Yazan: Güneşin Aydemir [1]

Doğa ve ekosistem gönüllüsü Güneşin Aydemir’le canlı yaşam, insan ve doğa ilişkisi,canlılığın temeli beslenme, gıda, tarımsal üretim, bunların ekolojik kriz ve iklim krizi üzerine etkileri hakkında çeşitli disiplinlerin alanlarına girip, çıkarak, konudan konuya atlayıp sıçrayarak söyleştik.

Yeşil Siyaset: Son zamanların popüler konularından biri, soframızdaki yiyeceklerin bizim için yararlı mı; yoksa zararlı mı olduğu. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Gıdalarımızın şifamız mı yoksa zehrimiz mi olduğu konusunda sanırım herkesle hemfikiriz. “Ne yersek O’yuz” prensibi hiç bu kadar benimsenmemişti. Sürekli zarar ziyan üzerine kurulmuş bir medeniyet içinde yaşıyor olmanın olumlu sonuçlarından biri.

Bir konuyu anlamak için bakabildiğim en bütüncül düzeyde bakma alışkanlığı olan biriyim. O nedenle genelde bir konu hakkında bir metin yazmam ya da konuşma yapmam istense, anlatmaya gaz ve toz bulutundan başlıyorum. Huyum kurusun!

Hal böyle olunca, gıda konusundan bahsetmek için, tarım konusundan, doğa, beslenme ve insan fizyolojisi konularına, toprak mikrobiyolojisinden insan sosyolojisine kadar pek çok konuya girip çıkmamız gerekiyor.

Belli bir sıra içinde başlarsak işe “canlılık nedir” sorusu güzel bir soru sanki. Zira gıda konusu öncelikle canlılığımızı sürdürebilmemiz için kilit bir rol oynuyor. Gıdadan alınan keyif ve zevk de konunun diğer yüzü.

YS: Canlılık nedir peki?

Bütün bilimler bir araya gelmiş, ‘canlılık nedir?’, onu araştırıyor. Henüz net bir tanıma ulaşmamış olmakla birlikte en yakın tanımı Schödinger yapmış. Ve aslında canlılığın durağan olmamasından dolayı bir tanım yapamamış; ancak canlılığın bir durum olduğunu tanımlamış. Canlılık ölüm ve yaşam arasındaki süreçlerdir manasına gelen “yaşayan madde, negatif entropi ile beslenir” cümlesini söylemiş.

Buradan bütün canlılığı oluşturan iki süreç olduğu sonucuna ulaşıyoruz. Yapım ve yıkım süreçleri, fizyolojide anabolizma ve katabolizmayı içeren metabolizma, analiz ve sentez, çürüme ve fotosentez bunlardan bazıları. Hatta yaşam ve ölüm de diyebiliriz çok rahatlıkla. Bu iki uçlar arasında canlılık, negatif entropi eğilimini benimsiyor ve bu yönde örüntüler kuruyor.

Bütün canlılık bu iki sürecin birbirine madde ve enerji transfer etmesi ile oluşuyor. Süreçlerden biri maddeyi çözüyor, yapı taşlarına ayırıyor; diğeri bu hammaddeleri kullanarak yeni madde yapıyor. Bu işlemlerden ATP -yani Adenozin tri-fosfat- denilen bir hücresel enerji ortaya çıkıyor. Yaşam bu enerji ile sürüyor.

YS: Canlılık ile gıda ilişkisine geçersek…

Gıda özünde, bedende şöyle bir zincirden geçer: kuru fasulye ve pilavı yeriz, ama beden bu gıdadaki besini metabolizma dediğimiz son derece karmaşık reaksiyonlar sonucunda en küçük  bileşenine ayırıncaya kadar yıkıma uğratır. Ardından hücreler ihtiyaç duydukları büyük molekülleri (proteinleri, karbonhidratları, yağları) bu yapı taşlarını kullanarak sentezler. Fazlasını atabiliyorsa atar, atamıyorsa biriktirir. Bütün bu süreçte, madde yapımında ve yıkımında yüksek miktarda enerji kullanır. 

