Yazan: Pınar Demircan

Devlet eliyle desteklenen nükleer enerji yatırımlarının iklim krizi şartlarında birçok veçheden kayıplara yol açtığını savunan bu yazı bir kavram olarak kalkınmacılığı tersyüz ederken çıkış yolu için yeşil siyasete sesleniyor.

Tarihsel olarak ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombalarıyla gücü dünya genelinde tescillenmiş olan atom enerjisinin yıkıcılığının yapıcı bir forma dönüştürülmesine dayanan modernleşme vaadi 1953 yılında ABD Başkanı Eisenhower’ın ilan ettiği Barış için Atom Anlaşması’nın [2] kalkınmayı hedefleyen devletlerin projeyi benimsemesiyle  hayata geçirilmiştir. Soğuk Savaş döneminin atom testleri toplumsal teyakkuzun etkisiyle  resmi olarak yasaklanırken uzun inşaat süreleri, üretim için gerekli olan uranyumun belli ülkelerde bulunması ve ağır teknolojik  maliyetler  gibi nedenlerle atomun enerji formuna girmesi  yavaş gerçekleşmiştir. 1970’lerde yaşanan petrol krizine kadar nükleer enerji üretimi yaygınlaşmamışken; nükleerin  petrolün alternatifi olma ihtimalinin ortaya atılmasıyla söz konusu maliyetlerin de teknolojik gelişmeler ilerledikçe düşeceği varsayımı yaygınlaşmıştır.

Nükleer enerjinin  geçmişte petrole alternatif gösterildiği gibi günümüzde de küresel ısınmanın baş tetikçisi sayılan karbonu salmadığı için fosil yakıtlara alternatif sayılarak  yerini korumasına çalışılıyor. Ancak radyasyon yaydığı gibi yerküreyi  ısıtan üstelik daha tehlikeli hale getiren  kalıtsal  irrasyonel işleyişe son verecek olan da  küresel ısınmanın kendisi.  Zira hızlı ve gerçekçi önlemlerin alınmasını gerektiren iklim değişikliğinin sonuçları devlette devamlılık esasına göre geliştirilen hegemonik ilişki ağlarını ve bunların işleyişlerini gösteren turnusol kâğıdı gibidir. Devlet eliyle desteklenen nükleer enerji yatırımlarının iklim krizi şartlarında birçok veçheden kayıplara yol açtığını savunan bu yazı bir kavram olarak kalkınmacılığı tersyüz ederken çıkış yolu için yeşil siyasete sesleniyor.

Ekonomik olarak 1960’ların zenginleşmeyi enerji tüketimine endeksleyen paradigması yüksek miktarda enerji üretiminin değişken maliyetlerde azaltım sağlamasına yaslanarak yoğun enerji üretiminin kaynağı görülen nükleer enerjiyi bu resmin içine kolaylıkla oturtmuştur. Özellikle kapitalizmin daha fazla tüketim için üretim mantığının 70’lerden itibaren kendisini elektrik tüketimi ile ekonomik büyüme arasında doğru orantı olduğu iddiasıyla (1) güçlendirmesi  yoğun enerji üretimi için nükleer enerjinin kabul görmesini sağlamıştır. Ancak, tüketimin gelişmişlik kriteri olmadığı, gelişmişlik indeksi ve kişi başı milli gelir gibi çoklu parametrelere ihtiyaç duyulduğu ‘90ların ortalarından itibaren ABD’de anlaşılmışsa da Dünya Bankası’nın 2008 yılı raporunda enerji kullanımın gelişmiş ülkelere göre geri oluşu üzerinden yapılan (2) değerlendirme ilk yaklaşımın Küresel Güney için geçerli kılındığını göstermektedir. Oysa enerji israfı ve/veya enerji tasarrufu karşıtı politikalarla da enerji tüketimi yüksek gösterilebilir ki, buna en iyi örneklerden birini elektrik tüketiminin israfla artıran [3] bu sayede daha fazla enerji üretimi için ulusal  ve uluslararası sermayenin yeni yatırımlarını devreye sokmayı başaran (!) Türkiye teşkil eder.

