Yazan: Jason Hickel [1]

Çeviren: Ali Serdar Gültekin

Büyümenin azaltılması için kampanya yürütenler, büyüyen bir ekonominin her zaman ilerlemenin bir işareti olduğunu savunan dogmayı sorguluyor. Antropolog Jason Hickel, Less is More (Çoğu Zarar, Azı Karar) adlı kitabında, dünyayı giderek kötüleşen ekolojik krizden ancak küçülmenin uzaklaştırabileceğini savunuyor. Yeni kitabını tartışmak ve küçülmenin Küresel Kuzey ve Güney arasındaki ilişkiler için ne anlama geldiğini sormak üzere kendisiyle bir araya geldik.

Green European Journal: Büyümenin azaltılmasına yönelik en zorlayıcı eleştirilerden biri, bunun rahatı yerinde Batılılar için bir fikir olduğu ve Küresel Güney ile çok az ilgisi bulunduğu yönünde. Less is More farklı bir bakış açısıyla, küçülmenin küresel adalet ve dekolonizasyonla ilgili olduğunu savunuyor. Açıklayabilir misiniz?

Jason Hickel: Ekolojik krizi kim tetikliyor? Büyük ölçüde Küresel Kuzey’in zengin ülkeleri: Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Avrupa, İsrail, Avustralya, Yeni Zelanda ve Japonya. Bu ülkeler toplu olarak aşırı emisyonların yüzde 92’sinden sorumludur. Atmosferik müşterekleri kendi zenginleşmeleri için sömürgeleştirmişlerdir. Bu arada Küresel Güney’in tamamı – tüm Asya, Afrika, Latin Amerika – sadece yüzde 8’inden sorumludur ve bu da sadece az sayıda ülkeden kaynaklanmaktadır. Küresel Güney’deki çoğu ülke, hala güvenli karbon bütçesindeki adil payları içinde kalmaktadır ve bu nedenle iklim krizine hiçbir katkıda bulunmamıştır.

Aynı şey kaynak tüketimi için de söylenebilir. Zengin ülkeler yılda kişi başına ortalama 28 ton malzeme tüketmektedir – bu da gezegen için kişi başına düşen güvenli sınırın yaklaşık dört katıdır. Küresel Güney ülkelerinin çoğu, bu sınırın oldukça altındadır. Aslında, düşük gelirli birçok ülkenin insani gereksinimlerini karşılamak için kaynak kullanımını arttırması gerekiyor. Ekolojik kriz büyük ölçüde zengin ülkelerin çok fazla kaynak ve çok fazla enerji kullanmasından kaynaklanmaktadır.

Ayrıca Küresel Kuzey’deki kaynak kullanımının büyük ölçüde emperyal gücün etkin örnekleriyle Küresel Güney’den net el koyma olduğunu da unutmamalıyız. Her yıl Küresel Kuzey’de tüketilen tüm kaynakların neredeyse yarısı Güney’den net olarak alınmaktadır. İnsan ihtiyaçlarını karşılamak – hastaneler inşa etmek ve gıda üretmek – için kullanılabilecek kaynaklar,  bunun yerine Küresel Kuzey’deki büyümeciliğe hizmet etmek için kullanılmaktadır.

Dolayısıyla degrowth, Küresel Kuzey’i hedef alan bir taleptir. Küresel adalet için bir taleptir ve on yıllardır Güney’den dile getirilmektedir. Güney’deki toplumsal hareketler, Kuzey’deki büyümenin kendi ekosistemlerini sömürgeleştirdiğini ve kaynaklarına el koyarak küresel ölçekte bir felakete yol açtığını kabul etmektedir. Degrowth, Güney’i emperyal el koymadan kurtarmak ve atmosferi sömürgesizleştirmek için bir çağrıdır. Bu dil, Kuzey’deki iklim aktivistleri için zorunlu okuma olması gereken bir metin olan 2010 Cochabamba Halk Anlaşması‘nda açıkça görülmektedir [2010 yılında Küresel Güney hareketleri Kopenhag’daki başarısız COP15 iklim görüşmelerinin ardından Bolivya’da bir araya geldi]. Degrowth ilkeleri bu metinde daha geniş bir anti-kolonyal talepler dizisinin parçası olarak temsil edilmektedir.

