Yazan: Olivia Lazard [1]

Çeviren: Ali Serdar Gültekin

Yeşil dönüşüm toplumlarımızı, ekonomilerimizi ve uluslararası sistemi yeniden şekillendiriyor. Madencilik ve büyümeden tamamen ayrılmaktan ziyade, şu ana kadar gezegenin sınırlarını zorlayan aynı yolun farklı bir versiyonu gibi görünüyor. Büyümenin ötesine geçmek toplumları daha istikrarlı bir geleceğe taşıyabilir mi? Olivia Lazard’ın araştırması, iklimin bozduğu geleceklerin ve ekolojik çöküşün jeopolitiğini inceliyor.

Yeşil Avrupa Dergisi: Avrupa Yeşil Mutabakatı, Avrupa Birliği’nin 2050 yılına kadar net sıfır karbon emisyonuna ulaşma planıdır. Avrupa’nın yeşil dönüşümünün maddi   tarafı nedir?

Olivia Lazard: Yeni bir endüstriyel enerji dijitalleşme devrimine giriyor olmamız, doğal dünya üzerindeki maddi ayak izimizi arttırdığımız anlamına geliyor. Bu büyüme mantığına sadık kalırsak, döngüsel bir ekonominin dizginleyebileceği çok şey var.

Geçtiğimiz 10 yıl boyunca, ekonomik faaliyetlerin sera gazı emisyonlarından ayrıklaştırılması hakkında çok fazla konuşma yapıldı. Görebildiğimiz kadarıyla – ve pek çok bilimsel çalışmaya göre – ekonomik faaliyetleri ve sera gazı emisyonlarını birbirinden ayırabileceğiniz anlar var; ancak bunu uzun vadede yapamazsınız ve ayrıca iki büyük sorun bulunuyor.

Bunlardan ilki, Avrupa Birliği’nin bazı faaliyetlerini sera gazı emisyonlarından başarılı bir şekilde ayrıklaştırdığı iddiasının kısmen, bağımlı olduğu birçok maddi faaliyetin AB dışındaki ülkelere yaptırılmasından kaynaklanmasıdır. Karbon muhasebesi kapsamında AB, yılda küresel sera gazı emisyonlarının yalnızca yüzde 6 ila 7’sini saldığımızı söylediğinde, bu yalnızca AB’nin Asya, Afrika, Latin Amerika ve doğu komşularındaki tedarik zincirlerine dayanması nedeniyle mümkündür.

İkinci husus ise, dijitalleşme yoluyla ekonominin kaydileştirilmesi konusunda tam bir fantezi olmasıdır. Dijitalleşme, çelik ve beton etrafında çok sayıda metal ve karbon yoğun altyapı içeren büyük miktarda fiziksel altyapı gerektirmektedir. İnterneti birbirine bağlayan devasa su altı kabloları gibi bu altyapılar yine ekosistemleri gasp ediyor. İnsan uygarlığı ekosistemlerin son bütünlüğünü de parçalamaya devam ediyor. Sınırlara yaklaşıyoruz. Ve beşeri sistemler için istikrar, sağlık ve evrim açısından bunun ötesinde ne olduğunu bilmiyoruz.

Yeşil dönüşüm, çatışma ve barış arasındaki bağlantı üzerine çalışıyorsunuz. Büyüme, maden çıkarma ve çatışma arasındaki bağlantı AB için ne anlama geliyor?

Enerji yoğun tüm ekonomiler gibi AB’nin de büyümesi maden çıkarımına dayanıyor. Tek pazarının doğası ve AB’nin büyük ölçüde hizmet odaklı bir ekonomi olması nedeniyle, ekonomik büyüme merdivenini tırmanmak için ticaret ve ticari alışverişleri kullanan diğer ekonomilere madencilik maliyetlerini dış kaynaktan temin yoluyla aktarmaktadır. Bazı bağlamlarda maden çıkarma; şiddet, elit yağması, yolsuzluk ve yasadışı mali akışlarla yakından ilişkilidir.

“İnsan uygarlığı ekosistemlerin son bütünlüğünü de parçalamaya devam ediyor. Sınırlara yaklaşıyoruz.”