Bedende böyle işleyen süreç, ekosistem düzeyinde de benzer örüntüye uyar. Yabanıllık; otları otçulların, otçulları etçillerin, hepsini bakterilerin, mantarların yediği bir sistem içinde devinip duruyor. Bütün enerji ve madde, besin zincirlerinin oluşturduğu besin ağlarında akıyor ve ortaya canlılık çıkıyor. Sonsuz -şimdilik- bir kaynaktan, Güneş’ten, sürekli enerji ithal eden bu sistem, oldukça kaotik. Hatta kaosun kendisi. Bu nedenle her etki tahmin edilemez sonuçlara yol açabiliyor. İnsan, bu kaosun işleyişine ağır müdahale ettikçe, bilinmezlik daha da artıyor.

YS: İnsanın bu zincirdeki konumu ve rolü ne?

Yaşadığımız ekolojik kriz, bu noktada şekilleniyor. Bu krizin dinamikleri haddinden fazla müdahale eden bir türün psikolojisi ve sosyolojisi tarafından yönetiliyor. Bakınız: ‘tüketim kültürü ve gıda tedarik zinciri’.

İnsan, ekosistem içindeki besin ağına kendi gıda tedarik zincirini eklemiştir. Tedarik zinciri, büyük oranda lojistik, muhasebe, mevzuat gibi sanal etkinliklerden oluşur; ancak bu etkinliklerin gerçek fiziksel sonuçlarını da (ölü toprak, kuraklık, yoğun fosil yakıt kullanımı, çöpe giden ürünler, atıklar, sağlıksız insanlar gibi) ve sosyo kültürel sonuçlarını (hakkaniyet, eşitlik, özgürlük, mutluluk gibi) yaratır. İnsan, diğer canlılarla bir alışveriş içinde olduğumuzu unutmuş olduğu ya dayok saydığı için canlı toprak ve suları kaynak olarak görmekte ve başta tarımsal üretim sistemi olmak üzere insan ihtiyaçlarını öncelediği bir yaşam sürmektedir. Şimdilik…

YS: Şimdilik derken…? Ekolojik krize müdahale şansımız hangi noktalarda olabilir? Gıda üretimi ve beslenme perspektifinden baktığımızda ne söyleyebilirsiniz?

Canlılık mekanizmasına ucundan dokunarak yaptığımız açıklamada dedik ki yaşam kaotik bir örgüye sahiptir. Ne yapacağı belli olmaz. Nitekim bugün yaşadığımız temel krizin, ekonomik, ekolojik, kültürel, sosyolojik, hukuki nitelikte küçük krizciklerden oluştuğunu görüyoruz. Esas soruyu ve en son sorulacak olan soruyu şimdiden uyandıralım: bu temel örüntünün şeklini tek bir formülle değiştirme şansımız var mı?

Canlılığı biraz olsun anlayabildiysek, ikinci sorumuz ‘beslenme nedir?’ olabilir. Bu noktada dikkatimizi beslenmenin hücresel düzeyde gerçekleştiği gerçeğinden yola çıkarak besin değeri meselesine veriyoruz. Biraz önce bahsettiğimiz metabolik faaliyetler, hücrede gerçekleşir.  Eğer vücuda alınan gıdalar, vücudun ihtiyacına karşılık verecek şekilde üretilmişse, beden ihtiyacı olan miktarı almak için daha fazla yemeğe ihtiyaç duymayacaktır. Bununla birlikte, miktar olarak ihtiyacından fazla gıdanın sindirilmesi işi bedeni yorar ve başta şeker metabolizması olmak üzere tüm sistem kronik bir döngüye girer. Obezite, özünde hücresel açlıktır.

Gıdayı alırken, yeterince besleyici bir gıda alamıyorsak, aşırı yemek ile bu açığı kapatmak obeziteye ya da şeker hastalığına ya da tansiyon bozukluklarına davet çıkarıcı bir hamle oluyor. Rafine ve katkı maddeleriyle aşırı işlem görmüş, tabir-i caizse ölü gıdaların içerdiği şeker, bozuk yağ, karbohidrat ve sentetik maddeler, bedendeki çürüme sürecini tetikliyor.

