Yazan: Koray Doğan Urbarlı

Gerek uluslararası organizasyonlara, gerekse gündelik hayatın her alanından daha politik noktalara kadar iklim değişikliğinin, iklim krizinin sirayet etmediği bir yer kalmamış durumda. Artık ne söylersek söyleyelim mutlaka iklim değişikliği ya da karbon salımları deniyor. En azından denmek zorunda hissediliyor. Biraz yeşillendirilmemiş hiçbir şeyin “alıcısı” olmadığı düşünülüyor. Gerçekten de öyle. Hayati bir sorun, pazarlama tekniklerine kadar girmişse, demek ki artık kaçınılmaz bir noktadadır diyebiliriz.

Kentler ve kentlerin “yeşillendirilmesi”, kentlerin iklim değişikliğine adaptasyonu ve iklim değişikliğini durduracak emisyon azaltım politikaları geliştirilmesi zorunluluğunu da buradan okumak mümkün. 2030 yılından bahsettiğimizde, ilk başlık mutlaka ama mutlaka iklim, yeşil, çevre gibi bir kelime içermek zorunda. Tarihten ve doğadan kaçılmaz.

“Eylem planlarında verimli, yeşil binalar yazarken; hiç de buna uymayan binalar dikilmeye devam ediliyor.”

En azından görüntüde, her kent bu konular için çalışıyor. Bunun için önce bir emisyon azaltım hedefi ortaya atılıyor. Sonra onu yakalayıp yakalayamayacağı belli olmayan bir Eylem Plan(lar)ı hazırlama süreci başlıyor. Fakat özellikle Türkiye’de yerel yönetimler, tüm süreçlere hâkim olmadan harekete geçtiği için başarısızlık kaçınılmaz oluyor. Hem de en baştan. Örneğin bir taraftan bir eylem planı hazırlama süreci devam ederken; diğer taraftan yerel yönetimin yaptığı hiçbir işte karbon salımları vb. konular düşünülmüyor. Eylem planlarında verimli, yeşil binalar yazarken; hiç de buna uymayan binalar dikilmeye devam ediliyor. Bunun için bir yasal düzenleme yapılmıyor. Yasal düzenleme sonrası ekonomik teşviklere sıra gelmiyor. Ya da ulaşım konusunda afili cümleler edilirken; içten yanmalı motorlu araçlarla filoların yenilendiği haberleri de manşetlere çıkabiliyor. Sonuçta sürekli büyütülen hedefler ve %1 bile azalmayan karbon salımları ortaya çıkıyor. Hedef açıklamanın başlangıç bile olmadığını görmeyen, aksine bitişe en yakın nokta olduğunu sanan bir anlayışımız var.

Aslında bir kenti “yeşil” hae getirmek için elimizde tek bir reçete yok. Her kentin, hatta her kentin içindeki her mahallenin bile farklı dinamikleri var. Fakat atılacak ana adımlar aynı. Sonrasında her yerleşim yeri, kendi özgün koşullarına göre farklılaşacaktır ve ortaya aynı hedefe, benzer yönlerden giden ama giderken farklı araçlar, farklı patikalar kullanan örnekler çıkacaktır. Böyle olmalı, çünkü iklim eylem planları hazırlamak, iklim değişikliğine karşı mücadele etmek ya da bir kentin yeşil dönüşüm sürecini yürütmek aslında teknik bir konu değil; oldukça politik bir konu. Kaynakları nerelere yönlendirdiğinize; kimlerin salımlarını kısarken, kimlerin salımlarını arttırabileceğine karar verdiğiniz bir konu. Bu yüzden elde şablon, şehir şehir dolaşılamaz.

Peki, neler yapılmalı?

a) İlk adım bir baz yıl seçmek. Ne yazık ki Türkiye’de bu neredeyse imkânsız. Sebebi basit: Kurumlar, özellikle yerel yönetimler ne kadar enerji harcadıkları, ne kadar su harcadıkları konusunda arşiv tutmuyor. Bir baz yıl seçilemediğinde de azaltım hedefinin bir anlamı kalmıyor. Baz yıl ne kadar eski olursa, bu gezegen için iyi, yerel yönetim için ise zorlayıcı olacaktır. Bu yüzden azaltım hedefi açıklandığında sorulması gereken ilk soru: Hangi seneye göre? 1990 mı? 2019 mu?