AB, maden çıkarma sorunlarına karşı kör değildir. Tedarik zinciri gözetim mekanizmaları gibi araçlar geliştirmiştir. Örneğin şu anda kritik mineraller için bir mekanizma üzerinde çalışıyor. Ancak talebin yüksek olduğu yerlerde düzenlemeler kolaylıkla atlanabiliyor. Enerji yoğun ekonomiler, özellikle de madencilik gibi yüksek konsantrasyonlu olanlar, ya şiddeti araçsallaştıran ya da maliyetten kaçınmak için şiddeti marjinal biçimde hafifletmeye çalışan politik ekonomiler üreten bu çıkarım ekonomilerini görmezden gelme eğilimindedir.

Düzenleyici araçlar bu şiddet içeren siyasi ekonomileri ancak yüzeysel olarak hafifletebilir. Bunun yerine ihtiyaç duyulan şey ya tedarik zincirleri oluşturulmadan önce bunları ele almak ya da madencilik etrafındaki şiddet içeren siyasi ekonomileri gerçekten dönüştürecek ekonomik, ekolojik, yönetişimsel, sosyal ve finansal kırılganlıkların üstesinden gelmek için sistemik yatırımlar düzenlemektir.

Ekonomik ve sosyal sistemlerimiz büyüme ve çıkarma üzerine inşa edilmiştir ve yeşil dönüşüm de şu ana kadar benzer bir mantık izlemektedir. Doğal sistemlerle alternatif bir ilişki var mı?

İnsanlık tarihine bakarsanız, başka işleyiş biçimleri de olduğunu görürsünüz. Yerli topluluklar yüzyıllardır bu gerçeği “modernleşmiş” halklara ve toplumlara haykırıyor. Örneğin, Amazon Havzası’nın sadece doğal süreçlerin ve ekolojik dizilimin bir sonucu olmadığını, insan idaresinin ve insan toplumları ile doğal yaşam sistemleri arasındaki olumlu etkileşimlerin küratörlüğünün bir sonucu olduğunu biliyoruz. İnsanlar ve doğal yaşam sistemleri arasındaki ilişki, dünyanın belirli bölgelerinde karşılıklı olarak anlaşılmaya devam etmektedir. Uzun vadede kendimize yeniden hatırlatmamız gereken şey bu bilgidir. Ancak yerli medeniyetleri başlangıç noktası olarak almak, bugün Avrupa’da veya ABD’de nasıl yaşadığımıza kıyasla çok zor. Bu görmezden gelemeyeceğimiz ve gelmememiz gereken bir gerçek. Avrupa toplumları için söz konusu olan şey, son derece karmaşık ve ince sosyo-ekonomik dengeleri, karmaşık yaşam sistemleriyle karşılıklı olarak güçlendiren bir alana yerleştirmektir.

Sosyal refah sistemleri Avrupa uluslarının sosyo-politik DNA’sının kilit parçalarıdır ve bir vergi tabanı oluşturmak için istihdama dayanırlar. Avrupa’da bu istihdam, başka yerlerden çıkarım faaliyetlerine dayanan makro-ekonomik yapılara ve diğer ülkelerle ince dengeleri koruyan ticari alışverişlere bağlıdır. Küreselleşmenin ilkesi budur: hiçbir ülke bir ada değildir, hepimiz birbirimize bağımlıyız ve hepimizin ulusal dengeleri ve yeniden dağıtım modellerini tanımlayan karşılıklı bağımlılıklar içinde iç içe geçmiş çıkarları var.

Dışsallıklar olarak adlandırılan olguları ekonomik davranışlarımıza entegre ederek karmaşık canlı sistemlerle olan ilişkimizi dönüştürmeye çalıştığımızda ve talep azaltma veya küçülme politikaları da dahil olmak üzere ekonomik karşılıklı bağımlılıkları değiştirdiğimizde, hangi ödünleşimleri yarattığımızı ve hangi istikrarsızlıklara yol açabileceğimizi anlamak zorundayız. Avrupalılar için kilit soru, Avrupa’daki sosyal güvenlik ağlarını parçalamayan bir ekonomik sisteme ulaşırken, karmaşık canlı sistemlerle yeniden nasıl ilişki kurulacağı ve küresel iklim ve ekonomik adalet için nasıl çalışılacağıdır.

“Tüm siyasi ve sosyal sistemlerimizin yenilenmeye (rejenerasyona) yönelik olması gerekmektedir.”