Degrowth’un kökleri Gandhi, Franz Fanon ve Thomas Sankara gibi önemli lider ve düşünürlere kadar uzanan sömürge karşıtı hareketlere dayanmaktadır. Kuzey’in büyümesinin, bugün de olduğu gibi, Güney’in kaynaklarının ve emeğinin yağmalanmasınabağlı olduğunu kabul etmişlerdir. Daha 1930’lardan itibaren Kuzey tarafından sömürülmeyi reddeden bir duruş sergilemişlerdir. Degrowth, emperyal düzeni yıkmakla ilgilidir.

Gandhi, Fanon ve Sankara’dan bahsettiniz. Sömürgecilik karşıtı mücadelenin bu çok farklı figürlerinin hepsi de sömürgecilikten kurtulmayı farklı bir şekilde yaşamak ve gelişmek için bir fırsat olarak gördü. Ama bu pek de işe yaramadı. Bugün dünyanın dört bir yanında kalkınmaya giden yol genellikle Küresel Kuzey’deki kadar kaynak yoğun. Ne oldu?

Sömürgecilik karşıtı hareket açıkça ekonomik egemenlik elde etme, yani yerel kaynakların ve emeğin, yerel ihtiyaçları karşılamak üzere seferber edilmesi fikri etrafında örgütlenmişti. Bunu Sankara, Fanon ve Gandhi’nin çalışmalarında görebilirsiniz. Ve bağımsızlığını yeni kazanan uluslar bunu çeşitli derecelerde başardılar. Ancak bunu yaparken Küresel Kuzey’de bir sermaye birikimi krizine neden oldular.

Gördüğünüz gibi, Küresel Kuzey’deki kapitalist büyüme, Küresel Güney’deki gelirlerin baskılanmasına bağlıdır. Bu, arz fiyatını düşük tutar ve sermaye birikimini mümkün kılar. Küresel Güney’deki ülkeler; ücretleri arttırdıkça, kaynakların kontrolünü ele geçirdikçe ve fiyatları yükselttikçe, Küresel Kuzey’i sömürgecilik altında sahip oldukları ucuz kaynaklara ve işgücüne erişimden mahrum bıraktılar. Bu değişim Küresel Kuzey’de 1970’lerin stagflasyon (düşük büyüme ve yüksek enflasyon) krizine yol açtı.

Bu durumla karşı karşıya kalan Küresel Kuzey’in önünde iki seçenek vardı: ya sermaye birikiminden vazgeçecek ya da bunu sürdürmek için her yolu deneyecekti. İkinci yolu seçtiler. Sendikalara saldırdılar ve bir yandan Küresel Güney’de yapısal uyum programlarını dayatırken diğer yandan da kendi ülkelerinde işçi sınıfının ücretlerini düşürdüler. Küresel Güney’de yeni kurulan cumhuriyetlerde bu tepki ilerici reformları tersine çevirdi; ekonomik egemenliği ortadan kaldırdı ve Kuzey’in ucuz Güney kaynaklarına ve emeğine erişimini yeniden sağladı.

Emperyal düzenlemenin yeniden dayatılmasının Gana’da Kwame Nkrumah, Şili’de Salvador Allende, Endonezya’da Sukarno ve İran’da Muhammed Mosaddeq gibi kilit ilerici liderlere karşı darbeler yoluyla sıklıkla şiddetle örgütlendiğini de unutmayın. Bu isimler ve daha pek çoğu görevden alındı ve yerlerine Batı’nın ekonomik çıkarlarına daha uygun neoliberal rejimler getirildi. Sömürgecilik karşıtı hareket, Latin Amerika’daki birkaç yer dışında, aşağı yukarı yok edildi. Bugün içinde yaşadığımız dünyanın gerçekliği budur.