“Bir baz yıl seçilemediğinde de azaltım hedefinin bir anlamı kalmıyor.”

b) Baz yıl seçildikten sonra yoğun bir envanter çalışmasına girmek gerek. Sera gazı salımları hangi kaynaklardan yapılıyor? Bu kaynakların ne kadarına yerel yönetim doğrudan müdahale edebilir? Ne kadarına dolaylı olarak etkisi olabilir? Burada en önemli problem ise, Türkiye’nin yerel yönetimlerinin aslında çok etkisiz olması. Eğer Büyükşehir Belediyesi değil de bir ilçe belediyesiyseniz, esas olarak çok fazla müdahale şansınız yok. Fakat bu böyle diye durmanın anlamı da yok. İklim kriziyle mücadele, en ufak sorunları bile iyileştirmeye çalışmanın da mücadelesi aynı zamanda.

c) Envanter çalışması yaptıktan sonra tüm yerel yönetimler şunu görecektir: Salımların büyük dilimine doğrudan etki etme şansları yok; çünkü belediye faaliyetleri sonucunda gerçekleşmiyorlar. Bu bize şunu gösteriyor: Demek ki sadece yerel yönetimi hedef alan bir eylem planı ile başarıya ulaşma şansımız yok. Ne yapılacaksa hep beraber yapacağız. Bu da aslında yapılanı daha da politik hale getiriyor. Politik olarak halkı ikna etmeden başarı şansı yok. Başı da yerel yönetim çekecek. Çünkü pek öyle görülmese de bir kentin, bir ilçenin örgütlenmiş en önemli kuruluşu yerel yönetimler. Hep beraber yapmanın yolu da bizi o çok bilindik ama kimsenin tam anlamıyla hayata geçirmeye gönlünün razı gelmediği kavrama götürüyor: Katılım! Yerel yönetimler, eylem planlarına diğer bileşenleri de katmalı. Hatta eylem planını kentle birlikte hayata geçirmeli. Başarılı olmanın başka bir yolu yok. Aylar sürebilir, pek çok toplantı yapılabilir! Sürsün ve yapılsın. Hızlıca yapılan ve rafta çok güzel duran bir eylem planından çok daha iyi bir yöntem bu. Unutmamak gerek ki insanlar, fikirlerinin sorulduğu, önerilerinin dinlendiği ve kendileri gibi olanların önerilerini etkileyebildikleri bir sürece, yapılacak işe çok daha fazla sahip çıkarlar.

“Yerel yönetimler, eylem planlarına diğer bileşenleri de katmalı. Hatta eylem planını kentle birlikte hayata geçirmeli. […] Aylar sürebilir, bir pek çok toplantı yapılabilir! Sürsün ve yapılsın.”

d) Sahip çıkma bizi bir sonraki aşamaya getirecektir: Fikirleri birlikte oluşturduysak, gelin hayata da birlikte geçirelim. İklim için öne çıkın, iklim için gönüllü olun. Yerel yönetimin yetmediği yerlerde elçi olun ve birlikte yapalım. Hazırlık süreci ne kadar katılımcı olursa, bu aşamanın tabandaki yayılımı da o kadar geniş olacaktır. Çevrimiçi hayatın giderek önemini arttırması ile hem gönüllülüğü hem de katılımcılığı daha hızlı, daha esnek ama daha güçlü şekilde oluşturmak mümkün.

‘Karbon nötr’ hedefi olmayan bir planın anlamı yok

Bu aşamalar her kentin, her semtin kendi iç dinamikleriyle şekil alacak, özgünleşecektir. Eylem planlarının içeriği de öyle… Fakat bir eylem planında olmazsa olmaz noktalar elbette var.

Öncelikle artık ‘karbon nötr’ bir hedefi olmayan eylem planlarının anlamı yok. Kenti hangi yılda (öyle 2100’ü falan da beklemeden) karbon nötr yapacaksınız, bunu ortaya koymak gerek. Ülke hedeflerinden daha erken bir yılı hedef olarak belirlemek ve bunu başarmak, kentin ve yöneticilerinin itibarına fayda sağlayacaktır. Bu tarihi koyarken, kentin tüm enerjisinin ne zaman %100 yenilenebilir enerjiden geleceğini ve bunun ayrıntılarını da eklemek gerekir. Yoksa önce hedefi koyup “sonrasına bakarız bir şekilde” anlayışıyla hareket eden bir eylem planı ile, değil azaltımı hayata geçirmeyi, üstüne artırım yaparsınız. 2030’da %30 azaltım hedefiyle çıkılan bir yolda, %32 artırıma ulaşmak, siyasi bir başarısızlığın yanı sıra iklim için neredeyse bir suç olarak bile kabul edilebilir.

“Kenti dirençli hale getirmek çok önemli. Çünkü sadece azaltım ile değil uyum ile de haşır neşir olmak zorundayız.”

Kenti dirençli hale getirmek çok önemli. Çünkü sadece azaltım ile değil uyum ile de haşır neşir olmak zorundayız. Ve çoğu kentte sadece iklim değişikliğine uyumla da yetinemeyiz. Depreme, sağlık sorunlarına karşı da dirençli bir kent oluşturmak gerek. O zaman konutları yenileyeceğiz. Fakat nasıl? Bunun için binaların hepsinin enerji verimliliği artırılmalı, yeşil çatı uygulaması olmayan bina kalmamalı, mümkünse kendi enerjisini üretmeli ve suyun her damlasının değerini bilmeli. Gri su ve  yağmur suyu hasadı uygulamaları, artık bir binanın lavabosunun markasından daha önemli hale gelmeli. İstanbul’u ele alalım. Her mahallede her gün bir bina yıkılıyor ve depreme karşı dirençli hale getiriliyor. Peki ya iklim? O düşünülmüyor. E şimdi yaptığımız binayı 2041’de de yıkıp tekrar iklime uygun hale mi getireceğiz? Bu kadar zengin miyiz? Bu kadar bol kaynağımız var mı? Daha da önemlisi bu kadar karbon salacak vaktimiz var mı?