Beslenmenin tek kaynağı elbette gıda değil; aynı zamanda kokular, hatta derimiz de bu işleme katılıyor. Cildimiz yeterince güneşe maruz kalmamışsa, yediğimiz besinden D vitamini sentezlenemiyor mesela. Benzer şekilde doğa insanı onarıyor. Topraktaki bakterilerin salgıladığı kimyasallar mutluluk hormonlarımızı çalıştırıyor; ya da bir ağacın altında sessizce oturmak kalp atışlarımızı düzenliyor. Doğanın bu onarıcı gücüne de N vitamini diyorlar. İnsanın sağlıklı olabilmesi için belli bir minimum doğa dozunu alması gerekiyor. Sistemin nasıl bir bağlantılar ağı olduğunu anlatabilmek için söylüyorum bütün bunları. Öyle ki, bu ağdaki bağlantılar sayesinde, beslediği canlar, bağlantılı oldukları diğerlerinin ihtiyacı olan eksiği tamamlıyor; ihtiyaç fazlasını ihtiyaca yönlendiriyor.

YS: Ekolojik sistem ile beslenme arasındaki bu bağlantı nasıl bozuluyor?

Medeniyetimiz çok dar bir alanda, çok kalabalıklar halinde yaşamayı seçtiğinden yabanıl doğa giderek bizden uzaklaşıyor. İnsan yakınındaki her varlıkla ehlileştirici bir ilişki kuruyor desek yeridir. Dertlendim şimdi.

Fotosentez sayesinde güneşten gelen bütün ışık enerjisi bitkilere, oradan kökleri yoluyla toprağa ve topraktaki canlılara akar. Akmasına akar tabii; ancak, bu enerjinin akabileceği bir canlılık ağı mevcutsa akar; yoksa biraz zor akar.

Toprak yapısı içinde muazzam bir besin ağı var. Tüm sistemin birbirini besleyebileceği kadar geniş bir ağ. Bu ağ sayesinde bitki yeteri kadar besini bünyesinde toplayabiliyor. Bu ağın olmadığı topraklarda yetişen bitkiler yeterince besleyici olamıyor. İşte şu sentetik kimyasallar kullanmalar, toprağı yılda iki kez sürmeler var ya, ölü toprakta bitki yetiştirebilmek için uygulanıyor. Sonuç: giderek daha az besleyici gıda, giderek daha ölen bir toprak, giderek kullanımı artan ve doğada çözünemeyen kimyasal…

Buradan bedenimize, özellikle sindirim sistemimize, ikinci beyin olarak tanımlanan barsaklarımıza bakalım bir süreliğine. Benzer bir yaşam ağı orada da tam gaz faaliyette. Milyonlarca bakterinin faaliyeti, yediğimiz besinlerin sağlıklı bir şekilde sindirimi için gerekli. Ve bu ağ topraktaki ağ ile benzerlikler gösteriyor.

Bu arada bir hatırlatma: İklim değişikliğinden en çok etkilenecek olan üretim alanımız gıda üretimi. Çünkü suya bağlı. Hem suya hem de suyun döngüsüne.

YS: Sanırım beslenme mevzusunu değişik konulara da ortaya karışık bir şekilde temas ederek ele almış olduk. Şimdi biraz da doğadan gıda devşirme yol ve yöntemlerimize, yani tarımsal üretime gelelim…

Çok önemli bir karbon yutağını, amcadan kalanla yaşayan mirasyedi misali, bozuk para gibi harcıyor, heder ediyoruz. Canlı toprak -buna biyolojik olarak aktif de deniyor- üzerinde barındırdığı canlılığın yani bitki örtüsünün maksimum fotosentez potansiyelini kullanarak, bitkiler yoluyla atmosferik CO2‘i toprak üzerine ve derinlerine gömer. Bu canlılığın faaliyetleri ile oluşan toprak, suyu daha çok tutar, daha çeşitli bitkilerin yetişmesine olanak tanır. Adeta bereket.

