Küresel ısınma ve sonuçları uzun zamandır tartışılıyordu; ama artık bunun belli bir aşamaya geldiği anlaşılıyor. Bu konuda nihayet dünyada genel bir kabulün oluştuğunu söyleyebiliriz. Bununla da kalmayıp küresel ısınmada 2 derecelik bir artışın Dünyayı kritik aşamaya getireceği ve 2030 yılına kadar sıcaklık artışını durduramazsak geri dönüş çizgisinin geçileceği öngörüsünde de benzer biçimde bir anlaşma var. Bu bağlamda, küresel ısınmanın temel nedeninin fosil yakıt kullanımı olduğunda da farklı bir görüş yok. Hatta bu genel uzlaşmanın daha da ileri giderek insan varlığının Dünyaya etkileri yüzünden, gezegenin yaşam koşullarında köklü bir kırılma olduğunu ifade eden Antroposen Çağı’na girildiği görüşüne kadar uzandığını bile söylemek mümkün. Bu gerçeklik, Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)’nin 2014 tarihli 195 ülke tarafından kabul edilen son raporunda olduğu gibi, çeşitli uluslararası kurum ve bilim insanının bunu temel kavramsal çerçeve olarak benimsemesinde de açıkça görülüyor.

Elbette bu kabullenme düzeyine gelmek oldukça uzun zaman aldı ve zor oldu. Şimdiye kadar artık bir krize dönüşen iklim değişikliği açısından bu eşiğin aşılması, yani toplumu ikna etmek temel hedefti. Bunun dayandığı beklenti, böylece toplumda hızlı bir reaksiyon oluşacağı ve siyasi etkileri ile krizin çözümünün acil biçimde ele alınacağı yönündeydi. Bu anlamda hükümetlerin üzerinde oluşan toplumsal baskının, onları çözüm yönünde adım atmaya zorlaması, bir acele ya da telaşın yaygınlaşacağı umuluyordu. Ama garip bir şekilde yaşananlar buna hiç uymuyor. İklim krizine karşı hemen bir şeyler yapılmalı diye ne dengeleri değiştirecek bir toplumsal hareket güçlenebildi ne de telaşa kapılan bir hükümet var. Tersine şimdiye kadar zorlukla gerçekleşen ilerlemeleri bile baltalayan siyasi gelişmeler yaşanıyor.

İklim krizi karşısında hakim olan bu atalet ve yavaşlık, ilk bakışta bir çelişki gibi görünse de aslında bir tutarlılığı var. Başka bir deyişle bu, “evet, küresel ısınma var ama… “diye başlayarak, yapılması gerekenler aleyhine ortaya sürülen çeşitli gerekçeler ile çözüm yönünde hızlı adımlar atılmasının engellenmesine dayanıyor. Kısaca, bu sürecin kendi doğrultusunda devam etmesini önleyen nedenler ile yaşanan sonuçların bir tutarlılığı var. Peki neden bu engeller çıkıyor, tehlikenin boyutlarına rağmen neden bu kadar güçlü oluyor? Bunu kavrayabilmek için olanlara biraz daha yakından bakmak gerek.

İklim krizine karşı mücadelede en önemli şey, atmosfere salınan karbon dioksit emisyonunu sıfırlamak. Bunun için de fosil yakıt kaynakları kullanmaktan vaz geçmek gerekiyor. Ama günümüz dünyasında enerji en önemli ve temel gereksinim. Üstelik nüfus arttıkça bu gereksinim de artacak. Bunun dışında ekonomik ve toplumsal yaşam tamamen fosil kaynaklara dayanıyor. Dolayısı ile ondan vaz geçmek de ancak yerine alternatif kaynakları koymakla mümkün. Elbette bu da sıradan bir iş dönüşümü olmayacak. Tersine her şeyi değiştirecek kadar büyük bir dönüşüm, hatta bir devrim demek. Dolayısı ile böyle bir değişimin beraberinde sosyo-ekonomik ve siyasal pek çok sorunu getirmesi ise kaçınılmaz. 