Temelde, küçülme tartışmasının zorlandığı konu da budur. Olaylara ulusal bir perspektiften bakarsanız, o zaman belirli sektörlerin nasıl ortadan kaldırılacağı, işgücünün başka bir sektöre nasıl kaydırılacağı, potansiyel olarak yeniden vasıflandırılacağı ve benzeri konularda düşünceleriniz olabilir. Ancak ulusal bir ekonomiyi uluslararası bağları bağlamına yerleştirdiğinizde, konuşma çok daha zor hale gelir.

Palmiye yağı meselesi buna iyi bir örnektir. Malezya ve Endonezya, AB’nin palmiye yağını yasaklamasına, iklim eylemine karşı oldukları için değil, palmiye yağı etrafındaki sosyal dengeleri tehdit ettiği için tepki gösterdi. AB’de ormansızlaşma yasası uygulamaya konduğunda, tedarikçi ülkeler üzerindeki etkileri hesaba katılmamış, ortak ülkelerde istikrarsızlık yaratmış ve uluslararası ilişkilerde güveni zedelemiştir. Ortaklarımıza gereken özeni göstermezsek, ormansızlaşma hareketinin yeniden inşa etmeyi ve güçlendirmeyi amaçladığı temel dokulardan bazılarını, özellikle de iklimdeki bozulmalar karşısında zayıflatmış oluruz.

Eğer küçülme çok büyük bir kırılma ise ve aynı zamanda büyüme mantığının hayati doğal sistemleri yok ettiğini biliyorsak, ekonomilerimiz için ileriye dönük yol nedir?

Ekonomileri doğal madenleri çıkarıcı olmaktan rejeneratif olmaya – yani doğanın yenilenme oranlarından daha fazla çıkarım yapmamaya – nasıl döndüreceğimiz hayali iki soru ortaya koymaktadır.

Birincisi, iklim krizinin bu kadar ilerlemiş olduğunu bilerek yenilenmek için hala zamanımız var mı? Doğal kaynaklar ve ekosistemler zaten hareket halinde, kuşların göç düzenlerindeki değişimi görüyoruz. Devlet ve ulus olma, yerleşik sınırlara, yerleşik doğal kaynak dağılımına ve sınırlarla bağlantılı hayali kimliklere dayanır. Eğer hareket etmeye başlarlarsa, bu pek çok sorun yaratacaktır. Rejenerasyon yoluyla belirli doğal kaynak dağılım modellerini bugünkü haliyle sürdürebilmek için son bir fırsat penceresi yakalayabilir miyiz? Yoksa tamamen farklı bir şeye mi geçiyoruz ve bu nedenle nasıl yenileneceğimizi tam olarak bilmiyor muyuz?

İkinci olarak, temel soru, küçülmenin kendi başına arzu edilen bir sonuç olup olmadığı değil, küçülmenin yerel, ulusal, bölgesel ve uluslararası düzeylerde rejeneratif bir ekonomi ve çevre içinde etkili olup olmadığıdır. Küçülme, gereksiz malzeme kullanımını azaltma ve ekonomileri daha yerel, döngüsel ve biyo-bölgesel ekonomilere doğru kaydırma amacına hizmet ediyor mu, bu da toprakları beslemeye ve su ekmeye yardımcı oluyor mu, yani su tutma peyzajlarını yeniden oluşturuyor mu? Büyümenin azaltılması, sosyal dokuyu yenileyebilir ve yalnızlık, depresyon ve ruh sağlığı salgınları gibi diğer sosyal sorunlarla mücadele edebilir mi?

Tüm siyasi ve sosyal sistemlerimizin yenilenmeye yönelmesi gerekmektedir ve küçülme için sorulması gereken soru, bunun bir parçası olup olmadığıdır.

Ukrayna’daki savaş, Avrupa’nın jeopolitik duruşu ile küçülme politikaları arasında bir bağlantı olduğunu ortaya çıkardı mı?

Savaşın neticeleri, kaynak verimliliği üzerinde daha fazla düşünülmesine yol açtı. Ben buna küçülme demezdim. Küçülme daha çok belirli kilit sektörlerin etik, ekonomik ve sosyal faydaları arasında nasıl hakemlik yapılacağına dair politik bir öneridir. Bu düşüncenin işsizlik krizleriyle mücadele etmekten ya da zararlı tüketim davranışlarını ortadan kaldırmaktan daha fazlası olması gerekir.

