Yazan: Bruno Latour [1]

Çeviren: Ali Serdar Gültekin

Çevre siyaseti bizi bir yere götürmedi; siyasete bir bütün olarak ihtiyacımız var, nokta. İklim ve çevre, ücretler kadar maddi çıkarları da şekillendiriyor ve önümüzdeki yıllarda sadece bu çıkarları temsil eden güçler sağlam zeminde durabilecek. Bruno Latour’un, yeni iklim rejimi analizinden çıkardığı bu basit tavsiyenin, jeopolitik açıdan ve Avrupa Birliği için önemli etkileri var. Bu röportajda Le Grand Continent; Fransız filozofu, sınırlara, aidiyete ve Brexit’e genişleyen bir tartışmada daha da sıkıştırıyor.

Le Grand Continent: Sizin için Avrupa nedir?

Bruno Latour: Avrupa konusunda uzman değilim, ancak Brüksel-Avrupa, yani Avrupa devletlerini birbirine bağlayan savaş sonrası aygıt –ki bence bu, medyada ve kamuoyunda Avrupa hakkında bildirilenlerin ve kamu oyunun yüzde 98’ini temsil ediyor-   ile  beni ilgilendiren Avrupa arasında ayrım yapmaya çalışıyorum. Bu diğer Avrupa, kelimenin tam anlamıyla, Fransa için Renan’ın Avrupa’sı ya da Almanya için Heimat  Avrupa olabilir.[2] Burada metafizik, antropolojik olarak paylaşılan ortak alan ve ortak kültür olan bir Avrupa’yı kastediyorum. Muhtemelen 10 yıl önce bu ayrımı yapmazdım. Ancak bugün, Avrupa’nın düşmanlarla çevrili olduğu mevcut jeopolitik durumda, Brüksel-Avrupa’yı eleştirmek ve Heimat Avrupa için bir tutku (sevgi değil, tutku) beslemek gittikçe daha önemli hale geldi.

“Avrupa’nın düşmanlarla çevrili olduğu mevcut jeopolitik durumda, Brüksel-Avrupa’yı eleştirmek ve Heimat Avrupa için bir tutku (sevgi değil, tutku) beslemek gittikçe daha önemli hale geldi.”

Son kitabınız Down to Earth: Politics in the New Climatic Rejim [Ayakları yere basmak: Yeni İklim Rejiminde Siyaset]’in son bölümünde; Avrupa’nın, ulusal çıkarların bir “örtüşmesini” yaratmak için “inanılmaz bir araya gelişini” neredeyse göklere çıkaran bir sonuca varıyorsunuz. Burada bir kurum olarak Avrupa Birliği’nden mi bahsediyorsunuz?

Evet, çünkü bir çevre sorunu olarak Avrupa ile ilgileniyorum. Çünkü karşılaştığımız sorular sınırları ve kademeleri aşan sorular ve kendimize şu soruyu sormamız gerekiyor: Bunları hangi çerçevede ele alacağız? Sonuçta sadece Avrupa’nın, bu kez Avrupa Birliği Avrupa’sının, daha önceki ulusal çıkarlarla örtüşen tedbirler -bir araya getirilmiş, kusurlu ama yine de önemli önlemler- ileri sürdüğü anlaşılıyor.

Kitabınızda bahsettiğiniz yerel ile küresel arasındaki bu çelişkiyi Avrupa Birliği’nin aştığını düşünüyor musunuz?

Kesinlikle hayır. Bir jeopolitik dergide bu soru üzerine uzun bir makale yazdım. Tabii ki, Avrupa ‘küresel’ fikrini icat etti. Bir Çin küreseli ve ne kadar fetih tarihi varsa o kadar başka ‘küresel’ vardır. Ancak ilginç olan şu ki, Avrupa, dünya savaşları ve sömürge kolonilerinden çekilme, ardından dekolonizasyon düşüncesi ve ‘Avrupa’nın taşralaştırılması (provencialisation of Europe)’ [3] ve bugünkü göç meselesi olarak bir şekilde kendisine karşı döndürülen bir küresel model icat etti.