Burada fosil yakıt kullanımının insanlık tarihi açısından taşıdığı önemin de farkında olmak gerek. Çünkü bu insanlık açısından belki de avcı toplayıcılıktan yerleşik tarım toplumlarına geçişe benzer sonuçları olan bir gelişme. Tıpkı yerleşik tarım toplumlarına geçmenin şehir devletlerini, yönetim ve iktidar araçlarını, gelişmiş iş bölümünü ortaya çıkarması gibi fosil yakıt kullanımı da üretimde, yönetimde ve sosyal yaşamda, kısaca bütün bir toplumsal yaşamın organizasyonunda belirleyici rol oynadı. En basit sonuçlarından birisi olan üretim artışı olmadan bugünkü toplumsal yapının ortaya çıkması mümkün olamazdı. Bugünkü uygarlığı sürdürmek için gereken kanı hala fosil yakıtlar sağlıyor. Başta petrol olmak üzere doğalgaz ve kömür olmadan bir yaşam tahayyülü bile yakın zamana kadar nerede ise olanaksızdı. Hal böyle iken fosil yakıt kullanımından vazgeçerek başka kaynaklara dönüşüm fikrinin bir dirençle karşılaşması gayet doğal. Ama bu dönüşüm bir de yenilenebilir kaynaklara doğru olunca direnç iki kere daha güçlü oluyor. Ve çatışma her geçen gün bu eksene daha çok yerleşiyor.

FOSİL KAYNAKLARDAN DÖNÜŞÜM AMA NEYE ?

İklim krizi karşısında hükümetleri hızlı adımlar atmaya zorlayacak toplumsal baskının artmasının önündeki direncin aşılması için öncelikle direnenlerin ideolojik kalkanını ellerinden almak gerekli. Küresel ısınma ve iklim krizinin bugün dünyada gördüğü kabul bu kalkanda büyük bir yarılmaya neden oldu zaten. Geriye, dönüşüm sürecinin hızlandırılması için yapılması gerekenler kaldı. Değişimin doğasından kaynaklanan sorunlar da bu ideolojik kalkanın kalan parçası. Bu anlamda iklim krizinin varlığında ortak bir kabul oluşması, dönüşüm için gerek şarttı; ama yeter şart değildi. Dolayısı ile yaşadığımız bu yavaşlık, sürece başka dinamikler dahil olmadan çabuk üstesinden gelinebilecek bir durum değil. 

Ne var ki, mevcut statükoyu korumak isteyenler, krizin aşılması yönünde atılacak adımlara açıktan açığa engel olmaya çalışmanın stratejik bir hata olacağını biliyorlar. Bundan dolayı da yöntemleri daha özenli ve örtülü.  Bunları boşa çıkartmak için krize karşı daha hızlı hareket edilmesi açısından da bu ideolojik mücadelenin kazanılması öncelikli. Başlangıçta toplumsal ikna için argümanlar, pek fazla gri alan bırakmıyordu. Ancak iş kriz karşısında neler yapılacağına geldiğinde, bunun için kullanılabilecek çok geniş bir alan var.

Soruna tipik bir örneği, küresel petrol devi British Petroleum’un (BP) son yayınladığı 2020 Enerji Görünümü Raporundan verebiliriz (1). Rapor bu anlamda çok yakın tarihli olması ile de önemli. Önümüzdeki 30 yıllık dönem için olası senaryolar üzerine bir projeksiyon ortaya koyuluyor Raporda. Buna göre önümüzdeki dönemde dünyada özellikle gelişmekte olan ülkelerden kaynaklanan enerji talebinde büyük bir artış olacağı bir veri olarak alınmış ve karbon emisyonunu düşürmek için “fosil yakıt olmayan kaynakların” kullanımına dönüşümde 2050 yılı için üç senaryo üzerinden bir projeksiyon yapılmış. Bunlardan birincisi bugünkü gidişin devamına, ikincisi hızlı emisyon düşüşüne  ve sonuncusu sıfır emisyon hedefine bağlı sonuçlar ortaya koymaya çalışıyor. BP Ceo’su Bernard Looney sunumunu şöyle açıyor: 

Pandemi küresel karbon emisyonlarını önemli ölçüde azaltsa bile, dünya sürdürülemez bir yolda ilerliyor? Bununla birlikte, bu görünümdeki analiz, kararlı politika önlemleri ve hem şirketlerden hem de tüketicilerden daha düşük karbon seçenekleri ile enerji geçişinin hala sağlanabileceğini göstermektedir.”  Ve devamla; “Bu, gelecek hakkında iyimser kalmamın nedenlerinden biri ve umarım okuyucular, hepimiz bir fark yaratmaya çalıştığımız için raporu yararlı bulacaktır.”