Doğru, fakat küçülme savunucuları tarafından hesap edilen politika türleri, siyasi kabul edilebilirlik vitrinine girmiştir.

Bu da doğru. Ben bir Fransız vatandaşıyım ve geçen yılki cumhurbaşkanlığı kampanyasını gözlemlemek ilginçti. Büyümenin azaltılmasının 2027 başkanlık kampanyasında bir anahtar kelime olmasını beklerdim ama bu 2022’de oldu bile. Yani gerçekleşiyor. İklimin bozduğu gelecekler yeni bir siyasi yelpazeyi çağırıyor.

Ukrayna’daki savaş, özellikle Avrupa’daki sistemlerimize bir gerçeklikle yüzleşme ve şok gönderdi. Ukrayna’daki savaş nedeniyle küçülme gerçeği hakkında konuşmanın farklı yolları, kronik bir kriz ve savaş yaratan bir meta olarak fosiller ile Avrupa’nın stratejik özerkliği arasındaki kilit bağlantılar tarafından ateşlendi.

Avrupa, açık ve merkezi olmayan enerji sistemlerine yatırım yaparak ne kadar çok stratejik özerklik kazanırsa, o kadar iyi durumda olacağımızı söyleyen bir argüman var. Ancak bu sadece karbonsuzlaştırmayı bir son nokta olarak kabul ederseniz doğrudur. Bu noktaya ulaşmak, önümüzdeki on yıl içinde karbonsuzlaşma ile ilgili konuşmayı çok zorlaştıracak engellerle dolu.

Nasıl zorlaştıracak?

Geçen yıl Yeşiller tarafından hazırlanan ve arka planında Ukrayna bayrağı ile rüzgar türbini kuran bazı işçilerin yer aldığı ve daha fazla yenilenebilir enerjiye yatırım yaparsak daha fazla barışa sahip olacağımızı söyleyen bu posteri hatırlıyorum. Bunu iletişim açısından anlıyorum; ancak fosil bağımlılığından uzaklaşmanın mineral bağımlılığına doğru bir geçiş olduğunu düşündüğünüzde verdiği mesaj sorgulanabilir. Bu başka bir maden çıkarma dönemi, sadece farklı temel malzemelerle. AB, İsveç’teki sözde keşfe rağmen, kendi temiz teknolojilerinin ihtiyaçlarını karşılamak için topraklarında yeterli madene sahip değil. Bu madenler bağımlılıklar yaratacak ve maden çıkarma, sistem rekabetini şekillendirecek ekonomik ilişkileri yönlendirebilir. Bu uydurulmuş bir tehdit değil. Gerçek bir tehdit. Ancak şu anda uluslararası sistemimizin merkezinde yer alan güvenlik ikileminin üstesinden geldiğimizden emin olarak bu tehdidi azaltabiliriz.

“Küresel güç dengesi gezegensel sınırların ötesine geçemez. Çin bile bunu biliyor.”

AB’nin bundan 20 yıl sonrasına geliştirmek istediğimiz bağımlılıklara bakması gerekiyor. Çin ve Rusya tedarik zinciri özerkliği ve egemenliği açısından oyunun önündeler ve ekonomik avantajlarını Küresel Güney’deki yönetişim sistemlerini değiştirmek için kullanıyorlar. Otoriter rejimlerin ya da en azından şeffaf olmayan, hesap verebilir olmayan rejimlerin yükselişi, enerji dönüşümüyle uyumludur. Büyümenin azaltılması söz konusu olduğunda, bu konuyu tartışmamız gerektiğini düşünüyorum. Küçülmenin güçlü bir politik-ekolojik önermesi vardır. Aynı zamanda güçlü bir jeopolitik ve jeoekonomik önermeye de sahip olmalıdır.

Küçülmenin Avrupa Birliği için jeopolitik sonuçları ne olur?

Bazı değerleri ortadan kaldırıp uluslararası ekonomik ilişkileri değiştirmeye başlarsanız ve potansiyel olarak üretimi Avrupa’ya geri getirirsniz, o zaman AB dışındaki ortakları zayıflatabilirsiniz. Bu ortaklar sadece ekonomik değil siyasi ortaklardır. Bazı ülkeler ekonomilerini ve sosyal dokularını Batı’nın talebi üzerine inşa etmişlerdir, bu nedenle

küçülmenin birlikte tasarlanması ve birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu, bizim yapmaya başladığımız bir şey değil.