“Yüz yüze geldiği zorlukların büyüklüğü karşısında Avrupa, küçük olamaz, küçük düşünemez. Avrupa’nın gerçek bir sorumluluğu var. “

Dolayısıyla, her türlü sorunun, yerel ve küresel her düzeydeki her türlü, karışıklığın ortaya çıktığı bir yer varsa, orası Avrupa’dır. Bu garip fikri, herkese empoze etmeye çalıştığı bir vizyonu icat ettikten sonra, Avrupa’nın şimdi artık tarihsel sorumluluğu, onu “icat etmemek”, [aslında] var olmayan, ama Avrupa’da doğan bu tür bir imperium mundi’yi arkada bırakmanın başka yollarını bulmaktır. Peter Sloterdijk, “If Europe Awakes [Eğer Avrupa Uyanırsa]” adlı gerçekten güzel bir kitap yazdı. Kitap şu soruyu soruyor: Avrupa’nın [karşısında küçük] olamayacağı veya küçük düşünemeyeceği zorlukların büyüklüğü ile yüz yüze gelindiğinde, Avrupa ile şimdi gerçekten ne yapabiliriz?, asıl sorun bu. Avrupa, bir zamanlar sürdürülmesine katkıda bulunduğu küresel sistem tarafından bir şekilde cüceleştirildi; ancak öyle kalamaz; çünkü bu küresel sistem artık çevre kriziyle sarsılıyor. Dolayısıyla, bir Avrupa misyonunu değil, ki bu zaten anlamsız olur, bir Avrupa sorumluluğunu yeniden tanımlama konusunda gerçek bir felsefi sorun var.

Bugün, Avrupa meselesi, sınırlar meselesinden esas itibariyle ayrılamaz. ‘Sınırların sonu’ nun yanında mısınız?

Hayır, ben sınırların yayılmasından yanayım. Ulusların yerini alacak bir Avrupa hayal etmek bir yanılsamadır. Sınırlar yok değil. Aksine, ulusal sınırlara ek olarak, göç baskısı ve çevre krizi nedeniyle [mekansal] örtüşmeler var. Kimlik olarak sınır ile bağlılık  (attachment) olarak sınır arasında ayrım yapmalıyız. Kimlik, tek başımıza idare edebileceğimiz varsayımına bariyerler kurmak demektir; diğer bir deyişle, şu anda İtalya’da olan şey, bizim çok iyi bildiğimiz bir dünyanın icadı diye bir şey yok. Bağlılıklar ise tam tersine, bizim karşılıklı bağımlılıklarımızı kabul eder: İtalya, bağlılıklarını idrak edebilecek olsaydı, asla ülke hudutlarıyla sınırlı kalmazdı. Bu, sınırları aştığımız anlamına gelmez; kendimizi, birbirine bağlı, iç içe geçmiş olarak düşündüğümüz anlamına gelir ki, bu hiç de aynı şey değildir.

Avrupa icadı bu mekandan benim “mesken tutulacak yer” dediğim elle dokunulabilir mekana geçmemiz gerek.

Sorun şu ki, bu Avrupa mekanizması, AB-Avrupa, siyaset bilimciler tarafından ya bir ulus-devlet yapısı, bir üstyapı ya da bir imparatorluk modeli olarak anlaşılmış ve açıklanmıştır. Ancak sınırları tanımlamanın tamamen farklı bir yolu var: bu, tbağlılıklarımızı, bağlı olduğunuz şeyleri anlamaktır. Ve bu bağlı olduğunuz şeyler, duvarlarla çevrili bir izolasyon yaratmaz. Aralarında binlerce gerilim ve iç içe geçme vardır. Ve bu geçişin asıl zorluğu da bu: Avrupa icadı bu mekandan benim “mesken tutulacak yer” dediğim elle dokunulabilir alana geçmek.