Zamanımız daralıyor ve bir değişim dalgası yaratma şansımız var. İki değil. Tek seferde hem ekolojik, hem ekonomik hem de sosyal dönüşümü gerçekleştirmeliyiz. Peki, kentlerimizin gidişatı ne? O tek seferi bile kullanmadan bu şansı geçiştirmek. Ne yazık ki böyle. Kendi haline bırakılmış, yuvarlanmakta olan kentlerimiz var.

En önemli kalem, ulaşım

Eylem planına dönersek, bir eylem planı, ulaşıma mutlaka el atmalı. Açık konuşalım: Dizel öldü. Benzin de ölüyor. 2035’ten sonra içten yanmalı motorlu araç satışı olmayacak. O araçlar bir süre daha trafikte kalmaya devem edecekler, ama satılmayacaklar. Yani bu demek ki, hibrit bir yakıt tedarik dönemi olacak. Sonrasında ise, her araç bir şarj istasyonuna ihtiyaç duyacak. Böyle bir hazırlık var mı? Bu sadece ulaşımı değil; tüm kentsel planlamayı değiştirecek ve dönüştürecek bir durum. Öncelikle kuruma araç alımında, sonrasındaysa tüm kentte satılan araçlarda buna göre hareket etmek gerekli. Bu büyük bir müdahale olarak görülebilir; ama aksi çok daha büyük sorunlara yol açacak. Hangi yıl dizel kullanımı yasaklanacak? Hangi yıl benzin kullanımı yasaklanacak? Bunlar net olarak yazılmalı ve yerel yönetim de üzerine düşeni yapmalı. Yenilenebilir enerjiyle çalışan şarj istasyonları ile kenti donatmalı ve yeni yapılacak her türlü yapıda bunu zorunlu tutmalı. Yoksa klasik bir Türkiye uygulaması olur: Hedef yıl gelir; hazır olunmaz; bir sene ertelenir; sonra bir sene daha; sonra bir sene daha… Elimizde erteleme notlarıyla dolu bir eylem planımız olur.

Bisikletler, raylı sistem, kent bahçeleri, bostanlar…

Bisiklet ağları, yürüme yolları, raylı sistem vb. konular çok konuşulduğu için sanki o aşamalar geçilmiş  gibi görünüyor; ama ne yazık ki gerçek hiç öyle değil. Bisiklet hala bir ulaşım aracı olarak değil, bir keyifli zaman geçirme aracı olarak görülüyor. Sahil kenarlarındaki bisiklet yollarıyla kimse işe gidip gelemiyor. Yürüyüş yolları da öyle. Raylı sistem özellikleri gereği ağır bir şekilde ilerliyor, ama illa her rayın da yerin altından geçmesi gerekmiyor; tramvaylar da düşünülmeli.

“Sahil kenarlarındaki bisiklet yollarıyla kimse işe gidip gelemiyor. Yürüyüş yolları da öyle.”

Eylem planında kent bahçelerine ve bostanlara mutlaka yer verilmeli. Bu, bir hobi nesnesi olarak görülemez. Gıdaya ulaşım, kaliteli ve sağlıklı gıdaya erişim, yerel yönetimlerim sorumlulukları arasında olmalı. Gönüllülerle ya da elçilerle gıda ağları kurmanın, daima kentin örgütlü yapısını güçlendirmek için yarar sağlayacağını hiç bir zaman unutmamak gerek. Gıdasını yüzlerce kilometre öteden getiren bir kentin, yeşil olarak anılmasının imkanı yok.

Atıkla mücadele

Son olarak atığı azaltmak ve atıkla mücadele etmek… Kentleri bir tüketim canavarından çıkartarak, kendisini çeviren bir hale getirecek alanlara dönüştürmek gerekiyor. Bunun da yolu geri dönüşümden geçiyor.

Eylem planında olmazsa olmaz konular bunlar. Eksiği vardır ve elbette artırılabilir. Örneğin akıllı kent uygulamaları ile hayatı kolaylaştırırken, iklime yararlı olmaktan hiç bahsetmedim, ama olmalı. Çöp olan ve ne yazık ki geri dönüşümü de mümkün olmayan eylem planları yapmak yerine; tüm bir kentle daha uzun süren ama kalıcı ve hedefe ulaşacak eylem planları yapmaktan ve uygulamaktan başka bir şansımız yok. Zamanımız azalıyor ve değişim şansını kaçırmanın faturası, emin olun ki değişmenin faturasından çok daha kabarık olacak.

Görsel tasarım: Olcay Özkaplan