“Ekolojik kriz, büyük ölçüde zengin ülkelerin çok fazla kaynak ve çok fazla enerji kullanmasından kaynaklanmaktadır.”

Batı’nın 1970’lerdeki ekonomik krizine ilişkin okumalar, genellikle sömürgecilik karşıtı mücadelenin rolünü göz ardı etmektedir. Hatta 1973’teki petrol krizi bile dekolonizasyon açısından pek tartışılmaz.

1973’teki petrol ambargosu, sömürgecilik karşıtı bir eylemdi. Küresel Güney ülkeleri, kaynaklarına artık bu kadar ucuza el konulamamasını sağlama bağlamak için bir araya geldi. Bunu sadece petrol için değil, diğer birçok önemli hammadde ve emtia için de yaptılar. Batı’da bu durum sermaye birikimini imkansız hale getirdi ve şirketlerin ve karların çöküşüne yol açtı. Sermayenin buna yanıtı; içeride neoliberalizmi, dışarıda ise yapısal düzenlemeleri dayatmak oldu.

Paul Krugman gibi ana akım ilerici ekonomistler, neoliberalizmi açıklamakta zorlanıyor. Bunu bir tür ‘hata’ olarak görüyorlar ve savaş sonrası dönemde hüküm süren kapitalizmin daha az şiddetli versiyonuna geri dönme hayalleri kuruyorlar. Ancak neoliberalizm bir tür hata değildi. Sömürgecilik karşıtı hareket karşısında fiyatları aşağı çekmek ve sermaye birikiminin koşullarını korumak için gerekliydi. Sorun neoliberalizm değildir; o sadece bir semptomdur. Sorun kapitalizmdir.

Argümanınızdan çıkan sonuçlardan biri, Küresel Kuzey’deki ilerici hareketlerin Küresel Güney’deki hareketlerle ittifak kurmaya öncelik vermesi gerektiği. Küresel Güney’deki en önemli potansiyel müttefiklerden bazıları nelerdir?

Üzücü olan şu ki, 1960’ların ve 1970’lerin ilerici hükümetleri çoğunlukla ortadan kalktı; bu nedenle artık hükümetlere bakamayız – her nekadar yine de birkaç istisna varsa da. Bunun yerine toplumsal hareketlere bakmamız gerekiyor. Ve bunlardan binlerce var.

Cochabamba Anlaşmasına sahip çıkan ve bugün onun ruhunu devam ettiren Vía Campesina gıda egemenliği hareketi ve Kızıl Anlaşma (Red Deal)’nın arkasındaki insanlar gibi yerli hareketleri benzeri hareket ve örgütlerle ittifaklar kurmalıyız. Benzer bir analiz Managua Deklarasyonu ve Anchorage Deklarasyonu gibi diğer Küresel Güney belgelerinde de bulunabilir. Küresel Güney hareketlerinden gelen hemen hemen her büyük deklarasyonun mesajı aynıdır: dünya ekonomisi doğası gereği emperyalisttir ve ekolojik kriz bunun sonucudur. Küresel Kuzey’deki yeşil politikaların bu analizle yüzleşmesi ve Güneyli hareketlerin talepleriyle uyum sağlaması gerekmektedir.

Küresel Yeşil Yeni Düzen’den bahsediyorsunuz. Bunun alışılagelmiş Yeşil Yeni Düzen çerçevesinden farkı nedir?

Birkaç temel farklılık var. Bunlardan ilki, küresel iklim adaletinin daha zengin ülkelerin daha yoksul ülkelere kıyasla çok daha hızlı bir şekilde karbondan arınmasını gerektirmesidir. Biliyoruz ki 1,5 derecenin altında kalabilmek için 2050 yılına kadar emisyonları sıfıra indirmemiz gerekiyor. Ancak bu, küresel ortalama bir hedeftir. Zengin ülkelerin, soruna orantısız katkıları göz önüne alındığında, bundan çok daha hızlı bir şekilde karbonsuzlaşmaları gerekiyor. Dolayısıyla Küresel Yeşil Yeni Anlaşma, iklim adaletinin bu temel ilkesini merkeze alacaktır.