Resim 1: BP Ceo’su Bernard Looney

Görüleceği gibi, üstelik alanında en büyük aktörlerden biri olan BP dahi “küresel ısınma”, “kararlı politik önlemler” ve bu konudaki “hırs”larından söz etmekte. Küçük birkaç ayrıntı dışında istenenin de böyle bir şey olduğuna inanılabilir pekâlâ. Ama bu dönüşümden kasıtları “yenilenebilir enerji kaynakları” değil, “karbon emisyonuna neden olmayan kaynaklar!” Bir diğeri de bu dönüşümde alınacak karbon vergileri vb. araçların çok etkin bir unsur gibi sunmaları. Gizliden gizliye yenilenebilir kaynakların yetersiz ve zaaflarının olduğuna ilişkin “a priori” bir kabul var gibi mesajlarla gelecekte mevcut statükoyu korumak; kısaca kurulu sistemi devam ettirecek araçları öne çıkarmak için çalışıldığı açıkça görülebiliyor.

Mevcut sistemde, BP’yi dönüşüme karşı olan kesimlerin bir sözcüsü gibi görmemek için hiçbir nedenimiz yok. BP’nin söyledikleri sınıfsal çerçevede sistemin egemenlerinin bir söylemi. Peki neden bu kadar karşılar? Çok basit; bu dönüşüm eğer yenilenebilir kaynaklara dayanırsa sistemin de dönüşmesine neden olacağı için. Bunu biraz daha açmadan önce, toplumu ileride istedikleri yönde hazırlamak amacı ile benimsetilmeye çalışılan ideolojik çerçeveyi de yine İngiltere’den, zamanın Başbakanı Theresa May’e Maliye Bakanı Philip Hammond’un gönderdiği mektuptan verelim. Hammond mektubunda, BP’nin Raporunda da bahsettiği gibi, 2050 yılına kadar sıfır karbon emisyonu hedefine ulaşmanın İngiltere ekonomisine 1 trilyon sterline mal olacağını yazarak; bunu karşılamak için sosyal hizmetlerden ve savunma harcamalarından ciddi kesintiler yapmak gerektiğini belirtmişti (2). Yani bu işin maliyeti öyle ağır olacak ki, sizin güvence ve huzurunuzdan da vaz geçmeniz gerekecek demeye çalışıyordu topluma. Bu söylem, işler ciddileştikçe küresel bir koro haline gelmeye başladı. 

Resim 2: Birleşik Krallık eski başbakanı Theresa May

Yine endüstri, enerji ve finans sektörlerinden 40 şirketin oluşturduğu, “2050 yılında sıfır karbon salımına ulaşmayı hedefleyen bir küresel ittifak olduklarını” söyleyen “Enerji Transitions Commission” (ETC) tarafından açıklanan bir başka Raporda da bu dönüşümün yıllık 2 trilyon dolara, yani 2050 yılına kadar 60 trilyon dolara mal olacağı belirtiliyor(3); elbette bunun neleri etkileyeceğini ima eden ekonomik bir terminoloji ile. Bütün bunlarla kurulmaya çalışılan ideolojik çerçeveden amaç ise, onların belirleyeceği bir dönüşüme razı etmek için toplumu sıkıştırarak siyaseten yenilenebilir kaynaklara değişim yönündeki baskılara alan bırakmamak; kendi önerdiklerine destek sağlamak. Bu anlamda toplumu çaresiz bırakmak için koydukları ideolojik çerçeve çok net: Ya ekonomik maliyetler ya da uygarlığın çöküşü! Böylece insanları istediklerine razı edecekleri bir alan açmaya çalışıyorlar. Nedeni de çok anlaşılmaz değil.