Bununla birlikte, bu bağlılıkları katı düşünce ve temsil kategorilerine sokmak, herhangi bir yönetişim biçimi için gerekli görülebilir…

Soru, Avrupa Birliği-Avrupa’nın ideal örgütlenmesi ile ilgili değil. Varoluşsal aidiyeti, Heimat veya vatan tarzında tanımlamakla ilgileniyorum. Bu da kurumların pratik organizasyonu için herhangi bir rehberlik sağlamaz. Şu anda bu sorunun bir çözümü yok; çünkü muhafazakar bir devrimin ortasındayız. Bu, kurumsal bir kriz değil; varoluşsal bir kriz. Avrupa varoluşsal olarak içeriden ve dışarıdan tehdit altındadır. Varoluşsal bir tehditle karşı karşıya kaldığımızda, öncelikler hakkında düşünmeliyiz: Her birimizin Avrupa’yı kendi yurdumuz, yuvamız olarak anlamamızı sağlamak ne anlama geliyor? Avrupa ile ilgili sorular söz konusu olduğunda beni gerçekten şaşırtan şey, Avrupa hakkında konuştuğumuzda bunun sadece Brüksel ile ilgili olmasıdır. Oysa ki, başka bir gerçekliği olan bir Avrupa’da yaşıyoruz.

“Bu, kurumsal bir kriz değil; varoluşsal bir kriz.”

Ancak Avrupa Birliği, gerçekten bu “Heimat Europe [Yurdum Avrupa]” aidiyeti ile birlikte var olabilir mi? Sizin tasavvur ettiğiniz Avrupa, Brüksel ve onun yönetişim modeli tarafından tehdit altında değil mi?

Tek yapmaya çalıştığım, Brüksel hükümetini daha büyük bir bütünün bağlamına yerleştirmek, ki bu onun için varoluşsaldır. Brüksel Avrupa’sına yönelik eleştiriler, genel kamuoyu tarafından anlaşılmaz olan kurumsal reformlar üzerine kafa yormaya yol açar. Birlik reformu ile ilgili sorulara bakılmaksızın, Amerika Birleşik Devletleri tarafından saldırıya uğrayan, Brexit tarafından bir kenara atılan ve kendi kendilerine hiçbir zaman var olmamış ulus-devletler icat eden ülkeler tarafından içeriden terk edilen varoluşsal bir Avrupa var: yeniden hayal edilen ulus-devletler. Kamusal hayatın zalimleştirilmesini açıklayan şey, insanların bunun olmadığını bilmesidir. Avrupa Birliği’nden ayrılmış, tek başına bir İtalya nedir? Var olamaz. Ve her halükarda, bir çevre krizinde hiçbir ulus-devlet tek başına var olamaz. Ne var ki, onun korumasına ihtiyacımız var ve büyük çelişki de burada yatıyor. Kimliğe değil, bağlılıklara dayalı aidiyet biçimlerini – ve kitabımın vardığı sonuç bu – vurgulamamız gerekiyor. Başka bir deyişle, yaşamamıza olanak sağlayan şeyleri.

Bu bilmeceyi çözmek için bir “üçüncü çekim noktasından”[4] bahsediyorsunuz. Bunun tam olarak ne olduğunu açıklayabilir misiniz?

Üçüncü çekim noktası, eğer onu düzgün bir şekilde tanımlayabilseydim, pek çok kişiyi kendine çekerdi. Çevreciler tarafından çokça dikkate alınmıştır. Yaşam formlarından oluşur. Coğrafi anlamda sadece bir mekan değildir; yeni yasal çerçeveler tarafından, müşterekler üzerinde, mülkiyet haklarına alternatifler üzerinde çalışan insanlar tarafından geliştirilir; güneşin altındaki her bir aktivist tarafından üzerinde düşünülür. Nüfusça yoğundur; ama siyasi yönelimi yoktur. Kısacası, başka bir aidiyet yoluna doğru gittiğimizi herkes biliyor.

“Kimliğe değil, bağlılıklara -yaşamamıza olanak sağlayan şeylere- dayalı aidiyet biçimlerini vurgulamamız gerekiyor.”

Artık çevre kriziyle başa çıkmaya uygun olmadığını söylediğiniz Sağ/Sol, muhafazakar/ilerici kalıbını kıran bu yeni temsiliyet tabanını nasıl harekete geçirebilir ve buna doğru ilerleyebiliriz?