Bu toprak mikrobiyal ağı, bitkiler ve hayvanlar arasında kurulmuş evrimsel bir işbirliğidir. Bu şu demektir: Eğer biz topraklardaki canlılığı artırabilirsek, bu canlılık, hem bereket olarak çoğalacak hem de sonunda toprağa karbon gömülecek. Onarıcı tarım, bu noktada bize, meseleye bir paradigma değişikliği boyutunda bakmamız gerektiğini işaret ediyor.

‘Paradigma değişimi’ kavramı, bizi topyekün bir dönüşüme zorluyor. Fakat nasıl? Bunu anlamak için an itibariyle ana akım devam eden üretim sistemini iyi anlamak lazım.  Gelelim yaşadığımız paradigmanın tarımsal üretimine…

Öncelikle bu paradigma içinde seri/monokültür üretim, standardizasyon, raf ömrü, aracılık, rekabet, atıklar diye sayabileceğimiz bir takım alt dinamikler var. Bunların bütününe tedarik zinciri diyebiliriz. Yani yabanıl besin ağı üzerine, biz insanların eklediği yapı.

Tüketici algısı/bilinci/tercihi kavramlarına da bu noktada bakmamız gerekir. Zira tüm bu süreç üreticilerle tüketiciler arasındaki arz-talep-arz-talep-arz … dengesi ya da dengesizliği ile şekilleniyor. Tüketici belli bir renkte, belli bir şekilde, belli bir sululuk oranında, belli bir tazelikte domates istiyor. Bir talep oluşturuyor. Üreticiye kadar ulaşan tedarik zinciri bu taleple şekilleniyor. Buna tüketicinin talebinin şekillenmesinde önemli bir yeri olan medyayı ekleyelim. Yani pazarlama ve reklam meselesi de işin içine girdi. Fakat medya manüplasyon gücünün yanında aynı zamanda bilginin aktarılması konusunda da çok etkin. Beslenme ve yemek programları, yoğun bilimsel bilgi içeren, uzmanlara yer veren bir nitelikte.

Bir kere her şeyin başı tohum. Tohumları doğal hallerine bıraktığınız zaman kafalarına göre takıldıkları bir çeşitlilikte ürün verirler. Bu ürünlerin her biri genetik olarak birbirinden farklıdır. Kimisi büyük, kimisi yamuk olabilirler. Bu çeşitlilik tüketicinin istediği standart domates hayalini ortadan kaldırır. Bu nedenle tüketicinin istediği domatese ait özellikler, kontrollü seçilimlerle tohum içinde genetik olarak sabitlenir. Bir başka deyişle diğer özellikleri gösteren genler tohumun gen havuzundan elimine edilir. Böylece sürprizsiz, herkesin isteyebileceği niteliklere sahip “standart” tohumlara ulaşırız. Bu sürece de ıslah deriz. Ehlileştirme sürecinin ıslaha dönüşmesi bu şekilde olur. 

Gelgelelim standart tohumlar, standart koşullar gerektirir. Standart koşulu doğada ara ki bulasın. Dolayısıyla doğanın elinden kurtarılan topraklarda bu standart koşullar yaratılır. Genetik yapıdaki genler, toprak üzerindeki üretimde etkisini göstermeye başlar. Aynen şehirlerdeki gibi, sıkışık yetişmeye zorlanan standart tohumlar beraberlerinde; toprak işlemesi, toprak canlılığının ölmesi, zararlılar, hastalıklar ve sentetik kimyasallar da getirirler ki, burada bir açlık toplumunun oluşumunu görüyoruz.