İçinde yaşadığımız toplumsal düzen; bütün kurumlar, yasalar, devlet yapısı, uluslararası ilişkiler, siyaset, hatta değerler bile fosil yakıt kullanımına dayanan bugünkü toplumsal yapının oluşumu içinde şekillendi ve anlam kazandı. Fosil yakıt rezervine sahip olmak ve onu korumak ise belirleyici bir etkendi. Bu nedenle her şey fosil yakıt kullanımı ile beraber ortaya çıkan bu gereksinimin karşılanmasına göre şekillendi; yani güce, güç sahibi olmaya göre. Bu güç, hem askeri hem de ekonomik anlamda bir güçtü. Hangisinin kullanılacağına bağlı olarak değişik kurum ve ilişkiler öne çıkarsa da temel yapısı aynıydı: merkezi ve hiyerarşik. Bunun, ülkelerin hem uluslararası ilişkilerinde hem de toplumsal düzenlerinde farklı yansımaları oldu. Öte yandan bu güç ekseni, devlet yapısı ve yönetiminde de kendi türevlerini doğuracağı için doğrudan günlük hayatımıza kadar yerleşti. Dolayısıyla fosil kaynaklardan vazgeçmenin domino etkisi ile başta merkezi iktidar olmak üzere sistemin her düzeyinde “iktidar krizleri” doğurması kaçınılmaz. Sorunun doğduğu bu çerçeveyi  değerlendirince hükümetlerin neden hala termik santrallerde ısrar ettiklerini anlamak mümkün; bu bir iktidar sorunu çünkü. 

Diğer yandan fosil yakıtlar, günümüzde sadece ekonomik değil; aynı zamanda çatışma ve ilişkilere yön veren çok önemli bir stratejik araç. A.B.D.’nin, petrol savaşları diye isimlendirilen müdahalelerinden; uluslararası piyasada petrol fiyatları üzerinden oynanan oyunlara kadar bunun örneklerini görebiliriz. Ama sadece petrolden vazgeçmenin bile mevcut sistemin çökmesine yol açacak sonuçlar doğuracağına ilişkin en çarpıcı ve travmatik deneyimi “gelişmiş” dünya 1974’te OPEC üyesi ülkelerin uyguladığı petrol ambargosu ile yaşadı. Bugün sisteme hakim olan kesimlerin hafızasında silinmez bir yer edinen bu olay, 1973 yılında çıkan Arap-İsrail savaşında, A.B.D ve İsrail’e yardım eden diğer gelişmiş ülkeleri cezalandırmak için büyük çoğunluğu Arap ülkesi olan OPEC’in bu ülkelere petrol ambargosu uygulama kararı almasıydı. Ambargo, hazırlıksız yakalanan ülkeler üzerinde çok etkili oldu. ABD gibi kendi kaynakları olan ülkeler dışında özellikle Avrupa, Japonya gibi ülkeler bundan çok kötü etkilendiler. Sonunda da ambargonun siyasi sonuçları görüldü. Örneğin İngiltere, Arap ülkelerine uyguladığı silah ambargosunu İsrail’e de uygulamaya başladı. Japonya, işi İsrail ile ilişkilerini kesme noktasına kadar vardırdı. Ama en önemlisi, BM Güvenlik Konseyi; İsrail’in işgal ettiği bölgelerden çekilmesi ve başka ülkelerin egemenlik haklarına saygılı olması gerektiğini belirten bir bildiri yayınladı ve Avrupa da bu bildiriyi kabul ettiğini ilan etti. Böylece petrolün artık dünyada uluslararası ilişkilerde ne kadar etkin bir silah olarak kullanılabileceğinin de farkına varılmış oluyordu.

Resim 3: 1 Haziran 1973, Leon Mill, müşterilerine benzininin bittiğini bildirmek için Perkasie, PA’daki Phillips 66 istasyonunun önünde bir tabelayı boyarken

1974 yılında ambargo ve üretimdeki kesinti kaldırıldığında, petrol fiyatları krizden önceki değeri olan ortalama varili 3 dolardan, nerede ise dört misli artarak 12 dolara çıkmıştı. Ambargo olayı, uluslararası ekonomik ve siyasi ilişkilerde tam bir şok etkisi yarattı. Ayrıca artık petrol ihraç eden başta Arap ülkeleri, hızla çok büyük bir gelir sahibi oldular ve ekonomik güç kazandılar. Artık petrolün nasıl bir silah ve stratejik güç kaynağı olduğunu bütün dünya öğrenmişti. Bu ve benzer güç oyunlarından sonra, şimdi iklim krizi karşısında sistemin egemenlerinden böyle bir güç yerine sistemi sürdürecek bir alternatifi koymadan vazgeçilmesini istemenin gerçekçi olmayacağı ortada. Dünyada sadece petrol kullanımı bile sona erse, her şeyin nasıl alt üst olacağını öngörmek zor değil. Ne Suudi Arabistan ve Ortadoğu’nun önemi kalır ne de Asya’da, Kuzey Denizi ve kutuplarda petrol kavgasının anlamı. Kurulmuş uluslararası ittifaklar temelsiz kalır. Petrolü ele geçirmek ya da elde tutmak için muazzam askeri güçlere gerek kalmaz. Bu da güç ve iktidar ekseninde oluşan devlet yapılanmalarını değişmek zorunda bırakır. Yönetim ve siyaset yeni anlamlar kazanır muhtemelen. NATO vb. askeri ittifaklar, AB gibi politik birlikler, hiçbiri bu değişimden kaçamaz. Yani, bugün var olan küresel düzenden artık söz edemez hale geliriz. Kısaca bugün kriz karşısında yenilenebilir kaynak kullanımına dayanan bir dönüşüm sürecini yavaşlatmak ve çarpıtmak için uğraşanların asıl amacı; mevcut sistemi, toplumsal düzeni korumak. Bu anlamda karşı oldukları şey kategorik olarak fosil kaynakları terketmek değil, onun yerine rüzgar, güneş gibi yenilenebilir kaynakların kullanımı.