Mekanizma söz konusu olduğunda herkes gibi ben de bir bakıma ne yapacağını bilmez haldeyim. Politik tutum almak çok karmaşık; çünkü insanlar çıkarlarının ne olduğunu bilmedikleri için, çıkarları yönünde oy kullanmadıklarından dolayı, çıkarları tanımlamak imkansız.

Bence asıl sorun, yaşam koşullarının tarifinin  soyutlanması, çünkü tüm aidiyetleri ve kesinlikleri yeniden tanımlamakta olan çevresel krizini unutma eğilimindeyiz. Kaç kişiyiz? Neredeyiz? Kiminle? Hangi geçim kaynağıyla? gibi sorular. Bunlar temel sorular,  jeopolitiğin altında yatan sorular ki, sahip olduğumuz yegane iki modeli bunlar üzerinden yeniden tassavvur ediyoruz: ya artık sınırlarımızın olmadığını söyleyen küreselleşme modeli ya da aslında daha önce olmayan, ‘yeniden ulus-devletler olmamız gerektiği’ fikri. Orbán’ın imparatorluğu, gerçekte hiçbir zaman var olmamış yeni bir icattır ve “ebedi Macaristan” değildir. Böylece iki mükemmel kurgumuz var: ya toprak arayan halklar ya da halkı olmayan topraklar.

“İki mükemmel kurgumuz var: ya toprak arayan halklar ya da halkı olmayan topraklar.”

Çevre gerçekten depolitize edilebilir mi? Epistemolojik bir soru mu, yoksa etik ve ahlaki bir soru mu olmalı?

Çevreyi ortadan kaldırmalıyız: çevreyi siyasetin bir parçası haline getirdik ve bu hiçbir yere varmadı. Siyaset hakkında konuşmamız gerekiyor, nokta. Siyasette iç içe geçmiş, çıkarları birbirine yaklaşan ya da ayrılan canlılar var; gel gör ki, tanımlamamız gereken de bu: canlıların siyaseti. Bireylerin çıkarlarını ve konumlarını radikal bir şekilde yeniden tanımlayacak olsaydık, siyasi partilere sahip olabilirdik. Böyle bir noktada, daha önce olduğu gibi, şikayetleri bir araya toplar ve programları ve platformları olan siyasi partilere sahip olurduk. [Zenginliğin] yeniden dağıtımıyla ilgili bazı sorular dışında, modernleşme fikrini paylaştığımız için onlara daha önce sahiptik. Bir kere artık ortak bir dünya olmadığında, partiler de artık olmaz. Siyasi meselelerde neredeyse her bir birey ölçeğinde bir dereceye kadar pikselleşmeye döndüğümüzde, yeniden oluşacaklar.

Kitabınız, Fransız Devrimi’nde tanzim edilen ‘şikayet edilen meseleler’ listelerinden bir örnek veriyor.

Beni çok ilgilendiren bir durum; çünkü bağlılıklarını ve haksızlıklarını tarif ederek kendilerini anlayan Fransızları yarattı. İkinci Avrupa’ya dairbeni ilgilendiren de bu: Bağlılıklar Avrupası’nı tarif edecek olursak, Fransa’da Avrupalı olmayan, bağlı olmayan tek bir kişi bile yok. Küreselleşmediğimiz açık; ama daha dünyevi, kelimenin tam anlamıyla [mondialisés] hale getirildik. Herkesin bir ağdaki bağlılıklarının bir açıklaması vardır ve bunlar açıkça sınırları aşar. Ama aynı zamanda -bağlanma kavramının aşağı yukarı ima ettiği gibi- güvenlik ve korumaya da ihtiyacımız var. Ancak sınırlar güvenlik ve koruma getirmez. Sınırlar Çin Seddi gibidir: kimseyi dışarıda tutmamıştır. Tarafların olması için şikayetlerin olması gerekir; şikayetlerin olması için çıkarların olması gerekir; çıkarların olabilmesi için de betimlenebilir bir dünyanın olması gerekir.

“Tanımlamamız gereken şey: canlıların siyeseti.”

