Demokrasi, ya sonrası?

Tarihin büyük bölümünde toplum yönetimi, daha çok, yönetilenlerin rızasının söz konusu olmadığı, yönetime hiç karışamadığı çeşitli biçimlerde gerçekleşti. Ancak, toplumsal gelişmenin bir aşamasında, bu durum gerçeklikle uyuşmaz olduğunda, bu yönetim şeklinin değişmesi kaçınılmaz oldu. Yönetenler ve arkasındaki azınlık için yeni yönetim şeklinin kurulmasında, yönetilenlerin desteklerini almayı elzem hale getiren bu aşamaya gelindiğinde, artık eski keyfilikten de çıkılmış oluyordu. Bundan sonra yönetim erkini ele geçirmenin kuralları olduğu bir başka evreye girilmişti. Modern demokrasi böyle bir dizi gelişme sonucunda ortaya çıkıp gelişti. Tarihsel olarak, Fransız ihtilali ya da Amerika bağımsızlık savaşı gibi olaylar, yönetim şeklinin artık eskisi gibi devam etme olanağını tüketen sürecin sonunda girilen yeni dönemin ilanıdır aynı zamanda. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinin girişinde yer alan şu cümleler bu anlamda aşılan ideolojik eşiği de çok iyi ifade eder:

Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır; onları yaratan Tanrı, kendilerine vazgeçilemez bazı haklar vermiştir; bu haklar arasında yaşama, özgürlük ve mutluluğu arama hakları yer alır; bu hakları korumak için insanlar arasında meşru, iktidar hak ve yetkilerini yönetilenin rızasından alan hükûmetler kurulmuştur. Herhangi bir hükûmet şekli, bu amaçları tahrip eder bir nitelik kazanırsa, onu değiştirmek veya kaldırmak ve temelleri kendi güvenlik ve refahlarını sağlamaya en uygun görünecek ilkeler üzerine dayanan, güç ve yetkiyi aynı amaçla örgütleyen yeni bir hükûmet kurmak o halkın hakkıdır.(iba)”

İtaat ya da boyun eğmekten, bir hak haline gelen yönetilme şeklinin seçimi ile başka bir dönem başlamış oluyordu. Demokrasi olarak ifade edilen bu yönetim şekli, bugüne kadar çeşitli zikzaklar çizse de, halen geçerli olan en güçlü ve meşru yönetim şekli olarak devam etti. Bugün demokrasi hala, ‘halkın kendi kendisini idare etmesi’ anlamına kadar geniş bir ideolojik çerçevede aldığı farklı biçimlerle yaşıyor; meşruiyetini koruyor. Ama toplumsal yaşamda meydana gelen muazzam değişiklikler karşısında yetersiz kaldığı zamanlar da oldu; oluyor. Bu anlamda, 20. yüzyılda yaşanan iki küresel savaş ve faşizmin ortaya çıkışı, son örnekler olmadı. Daha sonra dağınık da olsa çeşitli örnekler yaşanmaya devam etti. Bugün ise demokrasinin en güçlü olduğu batı demokrasilerinde yeni tartışmalara neden olan gelişmeler yaşanıyor. Bu gelişmeler, özellikle popülizm başlığı altında tartışılsa da, çeşitli görünümler olayın daha geniş boyutlara ulaştığını düşündürüyor.

Demokrasinin yapısal bir özelliği olan popülizm, kelime anlamı ile halkçılık şeklinde ifade edilebilir; ama günümüzde bu ‘halkçılık’ın farklı bir kullanım aracı haline geldiğini görüyoruz. Halkın çıkarlarını temsil etmek; toplumsal geleceği tehdit eden şeylerin savunulduğu, giderek faşizan, eski dönemin sloganları ile liderliğin kutsandığı başka bir mecraya doğru yönelmeye başladı. Sonuçta halkın ya da toplumun çıkarları ve temsili, sistemin koşullara yeterli cevaplar üretemediği zamanlarda önemli bir tartışma halini aldı. Günümüzdeki gibi büyük ve hızlı değişimlerin yaşandığı koşullarda bunun iktidar için makyavelizme varan bir anlayışın tezahürlerini doğurması, tıpkı kanser oluşumunda anormal büyüyüp mutasyon geçiren hücre gibi sistemi tehdit edici bir unsura dönüşmesine neden oluyor. Geldiğimiz noktada bu görünümlerin artışını nasıl yorumlamalı? Toplum yönetiminde demokrasinin artık realiteyi karşılayamadığı bir krize doğru gidildiğini mi gösteriyor bu; yoksa bunu atlatıp hala bir yönetim şekli olarak süreceğini mi? Güncel tartışmaların örtük sorusunu bu ikilem oluşturuyor sanki.