 Yenilenebilir kaynakların bugünkü hakim sistemi sarsıcı bir değişim potansiyeli var. Çünkü yenilenebilir enerji kaynakları sahiplenilemez, üstünde mülkiyet kurulamaz. Dolayısı ile şimdikine benzer bir yapının temelini oluşturması çok zor. Örneğin yenilenebilir kaynaklar ile yerellerde enerji üretme olanağı olduğu gibi; bireysel üretimin de mümkün olması, mevcut merkezi yapıya dayanan sistemin gövdesinde büyük çatlaklar oluşturması demek. Merkezi güçlendiren yapı yerine zayıflatacak böyle bir gelişme, süreci egemen kesimler için son derece tehlikeli yapar. Bu nedenle yenilenebilir temiz enerji kaynaklarına geçmenin uzlaşmaz çelişkiler yüzünden keskin çatışmalara yol açacağını öngörmek için kahin olmaya gerek yok. Nitekim eğer başka kaynaklar (örneğin nükleer gibi) bugünkü mevcut güç ekseninde merkezi yapılanmış düzeni sürdürmeye  izin verseydi, iklim krizi ile mücadelede büyük mesafeler alınması kolay olurdu. Üstelik bir de topluma sevimli görünme fırsatını hiçbir hükümet kaçırmazdı. Çünkü o zaman tek yapmaları gereken, bu yeni kaynakları da ellerinde tutmaktı. O yüzden nükleer, hidrojen gibi kaynakları sürece asıl çözüm olarak dahil eden stratejileri benimsetmeye çalışıyorlar. Ama özellikle nükleer enerjinin soğuk yüzü bunu şimdilik açıktan açığa yapmalarına fırsat vermiyor. Onun yerine dolaylı şekillerde toplumun bilinç altına yerleştirmeye çalışıyorlar; BP‘nin son Raporunda yaptığı gibi. Rapor 2050 yılında net sıfır emisyon hedefleyen senaryolarda en hızlı dönüşümde bile yenilenebilir kaynakların payını %50 lerde gösteriyor. Bunu yaparken iklim krizi karşısında 2030 yılına kadar tutturulması gereken hedefleri hiçe saydıkları gibi, emisyonun sıfırlandığı bir aşamada bile ‘yenilenebilir kaynak kullanımının oranı hala ancak %50’lerde olabilir’ demeye getiriyorlar. Yani, diğer yarısı başka kaynaklardan sağlanabilir anlamı zihnimize yerleşiyor. Buna karşılık, özellikle gelişmekte olan ülkelerde artan enerji talebi yüzünden nükleerdeki artışın %160 oranında olacağı belirtiliyor. Bunun yanında, hidrojen ve biyokütle gibi kaynakların kullanımının önemli oranda gelişeceği de öngörülüyor. 

