi” (hakların grup haklarına doğru genişlemesi) aşamaları içinde demokrasi çalışmasını ve tartışmasını yürüttü. Bu çalışma içinde, örneğin Türkiye, demokrasiye 1945-50 döneminde geçmiş ama demokrasisini pekiştirmede başarısız olmuş bir ülkedir. İspanya, Portekiz, Yunanistan geçiş süreçlerini 1970’lerde; Latin Amerika ülkeleri 1980’ler ve 90’larda; Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri 1990 sonrası dönemde yaşadılar. Tüm bu ülkelerde, son yıllarda yapılan demokrasi çalışmalarına baktığımız zaman, küresel ısınma ve iklim değişikliği sorunlarının ve iklim-demokrasi ilişkisinin demokrasinin pekişmesi ve derinleşmesi tartışmalarında gündeme geldiğini görüyoruz.
Demokrasiyi, aynı zamanda, “demokrasinin kurumsallaştırılması” (etkili denge ve denetleme sistemi, hukukun bağımsızlığı ve tarafsızlığı, yönetim kurumlarının bağımsızlığı, anayasal demokrasi); “demokrasinin uygulamaya sokulması” (kanunlar, yönetmelikler, yönetim normları ve bu yolla hükümet-muhalefet-yerel yönetimler-sivil toplum-kimlikler/vatandaşlar ilişkilerinin düzenlenmesi); ve “demokrasinin içselleştirilmesi” (müzakere, birlikte yaşama, genel güven, sosyal sermaye temelli siyasi kültür) üçlü ayak içinde de çalışılabilir. Bu üçlü ayak, demokrasinin pekişmesi çalışmasında da yer alır. İklim-demokrasi ilişkisinin önemini, özellikle uygulama ve içselleştirme ayakları içinde görüyoruz.
Demokrasiden sapma çalışması ise, bu iki çalışma alanına ek olarak son dönemde çıkmış ve popüler hale gelmiştir. Demokrasilerin içinin boşaltılmasından demokrasilerin nasıl öldüğü tartışmalarına kadar uzanan geniş bir yelpazede yapılan demokrasiden sapma çalışmaları ve tartışmaları için odak noktası ya da temel soru “demokrasi içinde otoriterleşme” olmuştur. Bu tartışmalarda da iklim, giderek önem kazanan bir konuma gelmiştir.
Demokrasi-iklim ilişkisi bağlamında küreselleşen dünya ve Türkiye için bu saptamaları yapabiliriz. Aşağıda, bu bağlantıyı, iki bölümde inceyeceğim. İlk önce demokrasi sorusuna (kurumsallaşma ve uygulama), sonra da birlikte yaşama sorusuna (içselleştirme) eğilerek, bu iklimin demokrasi için önemini vurgulayacağım.
Türkiye’de Demokrasi: pekişme yenilgisi ve sapma tercihi [2]
1923 yılından günümüze Türkiye’nin yaşadığı çok boyutlu, çok yönlü ve karmaşık dönüşümünde birbiriyle ilişkili ve eş zamanlı beş süreçten bahsedebiliriz. Bu süreçler (1) 1923’ten günümüze modernleşme, (2) 1945’den günümüze demokratikleşme, (3) 1980’den günümüze küreselleşme, (4) 2000’li yıllardan günümüze AB’ye entegrasyon sürecinde Avrupalılaşma ve (5) 2015’ten günümüze demokrasinin gerilemesi olarak tanımlanabilir.
Tüm bu dönemlerde yaşanan kırılımlara, ekonomik, sosyal ve siyasi sorunlara, risklere ve çıkmaza rağmen Türkiye, modernleşme, küreselleşme ve Avrupalılaşma hususunda belli oranda başarılı olmuştur. Fakat, belirttiğimiz gibi, yetmiş yıl önce ve kendine benzer durumdaki ülkelerden çok önce demokrasiye geçiş sürecini yaşayan Türkiye, ikinci ve önemli evre olan “demokrasinin pekişmesi” temelinde sürekli başarısızlıklar yaşamıştır. Dahası, bu başarısızlık durumu, zamanla belli bir yere kadar beşinci süreç olan demokrasinin gerilemesine ya da demokrasiden sapmaya zemin hazırlamıştır.