Öte yandan askeri amaçlı çalışmaların desteklenmesinde rolü olan nükleerin enerji boyutuyla modernleşme bağının sürmesi için sermaye yoğun teknolojik araştırmaların önemli olması devletlerin araştırmaları finanse eden şirketlerin kapitalist hedefleriyle uyumlanmasını  getirmiştir. Küresel sermayenin merkezden çepere doğru yayılma ihtiyacı açısından  2000’lerden itibaren küreselleşmenin sağladığı imkanlar ise yeni coğrafyalara doğru genişleme eğilimine hizmet etmiştir ki, bu eğilim nükleer enerji şirketlerinin son yıllarda Orta Doğu pazarına yönelmesini de açıklar. Yani sermayenin coğrafi olarak genişlemesi kapitalist birikimin çelişkilerinden kaynaklanan krizlerinden kaçınarak sürerken (3) tüm diğer alanlardaki metalaştırma süreçleri nükleer enerji sektöründe de işlemektedir.

Nükleer enerji üretiminin ekonomik, ekolojik ve toplumsal riskleri nedeniyle geniş ölçekli önlemler alınmasını, proseslerine uygun kuralların oluşturulması için kanun ve yönetmelikler dahil kurumsal alt yapı düzenlemesi gerektiren yanı merkeziyetçi üretim modeliyle işlemesini zorunlu kılmıştır. Bununla beraber merkeziyetçilik, 70’lerin sonlarından itibaren kapitalist birikim, rejiminin hakim neoliberal stratejisi doğrultusunda planlamadan el çektirilen devletin düzenleyici pozisyonu gereği toplumsal itirazları bastırma görevinin öne çıkmasında, baskı ve zor uygulamalarında kendini dayatır ki, bu da siyasal iktidarların sermayenin coğrafi hareketliliği üzerinden kendi siyasi ve ekonomik hegemonyasını tesis etme ve koruma önceliği doğrultusunda yatırımları topraklarına çekme çabasıyla örtüşür. Ayrıca merkeziyetçiliğin kapitalizmin neoliberal stratejisine göre küresel şirketlere faaliyetlerini icra etmesi için gereken izinleri ayarlamak, prosedürleri uygun hale getirmek, yargı süreçlerini kolaylaştırmak, istisnai imkanlar tanımak gibi öncelikleri de vardır. Bu sayede siyasal iktidarlar ulusal ölçekte de küresel yatırımlarla iş bağlantıları kurmak suretiyle siyasal hegemonyalarını destekleyen sermaye gruplarını [4] oluşturur. Kurulan bağlantıların yeni iş bağlantıları için araçsallaştırılması da ticaret ağı üzerinden bu bağlantıyı kuran siyasal iktidarın hegemonyasının geliştirilmesine hizmet eder. [5] Yani siyasal iktidarın topluma enerji ihtiyacı olarak sunduğu endüstriyel yatırımlar aslında siyasal iktidarın iktidarının devamlılığı için elzemdir ve  kalkınmacı girişimleri de kamu yararıyla ilişkisinin olmadığını  gösterir ki bu durum iktidarların toplumsal itirazları bastırmak amacıyla yıldan yıla  demokrasi dışı uygulamalara daha fazla başvurulmasını da açıklar. Küresel Güney’de devletlerin  neoliberal strateji öncesine tarihlenen Anayasalarıyla karşı karşıya gelmesi, toplumsal itirazların da hak, hukuk, hukuk, adalet arayışında siyasallaşan yargı karşısında Anayasaya sığınması, siyasal iktidarların Anayasayı sürekli değiştirmeye çalışması bundandır.

Sermayenin menfaatlerini önceleyen siyasal iktidarların girişimlerinin sonucu olan küresel ısınmanın dünyadaki yaşamın sonunun getirmemesi için bir politika değişikliğine ihtiyaç vardır. Zira çöl sıcaklarıyla, şiddetli fırtına vb. aşırı hava olaylarıyla, mega yangınlarla, sel oluşumlarıyla var oluşu tehdit ederken; bu tehdidin bir boyutunu da, krizin yeryüzünde mevcut endüstriyel altyapıyla buluşması, yani krizin çoklu felaket olarak yaşanması teşkil eder. Bu gerçek, nükleer santrallerin riskleriyle düşünüldüğünde 12 yıl önce yaşanan Fukuşima Nükleer Felaketinin  günümüzde deprem ve tsunaminin etkileriyle değil, nükleer felaketin etkileriyle tartışıldığını düşünmeyi gerektirir ki, Çernobil ve Fukuşima’ların yeniden yaşanma  ihtimali, nükleer santrallerin sorunu nasıl derinleştirdiğini (4) gösterir.