Rapor, gelişmenin belli bir aşamasına geldiklerinde hep yaptıkları gibi kapitalist endüstrileşme sürecinde kirli endüstrileri az gelişmiş ülkelere kaydıran gelişmiş ülkelerin, nükleer konusunda da bugün aynı eğilim içerisinde olduklarını da gösteriyor. Böylece kendi ülkelerinde daha temiz kaynaklara yönelerek yerel toplumsal baskıyı hafifletmeye çalışırken; kirli endüstriyi gelişmekte olan ülkelere satarak hem siyasi hem de ekonomik kazanç peşindeler; bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyorlar. Bu arada hidroelektrik enerji (HES’ler) bile yenilenebilir kaynak kategorisinin dışında değerlendiriliyor Raporda. Nedeni basit, o da mülkiyet ve merkezi yapıyı koruyan bir kaynak çünkü. Kısaca ancak sahiplenilmesi mümkün olan enerji kaynaklarının belirleyici olduğu bir dönüşüme sıcak bakıyorlar. Bütün dönüşüm senaryoları ve politikalar bunun üzerine inşa ediliyor. Dolayısı ile siyaset de tüm bu çelişkilerin yansıdığı alan olarak sürecin bir aynası durumunda şimdi. 

YENİ BİR SİYASET; YEŞİL SİYASET.

Bugün küresel sistemde oluşan çatlaklar, bu mücadelenin toplumsal yansımaları, iklim krizi koşullarında gelinen yol ayrımında bütün dünyada siyaseti de değiştirdi. 19.  yüzyıldan beri sistem içi çelişkiler çerçevesinde siyasetin merkezinde yer alan hem sermaye kesiminin muhafazakar parti ve ideolojileri hem de çalışan kesimlerin refah dönemi koşullarında gelişmiş sendika örgütleri ve bu temelde gelişmiş sol, sosyal demokrat işçi partileri artık mevcut kriz durumuna göre bir çözüm sunamıyor ve geriliyorlar. Siyasette gelinen bu açmaza çok iyi bir örnek, Avrupa’da yapılan son seçimlerde Yunanistan’da Syrza ve ispanya’da Podemos’un aynı sosyal demokrat çizgideki çözüm arayışları içinde tıkanarak gerilemeleridir. Oysa bu partiler büyük umutlar ile başlangıçta önemli bir destek bulmuştu. Öte yandan da bu durumun siyasi temelde doğurduğu boşluk, toplumları daha kolay etkilenmeye ve yönlendirmeye açık hale getiriyor. Son yıllarda popülist öfke ve nefret söylemlerinin ilgi görmesi ve bu partilerin kutuplaştırma siyasetinin toplumda karşılık bulması bunun bir göstergesi. Kıyamete on kala hiç de hayra alamet olmayan bu durumun değişmesi gerek. Aksi halde gelecek umutlarına büyük bir darbe inecek. Bu anlamda süreci krizle mücadelede olumlu bir yöne değiştirebilecek güçlü bir siyasete gereksinim var ve bu gereksinim hiç bu kadar kritik ve yaşamsal bir öneme sahip olmamıştı. 

Resim 4: 2019 yılındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde “Yeşil Dalga”nın büyük bir zafer kazanması Avrupa Yeşiller Partisinde sevinçle kutlandı

Henüz iklim krizinin aşılması için fosil kaynakların terk edildiği bir dönüşümün hızlanmasını zorlaştıran, statükoyu korumak isteyen kesimlerin süreci yönlendirmelerine izin veren koşullar çok değişmedi. Ama yine de umutlanmak için nedenlerimiz var. Bu koşullara rağmen Avrupa’da yeşil partilerin güçlenişi, seçimlerde aldıkları sonuçlar bugünkü siyasi boşluğu doldurmaya aday olduklarını gösterdi. Bundan 40 yıl önce marjinal sosyal hareketlerden biri olarak görünen yeşiller, olağanüstü bir gelişme yaşayarak bugün Avrupa’da pek çok ülkede hükümet ortağı olmaya başladı. Bu bir rastlantı değil; çünkü kriz ile mücadeleyi en öne alarak bir değişimi zorlarken, sosyal ve ekonomik sorunları da birlikte kavrayan yaklaşımları, siyasette doğan boşluğu dolduracak bir karşılık olduğunu gösteriyor. Diğer yandan eski siyasi hatta bulunan partilerin programları ve söylemleri üzerinde etkileri de gözleniyor. Ne var ki Yeşil Dalganın daha da yayılarak süreçte belirleyici olup olmayacağı hakkında henüz bir kestirimde bulunmak için şu an erken. Olağandışı bir zamanın olağandışı koşulları olduğunun farkında olarak, önlemlerin gündemde en üst sıralara çıkması, acil ve köklü adımların atılmasını sağlamak bu başarı için elzem. Ancak bunun için aşılacak büyük engeller var.