İlk süreç olan modernleşmeden başlarsak, Cumhuriyetin kuruluş sürecinde birincil amaç, bağımsız bir ulus-devletin yaratılması, sanayileşmenin teşvik edilmesi ve laik bir devletin inşası gibi siyasi, ekonomik ve ideolojik ön koşulları tesis ederek çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmaktır. Bu erken Cumhuriyet döneminde modernleşme yolunda kurumsal yönetim yapısının oluşturulması ve kültürel atılımların yapılması, Türkiye’yi hızlıca daha güvenli ve daha güçlü kılmak için gerekli görülmüştür.
Fakat, çağdaşlaşma ve batılılaşma söylemiyle çerçevelenen devlet merkezli toplumsal modernleşmenin bu ilk evresinde, Türkiye’nin hızlı dönüşümünde, demokrasiye referans eksik kalmış, demokratikleşme olmadan modernleşme gerçekleşmiştir.
Türkiye’nin demokratikleşme sürecine girişiyse, Huntington’ın 2. demokratikleşme dalgası olarak tanımladığı 1943-1962 yılları arasında, Güney Avrupa, Latin Amerika, Asya ve Doğu Avrupa’daki birçok ülkeden erken dönemde gerçekleşmiştir. Bir rejimin demokrasi olarak adlandırılması için gerekli ön şartlar olan; düzenli olarak gerçekleşen hür ve adil seçimler, çok partili rekabet, otonom muhalefet ve güçler ayrılığı ilkeleri bu geçiş döneminde hayata geçirilmiştir. Türkiye, geçiş dönemini 1945’te yaşamaya başlamıştır.
Yine de, Türkiye’de de modernleşme süreci içinde demokrasi yolculuğu doğrusal olamamış, demokratikleşme adımlarını her on yılda bir gerçekleşen askeri darbelerle sonuçlanan ters dalgalar izlemiş; her ne kadar demokrasiye geçiş unsurları sağlansa da demokrasinin sağlamlaşması eksik kalmıştır. Bu anlamda Modern Türkiye’nin tarihi, demokratikleşme ile otoriterleşme olasılığı arasında tekrar eden bir şekilde sallanan bir sarkaç olarak tasvir edilebilir.
1980’lerden ve özellikle 1990’lardan itibaren modernleşme süreçleri üçüncü geçiş olarak tasvir ettiğimiz küreselleşme süreci ile birleşmiş; ekonomi, kültür ve siyasette dönüşüme sebep olmuş, serbest piyasa rasyonalitesi ve kimlik söylemleri güç ve popülerlik kazanmış ve küreselleşme Türkiye’de giderek siyasetin odak noktası olmuştur. Zaman içinde serbest piyasanın ve neoliberal düşüncenin artan egemenliği, kimlik politikalarının yeniden canlanması ve proaktif dış politikanın oluşumu, Türkiye’nin özellikleri haline gelmiştir.
Dördüncü olarak, AB’ye uyum sürecinde Türkiye’de demokratik ve anayasal bir reform süreci başlamış ve uygulanmaya konmuş; “AB çıpası” ile Türkiye bir dönüşüm süreci yaşamıştır. Bu süreçte istikrar, sosyal uyum ve barışı sürdürülebilir hale getirerek modernleşmenin demokratikleşme ile taçlanabileceği ve demokrasinin “kasabadaki tek oyun” haline gelebileceği beklentisi artmıştır. Avrupalılaşma, modernleşme ile eşanlamlı hale gelmiş ve Türkiye, siyasi çıkmazlar ve şiddetli kutuplaşma yerine yüzünü demokrasiye ve denge denetleme sistemini güçlendirmeye dönmüştür.
2010’lu yılların ilk yarısına geldiğimizdeyse, Türkiye’nin demokratikleşme sürecine ilişkin en önemli soru, iktidar partisi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın güçlü lider olarak, 2000’lerin tamamlanmamış demokratik konsolidasyon evresine devam edip etmeyeceği olmuştur. Özellikle 2015 yılından sonra gördük ki; bu seçim, demokrasiden yana olamamıştır. Bu dönemde, yürütmenin gücü yargı ve yasama aleyhine genişlemiş; kurumlar arası yatay kontroller azaltılmış; siyasi haklar ve sivil özgürlükler zedelenmiştir. Özellikle, AK Parti’nin yürütme, yasama, yargı, medya üzerine gücünü artırması, zayıf muhalefet, kurumların dönüştürücü kapasitesinin olmaması ve denge ve denetleme sisteminin zayıflığı da demokrasinin gerilemesini hızlandırmıştır.