Nükleer santrallerin küresel ısınma ile ilgili sorunu, normal şartlarda su ile soğutulan, bu nedenle nehir ve göllerin kıyısında kurulmuş olan nükleer santrallerin, debisi sınırlı olan su varlıklarının  ısınmasına bağlı olarak aylarca devreden çıkarılmasını [6] gerektirmesiyle bugünden görülmektedir. Örneğin Fransa’da elektrik ihtiyacının yüzde 85’ini karşılayan 58 reaktörün neredeyse yarısının ırmak ve göl kenarlarında kurulmuş olması nedeniyle yaz aylarında devreden çıkarılmasının gerisinde soğutma suyunun aşırı ısınması vardır. Nükleer santrallerin enerji arz güvenliği, kesintisiz enerji imajını sarsan bu verimsizliğinin inkârı, yani soğutma sisteminin çalışmamasına rağmen üretime devam edilmesi ise kaza boyutunu düşünmeyi gerektirir. Bununla beraber  küresel ısınma arttıkça deniz ve göl kenarlarındaki su soğutmalı nükleer santraller için gündemdeki bu tehlikenin, dünya genelinde en yaygın olan hafif su reaktörlerinin deniz kıyısındaki tesislerinde de yaşanabileceği öngörülebilir.  Ayrıca deniz kıyısındaki nükleer santraller için bir diğer tehlike de, deniz seviyesindeki yükselmelere bağlı olarak deniz suyunun  tesisleri ve tesis sahasında geçici depolanan nükleer atıkları su altında bırakması riskidir. Özellikle  küresel ısınmadaki artışın 2 dereceye doğru ilerlemesiyle deniz suyu seviyesinin 3 metre yükselecek olması (5), tesis sahasındaki havuzların içinde 10-20 yıl muhafaza edilmesi gereken  kullanılmış yakıt çubuklarının tesiste geçici olarak depolanmasına karşı şimdiden  önlemlerin alınmasını gerektirir.

“Nükleer enerjide ısrar edilmesi, paylaşım savaşlarına yol açarak uluslararası ihtilaf ve savaş olasılığını tırmandırmasının yanı sıra sınırlı miktarda olan uranyumun çıkarılması ve sevkiyatıyla karbon salımına pozitif besleme yapmaktadır.”

Küresel Güney’de siyasal iktidarların  kalkınmacı pratikleri besleyen alışkanlıklarının nükleer santralleri daha tehlikeli hale getirdiği ve çoklu felaketin neredeyse bir diğer ayağını oluşturduğunu söylemek de yanlış olmaz. Buna en güzel örneği yazın en sıcak döneminde 32 dereceye varan Akdeniz’in su sıcaklığının değişmemesi için tesislerden deşarj edilen suyun sıcaklığının 35 dereceyi geçmesini sınırlayan Su Kirliliği Kontrol  Yönetmeliğinin 36. Maddesinde yapılan değişiklikle [7] Akkuyu Nükleer Santrali’nin  bu maddenin kapsam dışına çıkartılmasıyla Türkiye sergilemektedir. Bu durum  Dünya Meteoroloji Örgütü tarafından küresel sıcaklık artışının 3 dereceye vardığında Akdeniz’in bölgesel olarak daha da ısınacağını (6) ortaya koyan projeksiyonlarıyla düşünüldüğünde kanun ve yönetmeliklerde değişiklik yapılarak tehlikenin yok sayılmasının  değil santralin verimliliği, Akdeniz ekosistemi ve  yaşamın kesintiye uğramaması için hayati olduğu nettir.  Oysa Küresel Kuzey’in Avrupa’daki örneklerine bakıldığında nükleer santrallerin çektiği soğutma suyu sıcaklığı 25 derecelerde olduğu gibi deşarj sıcaklığı da 30 derecelerdedir. Bu durum aynı zamanda Uluslararası Atom Enerji Ajansı (IAEA) gibi düzenleyici üst kurumların da Küresel Kuzey ile Güney arasındaki yaklaşım farkının felakete yol açma ihtimalini gözetmediğini, yalnızca nükleer santrallerin kurulmasında, pazarın genişletilmesinde rol oynadığını da gösterir.