Ekonomik büyüme ve güvenlik arasındaki bağlantıyla ilgili bir başka soru daha var. Siyaset teorisi 101 dersinde devletin şiddet tekeli ile tanımlandığını öğreniriz. Şiddet tekeline sahip olmak için askeri, güvenlik ve savunma sistemlerine yatırım yapmamız gerekir. Daha geniş küresel gruba bakarsanız, Çin, Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri’nin askeri yeteneklere giderek daha fazla yatırım yaptığını görürüz. Dolayısıyla, güvenlikten sorumlu kişilerin bakış açısına göre, şimdi gemiyi sallamanın zamanı değil. Küçülme, ulus-devletin güvenliğe yatırım yapmasını sağlayan sosyo-ekonomik istikrardan uzaklaşmak anlamına gelebilir.

Anladığım kadarıyla küçülme hareketi bu sorulara daha yeni eğilmeye başladı.

Mevcut koşullar çok hassas ve insan sistemlerinin kendilerini nasıl organize ettiğini anlamadan, sadece gezegen sağlığına odaklanan ideolojik bir küçülme gündemi ters etki yaratıyor. Sistemik gezegensel ve insani güvenlikte küçülmenin oynayabileceği role ters düşmektedir.

Küresel bir kamu malı rejimi, yani gezegenin istikrarlı koşullarını korumak için daha derin bir küresel işbirliği çağrısında bulundunuz. Putin, Xi, Biden ve diğerlerinin küresel kamu mallarını yönetmek için bir masanın etrafında oturması ihtimali her zamankinden daha uzak değil mi?

Hem evet hem hayır. Herhangi bir kritik tarihsel kavşakta, her zaman eşzamanlı ve aynı anda işleyen güçler vardır. Ukrayna’daki savaş tarihsel boyutlarda tektonik değişimler yarattı. AB, Avrupa Yeşil Mutabakatı hakkındaki görüşünü Avrupalılar için Avrupalılar tarafından yaratılan bir proje olmaktan REPowerEU Direktifi ile Yeşil Düzenin uluslararası bir boyuta bağlı olduğunu kabul etmeye kaydırdı. Kritik Hammaddeler Yasası, AB’nin mineral, teknolojik ve ekonomik yeni bir diplomasi türüne girişmesine yol açacaktır.Küresel bir kamu yararı rejiminden bahsediyorum; çünkü iklim bozulmaları gerçeğinin o kadar sert bir şekilde vuracağına inanıyorum ki, güvenliği çok milliyetçi bir perspektiften anlamaya yönelik temel izlek bağımlılıkları bile değişecektir. Fosil yakıt endüstrisinin savaşın bir sonucu olarak son dakika zaferini yaşadığı gibi, hala son dakika zafer anları olacak; ancak küresel işbirliği olmadan karmaşık sorunların üstesinden gelmek çok zor olacak.

Küresel güç dengesi gezegensel sınırların ötesine geçemez. Çin bile bunu biliyor. Kolektif güvenlik sistemlerinin yeniden tasarlanması ve ekonomik değiştokuşun küresel güvenlik altında katlanması, bizi vuran iklim bozulmalarının aciliyeti ve ciddiyetinin bir sonucu olarak mümkün olacaktır.

“Çeşitli Genel Müdürlüklerde baş ekonomist olarak çalışan kişiler, kapalı kapılar ardında bu görüşmeleri gerçekleştiriyor.”

Politikaların 2030’a kadar nereye gitmesi gerektiğine bakarsanız, bu gezegensel sınırlar kavramını; insan ekosistemleri de dahil olmak üzere geniş çaplı rejeneratif ekosistemlere doğru ilerlemek için ekonomik sektörlerle yeniden akıl yürütme fikrini ortaya çıkarır. Tüm bu kelimeleri ilk kez AB belgelerinde gördüm. Bu yeni girişimler sadece bir yıl öncesine dayanıyor. Ukrayna’daki savaşın yol açtığı kırılma, diplomasi ve işbirliğinin neye benzemesi gerektiği konusunda yeni bir olasılıklar dünyası yarattı. Örneğin 20 yıldır müzakereleri devam eden Açık Deniz Anlaşması’nın sonuçlandırılması gibi.