Türkiye’de demokrasinin araçsallaştırılması, basın, ifade, örgütlenme özgürlüğünde geri gidiş, insan hakları ve hukukun üstünlüğüne karşı ihlallerle bu dönemde daha görünür hale gelmiştir. Freedom House’un Dünyada Özgürlük Endeksi’nde siyasi hak ve sivil özgürlükler kategorilerinde zayıflayan performansı sebebiyle Türkiye, 2018 yılı itibariyle “özgür olmayan” ülke ve bölgeler kategorisine girmiş; Economist Intelligence Unit’in Demokrasi Endeksinde “hibrit rejim” kategorisine gerilemiş; V-Dem Enstitüsünün 2021’deki Liberal Demokrasi Endeksinde en alt yüzde 20’lik dilimde yer alarak “seçimli otoriter” ülkeler arasında sıralanmıştır.
“Bu yüz yılın muhasebesini yaparken, Türkiye’de modernleşme sürecinde demokrasiye geçişe rağmen konsolidasyonun yaşanamamasında dört faktörün önemli olduğunu düşünüyoruz.”
Bu yüzyılın muhasebesini yaparken, Türkiye’de modernleşme sürecinde demokrasiye geçişe rağmen konsolidasyonun yaşanamamasında dört faktörün önemli olduğunu düşünüyoruz. Öncelikle, devlet seçkinlerinin sivil hükümet üzerinde gözetim gücüne sahip olduğu bir vesayet sistemi kurmaları, 1960-2016 yılları arasında sarkacın ibresinin demokrasiden tekrar tekrar sapmasına sebep olmuş ve 2015 yılı sonrası yeni kurulan başkanlık sistemi ile yaşanan kurumsal erozyonla bu geri gidiş, rejimin bir tanımı olmaya başlamıştır. Türkiye’nin kırılgan demokrasisi, tekrarlayan darbeler ve rejimin çöküşüyle kesintiye uğramış; siyasi ve ekonomik seçkinler tarafından içselleştirilmek yerine araçsallaştırılmış; askerlerin, yargı ve/veya devlet bürokrasisinin, seçilmiş sivil hükümetin faaliyetlerini denetlediği bir “vesayet demokrasisi” olarak işlemiştir.
İkincisi, hükümetlerin seçimleri kazanmak için başvurduğu kayırmacı ve popülist söylemleri, ekonomiyi, modernleşmeyi ve toplumsal güveni, özellikle kriz zamanlarında kırılgan hale getirmiştir.
Üçüncüsü, muhalefet partilerinin ve sivil toplumun devlet merkezli kontrolü; katılımı ve aktif/eşit vatandaşlığı zayıflatarak, kimlik siyasetinin güç kazanmasına ve kutuplaşmaya yol açmıştır.
Son faktörse, AK Parti’nin (1) dönüşüm değil hegemonyaya öncelik vermesi, (2) çok partili parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçişi ve yürütmenin güç aşımı, (3) lidere mutlak sadakati ve (4) kuvvetler ayrılığı, yargı ve yönetim kurumlarının bağımsızlığı, liyakat ve âdemi merkeziyetçilik yerine merkezi yönetime öncelik vermesidir.
“Özellikle son 20 yılda, genellikle usulüne uygun olarak seçilen hükümetlerin, zamanla ve aşamalı olarak demokrasinin kurum, kural ve normlarını aşındırması şeklinde tanımlanan demokrasinin gerilemesine örnek ülkelerden birisi de Türkiye’dir.”
Kısacası, Türkiye’de demokrasinin konsolidasyonunun başarısızlığını gösteren son olay, kurumsal erozyon ve şiddetli kutuplaşma yoluyla demokrasiden sapma ve demokratik gerileme olmuştur. Bu anlamda, küresel olarak demokrasinin yaşadığı krizden, Türkiye azade kalmamaktadır. Özellikle son 20 yılda, genellikle usulüne uygun olarak seçilen hükümetlerin, zamanla ve aşamalı olarak demokrasinin kurum, kural ve normlarını aşındırması şeklinde tanımlanan demokrasinin gerilemesine örnek ülkelerden birisi de Türkiye’dir.