Anti-kapitalist Sol’un programı, pek çok kişinin, muhafazakarlara veya aşırı sağa oy verdiği bir zamanda düşünülemez görünüyor. Front National gibilerine oy verenlere “Evet, güvenlik ve koruma istemekte haklısınız ve bağlılık ve aidiyet istemekte haklısınız. Öyleyse, bağlılığınızı ve aidiyetinizi tanımlayın ve bunun neye benzediğini görelim” diyemiyorsak, o zaman tüm taraflar aynı derecede Avrupa karşıtıdır (Avrupa fikrinin kendisini başarısız hale getirir). Herkes – Orbán’ın Macaristan’ı gibi – geçim kaynakları olmadan ekonomik olarak da var olmayan uluslar icat ediyor. Bugünün trajedisi bu: Siyasetin gaddarlaşması, insanların kendilerine sunulan modellerin imkansız olduğunu bilmesi ve aynı zamanda küreselleşmenin sona erdiğini hissetmesi anlamına geliyor.

‘Küresel’ dünyayı tarif etmeyi imkansız hale mi getiriyor?

‘Küresel’ bizi yanlış yönlendiriyor. Küresele geçtiğimizde, her şeyi bir araya topladığı için kaybolduk ve artık onun neresinden tutacağımızı göremiyoruz. Politika tam olarak bununla ilgili, bir tutamağını elde etmek. Ancak bunu yapmak için olayları pratik olarak tanımlayabilmeniz gerekir. İnsanlardan durumları tanımlamalarını istediğiniz anda, harekete geçme ve bağları yeniden tanımlama olasılıkları açılır: politika budur. Ama var olmayan ulus devlete ya da yine var olmayan küreselliğe dönüşün soyutundaysak, insanları konuşturmak, onları çaresizliğe sürükler. Sol, insanlara antikapitalist olmaları gerektiğini söylediğinde, bununla ne yapabilirler? Tüm bu siyasi durumu oluşturan, iklimin inkarı durumudur. Bugün, insanlara hem çevre krizi nedeniyle küreselleşme hedefinin imkansız hale geldiğini, hem de imkansız olduğunu pekala bildiğimiz halde ulus-devletin içine çekilmemiz gerektiğini söylüyoruz.

Sorum şu: Bugün, haklı olarak bir ulus-devletin korumasını talep eden insanlara, gerçek çıkarları ve bağlılıkları söz konusu olduğunda bu devlet mevcut değilken, bugün ne diyebiliriz? “Siz popülistlersiniz, zamanı geri almak isteyen neofaşistlersiniz ve umabileceğiniz en iyi şey, ekonomik büyümenin devam etmesidir”den başka bir şey söyleyebilir miyiz?

[1] Bruno Latour, Sciences Po Paris’in médialab ve politik sanatlar programı (SPEAP) ile ilişkili fahri profesördür. Ocak 2018’den beri Zentrum fur Media Kunst (ZKM) üyesi ve Karlsruhe’deki HfG’de profesördür. En son kitabı Down to Earth: Politics in the New Climatic Rejim’dir (Polity Press, 2018).

[2] Almanca Heimat kelimesi vatana, kendimizi evimizde hissettiğimiz yere ait olma duygusunu ifade eder. Renan’a yapılan atıf, bir ulusu neyin oluşturduğuna dair Fransız anlayışının temelini oluşturuyor: bir topluluk olarak birlikte yaşama iradesinin açık bir şekilde gösterilmesi.

[3] Ç. N. : ‘Avrupa’nın taşralaştırılması’, kapitalizme geçişin her bir halinin aynı zamanda bir tercüme -mevcut dünyaların ve onların düşüncelerinin tercümesi- meselesi olduğunu; kategorilerin, kapitalist modernitenin [kendi] kategorilerine ve kendi anlayışına tercümesi olduğunu öne sürer.

[4] Bruno Latour’un kitabındaki çekim noktaları, manyetik kuzeyin bir pusulanın ibresini “çekmesi” gibi bir yöne işaret eden kutuplaştırıcı kavramlardır.

Bu makale ilk olarak Le Grand Continent’te yayınlandı.

Bu yazı, İngilizce olarak, 28 Kasım 2019 tarihinde, Green European Journal’da yayınlanmıştır.https://www.greeneuropeanjournal.eu/bringing-europe-down-to-earth/ adresinden indirilmiştir.

Görsel tasarım: Olcay Özkaplan