Küresel ısınma merceğinden bakıldığında nükleer santralleri savunan siyasal iktidarların kalkınmacılık maskesi altında tutuna geldiği kesintisiz elektrik üretimi, enerji arz güvenliği gibi kavramlarla vedalaşması gerektiği de açıktır. Üstelik nükleer enerjide ısrar edilmesi, paylaşım savaşlarına yol açarak uluslararası ihtilaf ve savaş olasılığını tırmandırmasının yanı sıra sınırlı miktarda olan uranyumun çıkarılması ve sevkiyatıyla karbon salımına pozitif besleme yapmaktadır.

Enerji arz güvenliğinden bahsedilebilmesi için önerilen enerjinin önce güvenli olması gerekirken; nükleer santrallerin geleneksel sorunlarına eklemlenen iklim krizi, nükleer santrallerden acilen vazgeçilmesini gerektiriyor. Ne var ki, nükleer enerjinin yüksek yatırım maliyetlerinin üstlenilmesi teknolojik gelişmelerle enerjiye erişim imkanının ve verimliliği artan yenilenebilir enerji yatırımlarına yönelmenin önünde engel. Geçtiğimiz yollar, kaynağını doğadan alan ve kaynağında sınırlı olmayan, doğayla uyumlu yenilenebilir enerjiye yönelmenin elzem olduğunu gösterirken iklim krizinin en temel nedenlerinden kalkınmacılık adı altında işleyen menfaat odaklı yaklaşımların yol açtığı tahribat da yaşamın devamlılığının ancak adalet, katılımcılık, paylaşımcılık gibi yeşil siyaset ilkeleriyle mümkün olabileceğini bilincimize nakşediyor.

DİPNOTLAR:

[1] Bağımsız Araştırmacı Dr. Pınar Demircan; sosyoloji, siyaset, çevre ve iklim politikaları gibi disiplinler arası alanlarda çalışmaktadır.

[2] Barış için Atom Anlaşmasını 1955 yılında ilk imzalayan ülke hızlı modernleşme idealine erişme beklentisi içindeki Türkiye’dir.

[3] Kayıp kaçak oranı %30’larda olup yaz saati uygulamasının kaldırılması da %10’luk ilave tüketim yaratmıştır. Yani enerji israfı üzerinden enerji tüketiminin yüksek gösterilmesi sağlanırken; Türkiye gelişmiş ülke skalasında görünmektedir. Bu durum, iklim değişikliğinin önlenmesi için yeşil fonlara ulaşmasında gelişmiş ülke sayılarak kapsam dışında kalmasının da nedenleri arasında olduğu şeklinde değerlendirilebilir. Bkz: TMMOB Enerji görünümü raporları

[4] Bkz Akkuyu örneği https://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/turk-firmalarina-akkuyu-ngsden-4-3-milyar-dolarlik-is-42303695

[5] Bkz https://www.tccb.gov.tr/haberler/410/103848/-rusya-ile-enerji-alanindaki-is-birligimiz-ekonomik-iliskilerimizin-tasiyici-sutunlarindandir-

[6] Örnek için bkz https://yesilgazete.org/fransada-nukleer-santraller-asiri-sicaklar-nedeniyle-vites-dusurecek/[7] Bkz (Ek fıkra: RG-12/5/2023-32188) Nükleer Güç Santralleri için; endüstriyel soğutma sularının denize deşarjında Yönetmeliğin diğer hükümleri geçerli olmak kaydıyla 33’üncü maddenin 4 üncü fıkrasında belirtilen şartlar aranmaz.

KAYNAKLAR:

(1) Hirsh, R. F., & Koomey, J. G. (2015). Electricity consumption and economic growth: a new relationship with significant consequences? The Electricity Journal, 28(9), 72-84., https://doi.org/10.1016/j.tej.2015.10.002

(2) World Bank. (2008). World development indicators 2008. The World Bank, s 157

(3) Harvey, D. 2015. On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu. (Çev. E. Soğancılar),153

(4) https://yesilgazete.org/iklim-degisikligi-nukleer-santrallerin-risklerini-ve-maliyetlerini-arttiracak/

(5) https://theconversation.com/antarctic-tipping-points-the-irreversible-changes-to-come-if-we-fail-to-keep-warming-below-2-207410

(6) https://yesilgazete.org/turkiyenin-icinde-bulundugu-akdeniz-havzasi-daha-da-sicak-ve-kurak-hale-gelecek/

Görsel tasarım: Olcay Özkaplan