Türkiye, kurumsallaşma ve uygulama alanlarında demokrasisini pekiştirememiş, siyasi kültür olarak içselleştirememiş, bu anlamda da, kimlikler siyasetine savrulmuş ve yıkıcı kutuplaşma sorunu yaşayan bir ülke olmuştur. Dahası, son dönemde yaşadığımız demokrasiden sapma ve otoriterleşme dalgasının bir örneği olarak, demokrasinin ne kadar kırılgan olabileceğini de bize göstermiştir.
Bununla birlikte, başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere, kilit kentlerin çoğunu iktidarın kaybetmesi ve muhalefetin kazanmasıyla sonuçlanan 2019 Yerel Yönetim Seçimlerinden; ekonomik sorunların ciddi noktaya ulaşmasından, ve AK Parti ekosistemi içinde yaşanan kırılmalardan DEVA Partisi ve Gelecek Partisinin kurulmasıyla güçlenen muhalefet alanı, Türkiye’de de yeniden demokratikleşme ya da demokratik geri dönüşün mümkün olduğu düşüncesini güçlendirmiştir. Muhalefet, artık CHP-İYİ Parti ve Saadet Partisinden oluşan Millet İttifakı ve DEVA, Gelecek, HDP’den oluşan dinamik bir yapıya sahiptir. Muhalefet kent yönetimde başarısı bir performans sergilemekte; sivil toplum ve aktivizm canlanmaktadır. Tüm bu gelişmelerde iklim alanı ve iklim-demokrasi ekseni önemli bir rol oynamaktadır. İçişleri Bakanlığı’nın Yeşiller Partisi’nin kuruluşuna yaklaşık bir yıldır engel olması, bu bağlamda, üzerinde durulması gereken önemli bir unsurdur.
İklim, muhalefetin seslendirdiği “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” ve “Ekonomi’de Reform” çalışmalarının da önemli bir ayağını oluşturmalıdır.
Birlikte Yaşamak: eşit vatandaşlık ve yaşamdaşlık
Demokrasi-iklim bağlantısının en önemli boyutlarından biri, hem devlet-toplum/birey arasında, hem de toplum içinde yaşanan ilişkilerde “demokrasinin içselleştirilmesi” ve birlikte yaşama kültürünün güçlendirilmesidir.
Bu bağlamda kritik öneme sahip üç noktanın altını çizmek istiyorum:
Birincisi, demokrasinin içselleştirilmesi ancak toplumsal uyum, toplumsal birlik, adalet ve eşitlik gibi konuları ve daha genel düzeyde birlikte yaşama kültürünü, “farklılıklar içinde birlikte yaşama” ilkesi içinde düşündüğümüz zaman mümkün olacaktır. Çeşitlilik içinde birlik; farklılıklar içinde birlikte yaşamak; ve sosyal sermaye yoluyla toplumsal uyum için çalışarak demokrasiyi içselleştirebilir ve demokratik normlar temelinde brlikte yaşama kültürünü güçlendirebiliriz;
İkincisi, demokrasinin içselleştirilmesi ancak hem anlayış hem uygulama içinde “eşit vatandaşlık” ilkesi temelinde devlet-toplum/birey/kimlik ilişkisinin düzenlenmesiyle mümkün olacaktır. Kardeşlik, hemşehrilik, etle-tırnak vb göndermeler yerine, (a) farklı bireylere ve kimliklere ve farklılıklar içinde tüm kesimlere devletin anlayış ve uygulama içinde ve hukuksal temelde eşit vatandaşlar olarak yaklaşmasıyla; ve (b) toplum içi ilişkilerde birbirimizi eşit vatandaşlar olarak görmemizle demokrasinin içselleştirilmesi mümkün olacaktır. Eşit vatandaşlık, demokrasinin içselleştirilmesinin ve yeniden demokratikleşme olasılığının ön koşulu olaral görülmeli ve uygulamaya sokulmalıdır;
Üçüncüsü, ki bu noktada demokrasi-iklim ilişkisinin niye önemle ele alınması gerektiği ortaya net olarak çıkacaktır-, bugünün ve yarının dünyasında demokrasinin içselleştirilmesinin ve yeniden demokratikleşme olasılığının çok önemli bir boyutunun, farklılıklar içinde birlikte yaşama ve eşit vatandaşlık ilkelerinin, Türker Kılıç’ın kavramıyla, “yaşamdaşlık” anlayışıyla birleşmesi ya da eklemlenmesi olduğunu vurgulamalıyız. İlk iki ilke, çok önemli olmakla birlikte, “insan odaklı” düşünülmüş ve kavramsallaştırılmıştır. Her ikisi de, haklar ve özgürlükler alanında insan odaklı bir dil kullanmaktadır. Halbuki, demokrasinin içselleştirlmesi; insan odaklı anlayış ve dilden çıkmayı; tüm canlıları, doğayı, gezegeni, farklılıkları ve çeşitliliği içinde ele alan bir yaklaşımı; dolayısıyla, “yaşam” ve “yaşamdaşlık” anlayışına sahip olmayı gerekli kılmaktadır.