İkinci fark ise Küresel Yeşil Yeni Düzen’nin ekolojik krizin, iklimden daha fazlası olduğunu kabul etmesidir. Kaynak kullanımı da – hem nereden temin edildiği hem de ne kadar tüketildiği – aynı zamanda bir sorundur. Küresel Yeşil Yeni Anlaşma, Kuzey’deki aşırı kaynak tüketimini ele almalıdır. Toplumsal açıdan daha az hayati olan ekonomik faaliyet biçimlerini küçülterek, bir yandan insan ihtiyaçlarını yüksek standartlarda karşılamaya devam ederken, diğer yandan zengin ülkelerdeki kaynak kullanımını oldukça önemli ölçüde azaltabiliriz. SUV’lar, hızlı moda, özel jetler, reklamcılık, planlı olarak demode hale getirme, askeri sanayi kompleksi… esas olarak kurumsal güç ve elit tüketim etrafında örgütlenen ve aslında insan ihtiyaçlarıyla ilgisi olmayan devasa üretim yığınları var.

Anlaşılması gereken üçüncü husus ise, yenilenebilir enerjinin havadan gelmediğidir. Güneş panelleri, rüzgar türbinleri ve lityum pillerinin hepsinin maddi bir temeli vardır ve bunların çoğu hem ekolojik hem de sosyal açıdan zararlı yollarla Küresel Güney’den çıkarılmaktadır.

Dolayısıyla, enerji dönüşümünü sürdürmemiz gerekiyor, evet. Ancak aynı zamanda büyüme peşinde koşmaya devam edersek bir sorunumuz ortaya çıkıyor; çünkü daha fazla büyüme daha fazla enerji talebi demektir ve bu da Küresel Güney kaynakları üzerinde daha fazla baskı anlamına gelir ki bu da zaten çıkarcılıktan etkilenen topluluklara giderek daha fazla zarar verecektir. Buna karşın, zengin ülkeler büyümeyi bir hedef olmaktan çıkarır ve enerji talebini azaltırlarsa, geçiş süreci daha az yıkıcı olacaktır. Enerji dönüşümünün ekolojik açıdan tutarlı ve sosyal açıdan adil olmasını istiyorsak, küçülmeye ihtiyacımız var.

“Küresel Güney hareketlerinden gelen hemen hemen her büyük bildiri aynı mesajı vermektedir: dünya ekonomisi doğası gereği emperyalisttir ve ekolojik kriz bunun sonucudur.”

Avrupa’da AB kurumları iklim ve ekoloji konularını çok daha ciddiye alıyor ve umut verici bazı politikalar uygulamaya koyuyor. [Ama] aynı zamanda, bir degrowth ekonomisine doğru ilerlemekten ya da buna benzer bir şeyden bahsetmiyoruz. Yeşil konuların ana akımlaşmasını nasıl okuyorsunuz?

Küresel Kuzey’de küçülme olmadan küresel ısınmayı 1,5 derecenin altında tutamayacağımız giderek daha açık hale geliyor. Ancak şu anda bu konu politika tartışmalarının bir parçası değil ve mevcut kurumların gerekli adımları gönüllü olarak atması da pek olası görünmüyor. Bunun için büyük bir siyasi seferberliğe ihtiyacımız olacak.

Bununla birlikte, bu kurumlar içerisinde radikal fikirlerle ilgilenen ve bu fikirleri politikaya dahil etmek için ellerinden geleni yapan bazı çevreler olduğu açık. Avrupa Parlamentosu bu yıl kritik kaynakların kullanımının sürdürülebilir seviyelere çekilmesi çağrısında bulunan bir önergeyi kabul etti. Bu çok radikal bir talep. Bunun Avrupa Komisyonu tarafından politikaya dönüştürülüp dönüştürülmeyeceğini göreceğiz. Ancak bu, söz konusu kurumlar içerisinde imkanlar olduğunu göstermektedir. Çift cepheli bir yaklaşıma ihtiyacımız var: mümkün olduğunca kurumların içindeki güçlerle çalışmak, ancak aynı zamanda gündemi dışarıdan zorlamak ve gerektiğinde ve mümkün olduğunda gücü ele geçirmek için güçlü seferberlikler düzenlemek.