Gezegensel sınırlar, refah ve büyüme sonrası gibi fikirler, AB politikasına girmeye başladı. Küçülme topluluğu ile Avrupa Birliği bürokratları ve Parlamento Üyeleri, gezegen demeye gerek yok, iki farklı topluluktur. Bu büyüyen diyalog nereye varabilir?

Eskiden birbirlerinden çok uzak gezegenlerdi; ancak gezegenler belki de Satürn benzeri halkalar aracılığıyla bir araya gelmeye çalışıyor. Avrupa Komisyonu’nun Giorgos Kallis, Julia Steinberger ve Jason Hickel’in liderlik ettiği 10 milyon avroluk bir araştırma projesini finanse ediyor olmasını büyük bir umut olarak görüyorum. Bu en büyük Horizon hibelerinden biri. Bu inanılmaz derecede olumlu bir işaret.

Özel sohbetlerimden biliyorum ki, çeşitli Genel Müdürlüklerde baş ekonomist olarak çalışan insanlar bile kapalı kapılar ardında bu konuşmaları yapıyorlar. Büyümenin azalmasının ne olduğu ve ne anlama geldiği sorusuyla boğuşuyorlar. Bu, ekonomi hakkında düşünmenin tamamen farklı bir yolu ve herkesin uyum sağlaması için zamana ihtiyacı var. AB içindeki insanlar – ki ben kurumlar yerine insanlar kavramında ısrar ediyorum – durumdan endişe duymuyor değiller.

Ancak kurumları harekete geçirmek zordur ve zaman alır. Çeşitli krizler sonucunda daha da hızlı hareket edeceklerini düşünüyorum. Kaçınmamız gereken gerçeklik benim “planik” dediğim şeydir: planlı panik. Ukrayna’daki savaşın bir sonucu olarak gıda güvenliğine ilişkin tepkileri ele alalım. Cumhurbaşkanı Macron, AB’de ve Mısır gibi ülkelerde buğday üretimini iki katına çıkarmamız gerektiğini söyledi. Bu çok saçma. Mevcut ekonomik mantıkla anlamlı olabilir; ancak sisteme giderek daha fazla şok yaşatıyor; çünkü buğdayın monokültür yoluyla üretilmesi sistemik bir risk.

Komisyon sağlam araştırmalara fon sağlayarak zemini ne kadar hazırlarsa – ki bu araştırmaların ideolojik olarak yatırım yapılmayan, açık fikirlilik ve soğukkanlılıkla karmaşık sorular soran sağlam araştırmalar olması gerekir – bir sonraki kriz geldiğinde “Neye fon sağladık?” diyebilen bir AB göreceğiz. Politika geliştirme ve tasarımında bu araştırmadan nasıl ders çıkarabiliriz? Hangi etkili kurumsal süreçler gerçekten eyleme geçirilebilir sonuçlara yol açacak?”

Aynı zamanda kurum içi işbirliği, koordinasyon ve iletişime de ihtiyacımız var. Komisyon’daki farklı Genel Müdürlüklerin birbirinden izole evler gibi çalıştığı yeni bir haber değil. Onları bir araya getirmemiz, çalışma şekillerine temelden meydan okumamız değil, onları farklı şekilde çalışma konusunda düşünmeye davet etmemiz gerekiyor. Bir sonraki Komisyon sistematik ve tutarlı bir şekilde çalışacaksa neye benzemeli? AB’nin enerji, ekonomi, iklim ve ekolojik güvenlik konularında karşılaştığı güçlükleri birlikte aşabilmesi için ne tür bir projeyi ileriye taşıması gerekiyor? Bunlar gelecekteki tüm politikaların temelini oluşturacaktır.

DİPNOTLAR:

[1] Olivia Lazard Carnegie Europe’da araştırmacı olarak çalışmaktadır. Araştırmaları iklimin jeopolitiği, iklim değişikliğinin getirdiği geçiş süreci ve iklim değişikliği ve çevresel çöküşle bağlantılı çatışma ve kırılganlık riskleri üzerine odaklanmaktadır.

Bu yazı, İngilizce olarak, 12 Mayıs 2023 tarihinde, Green European Journal’da yayınlanmıştır.

https://www.greeneuropeanjournal.eu/moving-europe-from-extraction-to-regeneration/ adresinden indirilmiştir.