Bu noktayı, Kılıç’ın çalışmasına odaklanarak detaylandırmak ve açımlamak istiyorum. [3]
Son yıllarda okuduğum ve öğrendiğim en önemli ve ufuk açıcı kitaplardan biri de,Türker Kılıç’ın, Yeni Bilim: BAĞLANTISALLIK, Yeni Kültür: YAŞAMDAŞLIK kitabından bahsediyorum (1). Kılıç, beyin cerrahisi hocası, ama aynı zamanda tıp ve bilim eğitimi konularında çalışıyor. Çalışma, -ki beyin ve beyin nasıl zihin üretiyor üzerine de çok önemli bilgileri içeriyor-, bağlantılı iki kısımdan oluşuyor. İlk kısımda, bilim, yöntem, bilgi kuramı alanında, benim de yakın olduğum, “bağlantısallık”, ya da Kılıç’ın terminolojisiyle, “bağlantısallık bütünsellik” yaklaşımını tanıtıyor ve geliştiriyor. Benim de akademik gelişmeme ve toplumu ve dünyayı anlama çabama çok katkı vermiş olan Spinoza ve Mevlana felsefesine referanslar içinde “yaşamı, bütün çeşitliliği içinde bilgi işleme merkezi” olarak alıyor ve çeşitlilik içindeki bağlantıları araştırıyor. Sadece bütünden parçaya ya da parçadan bütüne gitmek yerine, ikisi ve farlılıklar arasındaki bağlantısallığın araştırılmasına, dolayısıyla bağlantısal bütünsellik yöntemiyle “anlama, açıklama, ve dönüşme” süreçlerine yaklaşmamız gerektiğini söylüyor.
“Yaşamdaşlık, “zihnin ‘yaprak’ olmaktan çıkıp, ‘ormanın’ bağlantısallığı içine yerleşmesi” anlamına geliyor. […] Bu anlamda, “yaşam benim için var” demekten “insan yaşamın bir parçası olarak ve onun için var” demeye geçişi içeriyor.”
Kılıç, kitabının ikinci kısmında da, epitemolojik ve metodolojik düzeyde ele aldığı bağlantısallığın toplumsal yaşama ve kültüre yansıması olarak gördüğü ve ‘yeni kültür’ olarak düşündüğü ‘yaşamdaşlık’ kavramını tanıtıyor Yaşamdaşlık, “zihnin ‘yaprak’ olmaktan çıkıp, ‘ormanın’ bağlantısallığı içine yerleşmesi” anlamına geliyor. Kılıç’a göre, “insanlık aydınlanma ile birey…ulus-devlet ile yurrtaş… sonra vergisini ödeyen vatandaş…neoliberal ekonomi ile global tüketici olmayı öğrendi…şimdi, bağlantısal bütünlük bilimi ve kültürüyle de yaşamdaş olmayı öğrenecek”. Yaşamdaşlık, bu anlamda, “yaşam benim için var” demekten “insan yaşamın bir parçası olarak ve onun için var” demeye geçişi içeriyor. “Orman-yaprak metaforu içinde, yaprağın, ormanın kendisi için var olduğu zannından kurtularak, kendisinin orman için olduğu gerçekliğini anlamısına” yaşamdaşlık diyoruz.