Partiler ve hareketler için ulusötesi dayanışma pratikte neye benzemeli?

Küresel Kuzey’de sermaye birikimi ve büyüme koşullarını sürdürmek için Küresel Kuzey’de işçi sınıfı taleplerine verilen her tavizin Küresel Güney’de gelir ve tüketimin mümkün olduğunca sıkılaştırılmasıyla dengelendiğini kabul etmek önemli bir adımdır. Küresel Güney ile dayanışma, bu gerçeği kabul etmek ve bu acımasız baskıyı ortadan kaldırmak için Küresel Kuzey’de büyüme sonrası (post-growth), kapitalizm sonrası (post-capitalist) bir ekonomi için bastırmak anlamına gelir. Bunun başka bir yolu yok; ama ne yazık ki şu anda söylemimizin bir parçası değil.

Mevcut söylemimiz ekolojik krizi bir teknoloji sorunu olarak görüyor. Bu, sorunun çok sığ bir analizidir. Buna karşın, Küresel Güney toplumsal hareketleri, krizin kapitalizm ve emperyalizmden kaynaklandığı konusunda nettir. İlk adım, onların belgelerini okumak, taleplerini dinlemek ve ardından kamusal söylemimizde taleplerini desteklemektir. İkinci adım ise hareketlerine dikkat çekmek ve COP gibi uluslararası müzakerelerde taleplerini desteklemektir. Dayanışma, onların fikirlerini kürsülere taşımak ve talepleriyle aynı hizaya gelmektir. İşte bu kadar!

Birçok yeşil ve sol parti sizin analizinizi paylaşıyor olabilir; ancak açık bir anti-kapitalist ya da anti-emperyalist söylemden kaçınıyorlar. Bir kere, fazla radikal olmaktan endişe ediyorlar; ama aynı zamanda bu kelimelerin insanlara hitap ettiğine de ikna olmuş değiller. Bu düşüncelerle nasıl başa çıkarsınız?

Nereden geldiklerini anlıyorum ve endişelerini paylaşıyorum. Ancak geçiştirmek için zamanımız yok. Doğru bir analize ihtiyacımız var. Bu analizin ne olduğunu biliyoruz ve bunun etrafında bir sohbet başlatmalıyız. Bir siyasi parti yeni fikirler ortaya koymak ve bize yeni bir yön göstermek için değilse, ne için vardır?

Bu konuda partilerin daha cesur davranmasına ihtiyacımız var. Ama aynı zamanda toplumsal hareketlerin de onların yanında yer alarak Overton penceresini [2] açmasına ve bu konuşmaların yapılmasını mümkün kılmasına ihtiyacımız var. Politikacılar bana şöyle diyor: “Bu taleplere inanıyorum ama bunları dile getiremiyorum çünkü bunun için bir halk tabanı yok. Popüler bir seçmen kitlesi oluşturun, ben de orada olacağım.” Toplumsal hareketlerimiz henüz o noktada değil, bu yüzden onları genişletmemiz gerekiyor. Bu, klasik hareket inşasıdır; politikacılar bir taraftan bir şeyleri dayatır ve toplumsal hareketler sokaklarda bir şeyleri düşünülebilir hale getirir. Birbirlerini mümkün kılarlar. İhtiyacımız olan ikili hareket budur.

Politikacıların ne söyleyip ne söyleyemeyecekleri söz konusu olduğunda, “degrowth” kelimesini kesinlikle kullanmaları gerektiğini düşünmüyorum. Bence degrowth faydalı bir kelime, çünkü dürüst ve birlikte seçilebilir değil. Ancak her ne sebeple olursa olsun bu kelimeyi kullanmamayı tercih edenler için sorun yok. Önemli olan ilkelerin politikalara yansıtılmasıdır. O zaman ne isterseniz onu söyleyebilirsiniz.