Hal böyle olunca büyük çapta bir üretim faaliyeti içine girmemiz gerekir. Müşteri domates beklemektedir. Büyük şehirlerdeki domates açığını kapatmak için belli bir standartta, uzaklarda bir yerlerde üretmek için domates üreticileri, üretimle oluşan fiyatlar, ekonomi devreye girer. Tüccar üreticilerden standart bir fiyatla standart domates alır. Toptancıya satar. Toptancıdan başka toptancılar ve perakendeciler alır ve sonunda bireylerin sofrasına gelir.

Hatta bunu katma değerli bir ürün için anlatacak olsak, arada tüccardan toptancıdan sonra satın alma müdürü, salça fabrikası, toptancı, perakendeciyi de eklemek gerekiyor. Şöyle anlatmak gerekirse; diyelim ki bir Ege kasabasında yaşıyorsunuz ve yan komşunuz domates üreticisi. Ürününü tüccara satıyor. Yan bahçenizde yetişen o domatesin salçasını kasabadaki market zincirinden alıyorsunuz gibi bir şey yani.

Son ürün yukarıda belirttiğimiz gibi yetiştirildiğinde topraktan yeterince beslenemediği için besleyicilik değeri çok düşük, dünyaları yeseniz doyamama hissi yaratan bir domates oluyor.

YS: Tüm bu sürecin iklim değişikliği ile ilişkisi ne?

Bu noktada hatırlayalım: Bütün bu yapay insan besin ağı içinde, gıdanın yanında para ve fosil yakıt akmaktadır.

GSMH ekonomisi, paranın el değiştirmesinden hoşlanır. Paranın miktarı da etkilidir bu hoşlanmada; ama esas parayı çoğaltan da paranın maksimum kereler el değiştirmesi dinamiğidir. Gelin görün ki bütün bu lojistiğin temel yakıtı fosil kaynaklıdır. Tüm bu resme baktığımızda, karbon dioksitin en büyük kaynaklarından biri tarım sistemleridir.

Tedarik zincirinin üretici ile tüketici arasındaki ürün alışverişini pek çok aracı gerçekleştirir. Bu zincir ne kadar uzarsa, para o kadar el değiştirir. GSMH ekonomisi çalışır. Bu zincirin aslında çok önemli başka sonuçları da vardır. Üretim ve tüketim döngülerini birbirinden uzaklaştırır. Çeşitliliği azaltır. Sistemi monokültür, seri üretim temelli hale getirir; bu standartlaşmayı sağlamak için mevzuat yapar. Muhasebecisinden satın almacısına; aşçısından imalathanede çalışanına kadar pek çok farklı ilişkiyi ağa katar. Ek olarak, üretim ile tüketim noktaları arasındaki mesafe arttıkça, bir ürün zayiatı devreye girer. Türkiye’nin, dünya üçüncüsü olduğu konulardan biri budur. Zaten bütün insanlık, ürettiği gıdanın dörtte birini çöpe atıyor. Henüz tabağına girmeden üstelik. Çöpe giden bu gıdalar için de su ve toprak kullandığımızı, fosil yakıt tükettiğimizi hatırlamakta fayda var.

Bu sırada gündeme gelen olgulardan biri de ‘raf ömrü’. Çöpe giden gıdaları azaltmanın bir yolu, bu gıdaları başka gıdalara dönüştürmek, ya da saklamak, dondurmak vesaire. Bu sistem içinde zayiatı önlemek için sürece kullan-at ambalajlar, sentetik katkı maddeleri, depolama ve taşıma araçları giriyor. Ambalaj atıkları ile dolu çöp dağlarımız var. Gıdaların içinde bedene yabancı, sentetik katkı maddeleri yaygın şekilde kullanılıyor.

Azaltımın bir diğer yolu paradigmayı değiştirmek.

YS: İyi, ama nasıl?

Bu noktada  insan konusuna sıçramak isterim. Bu gezegende ve muazzam bir sistemin içinde doğru düzgün yaşamayı beceremeyen ama bu beceriksizliğine rağmen de cüretiyle dağları deviren ‘insan’.