İnsan, biyolojik çeşitlilik, hayvanlar, canlılar ve doğa ile birlikte, yaşamın bir parçası; onun için var. Yaşamdaşlık, bu anlamda, sadece insan hakları değil, yaşam haklarını; ben değil, biz-hepimizi, hatta yaşamı; dönüştürmeyi değil, dönüşmeyi; tek doğruyu, gücü ve çıkarı değil, merakı, iyiliği, yaratıcılığı, ahlaki benliği, ötekine karşı sorumluluğu, alçak gönüllüğü, dayanışmayı kendisinin tanımlayıcı nitelikleri olarak ele alıyor.
Covid-19 ile yaşadığımız “salgın dünyası”dan, küresel ısınma ve iklim değişikliği ile yaşadığımız “ısınan dünyaya”; kimliklere indirgenmiş “kabile dünyası”ndan, isşizlik ve fakirliğin yarattığı “eşitsizlik dünyası”na kadar uzanan geniş yelpazede karşı karşıya olduğumuz ontolojik (yaşamsal) güvensizliklere ve risklere karşı mücadelemiz için yaşamdaşlık önemli bir açılım yaratma potensiyeli taşıyor. Son olarak Glasgow’da yapılan küresel ısınmaya karşı mücadelenin kurallarını belirleme amacını içeren COP26 Toplantısı’nın içeriğinde de yaşamdaşlık anlayışının önemi görülüyor. Son dönemde ‘yürütmeci başkanlık sistemi’yle aşırı merkezileşme, güç yoğunlaşması ve neoliberal piyasa ekonomisi kıskacında sıkışmış Türkiye’nin de geleceğine umutla bakmak için yaşamdaşlık anlayışının benimsenmesi gerekiyor. Türker Kılıç, Bağlantısallık, Yaşamdaşlık ile bizleri yeni bir kültüre davet ediyor.
Yaşamdaşlık anlayışı ve uygulaması, farklılıklar içinde birlikte yaşama ve eşit vatandaşlık ilkelerinin anlamını genişletilmesine ve güçlendirilmesine katkı verirken; demokrasinin içselleştirilmesi ve yeniden demokratikleşme olasılığını da arttıracaktır. Dahası, kimliklerin ötesinde “değerler”e; vatandaşlığın ötesinde “yaşamdaşlık”a; ve sadece insan haklarına değil, yaşamdaşlık haklarına dönük olduğu zaman; başka ve adil bir dünya ve Türkiye yaratma sürecine katkı verecektir.
“Demokrasi-İklim-Ekonomi-Güvenlik dörtgeni üzerinde çalışarak özlediğimiz demokratik, adil ve adaletli toplum yönetiminin ve Yeni Türkiye’yi kurabiliriz.”
Bu anlamda, demokrasiyle iklimi birlikte düşünmek, yeniden demokratikleşme olasılığının ön koşullarından ve kurucu boyutlarından biri olarak küresel ısınma ve iklim değişikliği sorunlarına karşı mücadeleyi görmek, sivil toplumun ve siyasi partilerin iklim adaleti ve eşitlik için çalışmalarını ve katkılarını ciddiye almak, ve “Başka Bir Dünya ve Türkiye mümkün” mottosuyla çalışmak gerekliliğini bir kere daha vurgulayarak bu yazıyı bitirmek istiyorum.
KAYNAKLAR:
(1) Kılıç, T., “Yeni Bilim: Bağlantısallık – Yeni Kültür: Yaşamdaşlık”, Ayrıntı Yayınları, 2021.
DİPNOTLAR:
[1] E. Fuat Keyman, siyaset bilimci, Sabancı Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve öğretim üyesi, İstanbul Politikalar Merkezi Direktörüdür.
[2] Bu bölümün değişik ve uzun versiyonu, Perspektif’de ve Gazete Pencere’de, Cana Tülüş Tük ile E. Fuat Keyman’ın ortak yazılarında yayımlanmıştır.
[3] Uzun verisiyonu Politikyol’da yayımlanmıştır.
Görsel tasarım: Olcay Özkaplan