Degrowth akademik bir terim; ancak politikalar çok somut: örneğin kaliteli, iyi yalıtılmış kamusal toplu konutlar. Belki de program, insanlara fikirden daha çok hitap ediyordur?

Evet, kesinlikle. Küresel Kuzey’deki çoğu insan eko-sosyal bir ekonomiye geçişten fayda sağlayacaktır. Gereksiz üretimin azaltılması ve çalışma haftasının kısaltılması çağrısında bulunuyoruz. Radikal bir şekilde daha adil bir gelir dağılımı çağrısında bulunuyoruz. Bir iklim işi garantisi ve temel gelir çağrısında bulunuyoruz. Evrensel kamu hizmetleri ve konutların meta olmaktan çıkarılması çağrısında bulunuyoruz. Sıradan insanların desteğini almak için anlatmamız gereken hikaye budur. Unutmayın, zengin ülkelerde gerçek yoksulluk var. Pek çok insan standartların altındaki konutlarda yaşıyor ve kirayı zar zor karşılayabiliyor. ABD’de insanlar sağlık ve eğitim hizmetlerini karşılayamıyor. Büyümenin azaltılması hareketinin talep ettiği program, kapitalizm altında güvensizlikle ilgili bu endişelere cevap vermektedir. İnsanların alternatifin neye benzediğini hayal etmelerine yardımcı olmalıyız.

Yeşil partiler bazen mücadelenin işçi sınıfını yanlarına çekmek olduğunu düşünüyor. Bu gerçek bir soruna işaret ediyor: işçi sınıfı yeşil politikalara katılmıyor; çünkü yeşil politikalar onlara hitap etmiyor! Bu yüzden politikalarınızı değiştirin, anlatınızı değiştirin. Temel sosyal ekonomiyi nasıl meta olmaktan çıkaracağımızı, konutu kamu malı haline getireceğimizi, geçim kaynaklarına ve gerekli kaynaklara evrensel erişimi nasıl sağlayacağımızı konuşun, istihdam sorununu masadan kaldırın. O zaman gereksiz üretimin azaltılması hakkında konuşabiliriz. Bu fikirlere karşı olan tek kesim kapitalist sınıftır. Engel sıradan insanlar değildir. Engel sermayedir. Üzerinde mücadele etmemiz gereken alan budur.

DİPNOTLAR:

[1] Jason Hickel, çalışmaları küresel eşitsizlik ve politik ekoloji üzerine odaklanan bir ekonomik antropologdur. AIDS krizinin en yoğun olduğu dönemde anne ve babasının doktor olduğu Svaziland’da (şimdiki Esvatini) doğup büyümüştür. The Divide: A Brief Guide to Global Inequality and its Solutions (2017) ve Less is More: How Degrowth Will Save the World (2020) kitaplarıyla tanınmaktadır. Barselona Özerk Üniversitesi Çevre Bilimi ve Teknolojisi Enstitüsü’nde Profesör, London School of Economics Uluslararası Eşitsizlikler Enstitüsü’nde Misafir Kıdemli Araştırmacı ve Royal Society of Arts Üyesi’dir. 2020 itibariyle Harvard-Lancet Onarımlar ve Yeniden Dağıtıcı Adalet Komisyonu’nda, BM İnsani Gelişme Raporu İstatistik Danışma Paneli’nde ve Avrupa için Yeşil Yeni Anlaşma danışma kurulunda görev yapmaktadır.

[2] Ç. N.: Overton penceresi, belirli bir zamanda ana akım nüfus tarafından siyasi olarak kabul edilebilir politikalar aralığıdır. Söylem penceresi olarak da bilinir.

Bu yazı, İngilizce olarak, 5 Ocak 2022 tarihinde, Green European Journal’da yayınlanmıştır.

https://www.greeneuropeanjournal.eu/degrowth-is-about-global-justice/ adresinden indirilmiştir.

Görsel tasarım: Olcay Özkaplan