Demokrasinin en köklü ve yaygın geliştiği batı demokrasilerinde de tartışmaların yoğunlaşması  ise şaşırtıcı değil haliyle. Bu sayımızı son zamanlarda Avrupa’da yoğunlaşan bu tartışmalara ayırdık ve Green European Journal (GEJ)’in hazırladığı demokrasi dosyasının neredeyse tamamını  yayımlıyoruz. Konunun Türkiye açısından ele alındığı tartışmaları da ileride topluca yayımlamak istiyoruz. Yine de demokrasi konusunda genel çerçeve çok değişmeyecek. Bunların başında da şimdi popülizm geliyor. Popülizm tartışmasına GEJ in Nadia Urbinati ile yaptığı röportaj, D.Tump, Victor Orban gibi örnekler üzerinden bir bakış açısı getiriyor. Popülizmin artmasını, çözülmesi gereken sorunların bir habercisi olarak da değerlendirebileceğimizi söylüyor. Yani daha büyük sorunların habercisidir popülizm.

GEJ’in baş editörü olan Jamie Kendrick ise makalesinde popülizm ve demokrasinin sorunlarına başka bir bakış açısı getiriyor. Kendrick “eğer demokrasinin işlemediğinin farkına varıldıysa, onu düzeltmenin de giderek daha az demokratik yolu kalmıştır” tesbitini yapıyor ve çözümün de sahip olduklarımızı korurken demokrasiyi ve temsili, tüm insanları anlamlı ve eşit içerecek şekilde derinleştirmekte görüyor. Bunun gerçekleştirilmesinde ise en hazır ve uygun adres olarak,  Yeşiller ve yeşil siyaseti işaret ediyor.

Bağımsız araştırmacı ve yazar Aleksandra Savanović, Netflix dizisi “Tribes of Europa”dan esinlendiği bilim kurgu perspektifi ile göçmenlik sorunundan çıkarak ‘ulus devlet’,’milliyet’ ve ‘yurttaşlık’ kavramları üzerinden ‘nasıl bir gelecek olabilir?’ meselesini sorguluyor. Modern ulus kavramının, demokratikleşmenin temel unsuru olarak görüldüğü bir dönemden, göçmenlik ve gelişen maddi koşulların vatandaşlık ve devlet ilişkilerini karmaşıklaştırması çerçevesinde, geleceğin tehlikelerini gündeme getiriyor. Tam vatandaşlığın herkes için olmayan bir lüks olduğu ‘yurttaşsız demokrasi’nin ortaya çıkmaya başladığını belirterek, gelecekte bununla yaşanıp yaşanamayacağını sorguluyor ve ekliyor: “eski ırkçı rejimler de meşruiyetini yitirinceye kadar gayet demokratik kabul edilmekteydi”

Portekiz Minho Üniversitesinden Jorge Pinto makalesinde, Hannah Arendt’in demokrasi, yurttaşlık gibi kavramları ele alışından hareketle, yaşanan sorunlara ışık tutulabileceğini anlatıyor. Fransızca konuşan Belçikalı yeşiller vakfından Jonathan Piron ise ölümünden altı yıl sonra Green European Journal’ın kurucu ortağı ve Belçikalı yeşil düşünce kuruluşu Etopia’nın yayın yönetmeni Benoît Lechat’ın ekoloji ve demokrasiyi birleştiren “ekolojik demokrasi” ya da “yeşil demokrasi” anlayışını makalesi ile demokrasi tartışmasına katıyor.

Elinor Ostrom, bir İsviçre köyündeki çobanların otlak alanlarını nasıl koruduğu veya Türkiye’nın kıyı şehirlerinde köylülerin balıkçılık faaliyetlerinde çatışmaları nasıl çözdüğüyle ilgilenmek gibi deneyimciliği önemseyen Amerikalı bir bilim insanıydı. Varşova Üniversitesinden sosyolog Adam Ostolski yazısında, Ostrom’un devlet kontrolü ya da piyasa yolu ile örgütlenmek gibi konulardaki çalışmaları ile, kaynaklar ve kurumların nasıl yönetilebileceğine dair görüşlerinin demokrasi fikrinin ne anlama geldiğini sorgulamamıza yardımcı olacağını belirtiyor.

Dosyamızın dikkat çekici bir yazısı da AB parlamentosu hakkında. Avrupa demokrasisinin gelişmesi ve derinleştirilmesinde önemli bir araç olarak Avrupa Parlamentosunun, günümüzdeki durumu ve işlevini tartışan siyaset bilimci ve tarihci Edouart Gaudot bu kurumun önemini ve vazgeçilmezliğini vurgulamaya, Avrupa Parlamentosunun bir ‘Avrupa yurttaşlar meclisi’ haline gelebilmesinin olanaklarını irdelemeye çalışıyor.