Öncelikle ‘insan nasıl bir varlıktır?’ sorusunu sormak gerekir. Elbette bu soru, insan kendini bildiğinden bu yana sorulmakta ve halen de cevabı tam olarak verilemedi.  En azından insanlar olarak, üzerinde mutabık kaldığımız bir tanımımız yok. Hal böyle olunca, tekrar başlangıç noktasına dönüp, Occam’ın usturasını kullanmak isterim. İnsan bir yanıyla doğanın hükmünde çalışan bir beden, doğan, yaşayan, kendini onaran ve sonunda da ölen; hastalanan, yaralanan, beslenen, iyileşen bir beden. ‘Hayy’ yani canlılık taşıyan ‘hayvan’ kısmımız.

Bir diğer yanıyla insan, evrimleşme hikayesinde geliştirdiği organ itibariyle beyni, beyniyle alakalı zihni, aklı, zekası, bilinci, duyguları, duyuları, hatıraları, hayal kurma ve aktarma becerilerini de içinde taşır. Bu yeteneği sayesinde kendini doğadan izole etmeyi başarmıştır. Kendini savunacak zihinsel becerileri ve donanımı olmadığından, yabanıl doğadan korunmanın yollarını bulmuş bir canlı grubundan bahsediyoruz. Bu yeteneğiyle şehirleri, evleri, ülkeleri, arabaları, dijital sistemleri, riske girmeyen gıda rejimini, çeşitli konfor ürün ve hizmetlerini, dili, çöp dağlarını ve zehir ırmaklarını yaratmış bir tür. Bu, ekofobik tarafı insanın. Doğadan korkusu, doğanın temsil ettiği belirsizlik, kendiliğindenlik, yabanıllık, ekstrem koşullar gibi temel örüntüler.

Tabii işler sarpa sarınca, bir şeylerin yolunda gitmediğini gören bazı biyofilik akıllar, doğanın bir parçası olduğumuz fikrine kapıldılar. Gerçekten de pek çok açıdan parçası olmamıza rağmen, ‘parçası olduğunu bilen bilinci nedeniyle, aynı zamanda doğadan ayrıdır’ desek yanlış olmaz.

YS: Daha önce de soruyu siz gündeme getirmiştiniz. Bu sınavı nasıl vereceğiz? Bir çözümümüz, sihirli bir formülümüz var mı?

Sihirli formül derken neyi kastettiğimizi açıklamamız gerekir. Lambadan çıkan cin’in sorduğu sorunun cevabıdır işte: Dile benden ne dilersen! İsterim ki öyle bir formül bulayım; hem insanı kendiyle, hem doğa ile ya da parçası olduğu bütün ile buluştursun.

Doğa, insanın her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmasıyla 6. kitlesel yok oluşunu yaşıyor. Büyük oranda canlılık yitimi ile sonuçlanacak bir iklim krizinin içindeyiz. Doğa, bundan önceki yok oluşlarda da tekrar tekrar canlılık üreten bir sistem olduğundan, insan kendi derdine yansın.  Bozduğunun kefaretini ödeyecek mi bakalım?. Daha da önemlisi, nasıl yaşaması gerektiğini bulacak mı?

İnsan kelimesinin manasını açıklamıştık. Fiziksel bedeninden ziyade bilinciyle algılayan, sonuçlar çıkaran, bütünle bağlantısını kuran, eylemlerde bulunan ve sonuçlar yaratan canlıya ‘insan’ diyoruz. Geri kalanı hayvan zira.

İklim krizi ve eşlik eden diğer bütün krizler; insan benliğinin, topluluklarının, toplumlarının sistemlerinin bir krizi. O zaman cevabı, insan ve eylemlerinde arayacağız.

Cevabı nerede arayacağımızı bulduk da soru neydi? Bayır aşağı gidişatı durdurabilecek tek bir formül.

Hopilerin yaradılış destanında, insan kerelerce yoldan çıkar. Yaradılış şarkısını söylemeyi bırakır. Her seferinde Yaratıcı, doğal bir felaket ile yaşamı bitirip yeniden başlatır. Hopilere göre bugünün insanı, 5. Dünyada yaşıyor. Geldiği bu noktada, kendi kararlarıyla baş başa.

Bireylerin yaptığı küçük duyarlı davranışları küçümseyen bir bakış açısı var. Dediği şey şu: Bisiklete binerek, gerçek gıda tüketerek, çöpünüzü azaltarak, kompost yaparak dünyayı kurtaramazsınız. Şirketlerin dönüşümü gerekiyor. 

Bu noktada bir karar verelim. Bizim amacımız ne? Dünyayı mı kurtarmaya çalışıyoruz? Kendimizi mi kurtarmaya çalışıyoruz? Hiçbirşey umurumuzda değil mi? Cevapları önemli.

Bireyler zihinsel anlamda dönüştükçe, toplulukları etkilemeye başlarlar.

Bu yavaş bir değişimdir. Doğa yavaşlığında olan bir değişim.

Toplulukları, toplumları ve nihayetinde yaşam biçimini yaratanlar, bireylerin kendileridir. Her gün farkında olarak ya da olmayarak, verdikleri zilyonlarca kararın sonuçlarını yaşarlar.

Hiç kimse tek bir kişi değildir. Her birimiz potansiyelimizi kullandığımız ölçüde eylemlerimizi çoğaltabilecek ve güçlendirebilecek durumdayız. Yaşamın içindeki bütün rollerimizi aynı bağlama getirmek, bu şekilde edip eylemek ile kendimize bir paralel evren yaratabiliriz desek yerinde olur. Ama yapamayız. Çünkü çok değerli Jung’un da söylediği gibi insanlar tek başına iken akıllı, birlikteyken aptaldır. Hayvanlar tam tersi.

Neyse lafı fazla da edebiyata boğmadan, onarıcı tarım meselesine getirip bağlayayım.

Bu kadar lafı niye ettim? Topyekün bir dönüşüme ihtiyaç olduğu açık olarak görünüyor. Bunu, nasıl her bütünü kapsayacak şekilde yapabiliriz? Farklı bir anlayış, farklı bir kavrayış, tersköşe düşünme biçimleri, farklı bir paradigma ile. Bu paradigmada gözümüzü doğaya çeviriyor ve onun ilhamıyla çözümler üretiyoruz. Tahrip olmuş ve kaotik süreçteki bir gezegenin en çok ihtiyacı olan şeyin onarım olduğu kabulü ile bu gücün ana kaynağına, doğaya danışarak oluşturulan bir paradigma.

YS: Açlık sorununu doğa nasıl çözüyor?

Onarıcı paradigmanın önemli bir sorusu bu.  Tarım onarıcı olabiliyor; ama bu yetmiyor. Zira paylaşım biçimlerimizin, iletişim araçlarımızın ve bağlarımızın, hakkaniyet hissimizin, mutluluk kodlarımızın da onarıcı olması gerekiyor. Bu nedenle topluluklar, katılımcı karar verme süreçleri, şiddetsiz iletişim, bilginin akışı, mülkiyet, muktedir, müşterek, toplumsal cinsiyet eşitliği, insana yakışır iş, insan olmayan kişilerle olan bağlarımız gündeme geliyor. Bu alanlarda sınav veriyoruz. Dilimiz değişiyor.

Belki de en önce sorulması gereken soru; ‘insanın bu krizler çağından bir şekilde çıkıp çıkmaması değil, çıktığı durumda nasıl yaşayacağı’ olabilir mi?

YS: Böyle önemli bir soru ile zihin açıcı sohbetimizi sonlandırırken, belki de yeni tartışmaların kapısını aralıyoruz. Davetimize yanıt verip, söyleşimize katıldığınız için çok teşekkür ederiz.

Ben de  bu söyleşiye beni sabırla ve ısrarla davet eden Berkay’a çok teşekkür ederim.

DİPNOTLAR:

[1] Güneşin Aydemir: Biyolog. Buğday Derneği Strateji Kurulu üyesi.

Görsel tasarım: Olcay Özkaplan