Değişen dünya koşullarında toplumsal gelişmeye bağlı olarak demokrasilerin pek çok yönden eleştirilmesi ve yeni arayışların doğması kaçınılmadı. Son yıllarda gündeme gelen ve demokrasinin işleyişine yönelik tartışmalarda, bu arayışların çeşitli başlıklar altında ifade edildiklerini görüyoruz. Ancak temsiliyet, demokrasinin belki de en temel problemi. Bu bağlamda katılımcı demokrasi, müzakereci demokrasi gibi çeşitli görüşler ortaya kondu. Siyaset teorisyeni Helene Landemore da bu bağlamda bir paradigma değişikliği öneriyor:’açık demokrasi’. Landemore’a göre demokrasi, sadece güce rıza göstermekle ilgili değil; gücü kullanmakla da ilgilidir. Bu açıdan açık demokrasi, gücün eşit olarak dağıtıldığı ya da en azından sıradan insanlara eşit biçimde açık olduğu bir sistemdir. Müzakere ise, bunun en önemli ayağıdır. Demokrasinin pek çok kurumu ve aracını bu çerçevede ele alan yazar, böylece tartışmalara yeni bir boyut getiriyor. Ve bu belki de, demokrasinin çağdaş sorunlarına çözüm olanaklarının gelişmesi ile tahkim edildiği, yaşadığımız gerçekliğe daha çok cevap veren bir dünyanın parçası olmasına kadar ilerleyebilir. Bu yönde halihazır en dinamik ve güçlü aracın yeşil siyaset olduğu ise su götürmez.

İklim krizinin derinleşmesi başta olmak üzere toplumsal sorunların büyüdüğü son yıllarda giderek artan bir şekilde ortaya çıkan “yurttaş meclisleri” acaba katılımcılığı yükselterek demokrasiyi güçlendiren kalıcı araçlar olabilir mi? Başlarda spontan şekilde gelişen meclislerin, giderek yasal-kurumsal bir statü kazanan danışma meclislerine dönüşmeleri neleri değiştirebilir ya da etkileyebilir? Konuyu, Belfast’ta doktora öğrencisi ve bir iklim aktivisti olan Calum Mc Gewon, İrlanda örneği üzerinden çok boyutlu olarak ele alıyor.

Nihayet demokrasi başlığında en önemli konulardan birisi de referandumlar. Ülkemizde de ‘yetmez ama evet’cilik gibi tanımlamalar ile hala önemli siyasi ayrışmalara neden olan referandumların, ne kadar demokratik ya da yararlı olduğu hala tartışmalı. Bunun belli dönemlerde ortaya çıkan bir gereksinim mi , toplumsal ve siyasal sorunlarda başvurulabilecek bir araç mı olduğu tartışmasında henüz genel bir mutabakat yok. Demokorasinin, günümüzde problemlerin çözümünde yetersiz kaldığı durumlarda referandum onu tahkim eden bir yöntem olabilir mi? Bu soru yeni yeni güçlenen bir tartışma. Referandumları doğrudan demokrasinin bir aracı gibi görenler olduğu kadar, siyasi oligarşilerin halk iradesini kullandığı araçlar olarak görenler de var. GEJ yedi makalelik bir seride Avrupa’da İrlanda, İsviçre, İtalya, Macaristan, Malta, Romanya, Birleşik Krallık  gibi yedi ülke örneğinden hareketle bunu sekiz analistin kaleminden ele alıyor. Referandum konusundaki aydınlatıcı bu analizlerin, Jemie Kendrick’in belirttiği gibi, demokrasinin tüm insanları anlamlı ve eşit içerecek şekilde katarak derinleştirilmesine bir yararı olup olmadığını tartışabileceğimiz bir çerçeve oluşturuyor.

Demokrasinin bugün tartışılan yönlerini çeşitli yönleri ile ele alan bu makaleler, ‘henüz tatminkar çözümler ortaya koyamasa da, konuyu tartışmaları, bir problemin varlığına dikkat çekmektedir’ diyerek ilerisi için bir kapı olmasını dileyelim. Süreç artık, tıpkı temsiliyet gibi, yönetimin ana unsurlarının, hala herkes için tatminkar çözümlere götürebilecek bir demokrasinin yeterli olduğunu mu; yoksa artık başka bir yönetim şeklinin kendisini kabul ettireceği yeni bir döneme doğru gidişin mi başladığını gösterecek. Kesin olan tarihin tersine akmadığı, her durumda şartlara uygun yenileri doğurarak ileriye doğru gittiği. Önümüzdeki soru, insanlığın, sadece dünyamızı değil kendi maddi ve sosyal varlığını da tehdit eden koşulları hazırladığı bu dönemde nasıl bir yönetim şekli oluşacak? Herşeye rağmen bu geleceğin bir umudu varsa, onu yaşatan Yeşiller ve yeşil siyasetin daha hızlı ve daha güçlü çalışarak gerçekleşmesini sağlayacağını umalım.

Esen kalın..

Berkay Erkan