Bu olumsuz koşullara bir de pandemi eklendi son zamanlarda. Hatta bu anlamda statükoyu korumak isteyenlerin ekmeğine yağ sürdü. Ama bununla birlikte toplumu büyük değişimlere de açık hale getirdi. Kriz karşısında bunun hangi yönde daha etkili olacağını, ne kadar süreceğini siyasi mücadele gösterecek.  Ama şimdilik dengeleri iktidarlar lehine etkilediğini gözlüyoruz. Örneğin Yeşiller’in en güçlü olduğu Almanya’da bile son günlerde iktidar partilerinin ve CDU’nun oylarında beklentilerin aksine %40’a varan bir artışın olduğunu gösteren araştırmalar var (4). Pandeminin, iktidarlardan olan beklentiyi yükseltmesinin, toplumu biraz daha kendilerine yakınlaştırdığı söylenebilir; ama bunun kalıcı bir etki olup olmayacağı henüz belirsiz. 

Fakat Almanya örneğinde özellikle önemli olan bir şey, Alman hükümetinin şimdiye kadar iklim krizi ile mücadelede Yeşillerin sürekli olarak talep ettiği ama “gerçekçi değil” diye yaftalanan adımları hayata geçirmesi oldu. Bu, pandeminin yarattığı korku ve beklentilerin, iklim krizi ile mücadele açısından bir motivasyon olabileceğini de gösteriyor. Bununla birlikte mevcut hükümetlerin kurulu düzenin savunucuları oldukları göz önüne alındığında, normal koşullarda toplumun karşı çıkacağı pek çok şeyin benimsetilmesinde salgın korkusu kurulu düzeni sürdüren politikalara iyi bir sos oluyor. Almanya gibi aksi örnekleri, önerileri toplumsal bir karşılık bulan güçlü bir siyasi akım karşısında, toplumsal tabanda bu yönde olası bir kaymayı kontrol edebilme gayreti ile açıklanabilir belki. Bu da yeşil siyasetin güçlenmesinin iktidar olmasa bile krizle mücadeleyi hızlandırma yönünde güçlü bir etki yaratacağını gösteren başka bir işaret belki. Şimdilik mevcut statüko savunucularının, her olanaktan kendi çıkarlarına bir dönüşüm sürecinin benimsetilmesinde oldukça etkili oldukları inkar edilemez. 

Bu koşullarda yenilenebilir kaynak kullanımına dayanan yeni bir çağa dönüşümün gerçekleşmesi için, sürecin bu yönde evrilmesini sağlayacak kadar baskın olacak toplumsal ve siyasi bir gücün vazgeçilmez olduğu çok açık. Bu bağlamda özellikle yeşillerin rolü önemli olacak. Avrupa’da başlayan ‘Yeşil Dalga’, böyle bir toplumsal destek bulabileceklerini gösteriyor. Ancak bu zorlu bir sorun ve yeşiller şimdilik etkili olsalar da henüz belirleyici değiller. 

SESSİZ DEVRİM!

Umut veren gelişmelere rağmen halen krizin önlenebileceğine dair kesin bir yargımız yok. Gelecek açısından var olan belirsizlik aşılamadı. Her şey, yenilenebilir kaynaklara dönüşümün sistemde yaratacağı çatlak ve sarsıntıların bu sürecin önünü kesmeden gerçekleşmesine bağlı. Fosil kaynakların terkedildiği, yenilenebilir kaynaklara dayanan bir ekonomik ve toplumsal yapının gelişmesi yönündeki bu dönüşümün gerçek bir devrim olacağına kuşku yok. Ama bu 20. yüzyılın sosyal devrimleri gibi açık çatışmalarla iktidarın elde edildiği şiddet ve güç içeren bir devrim olmayacak. Yeşiller, bunun farkında bir siyaset izlerken, yine de ufukta belki başka nedenlerle çıkmış gibi görünen, ama temelde yenilenebilir kaynaklara dönüşümden harlanan çatışma ve kargaşa tehlikeleri ile yüz yüze kalacakları da kesin. Günümüzde yeşil partilerin yükselişi bu anlamda sosyal, ekonomik vd. açılarda bütüncül ve tutarlı yaklaşımları sayesinde bu tehlikelerin bilincinde olduklarını gösteriyor. Ama bu dönüşümün sonuçları ortaya çıktıkça sorunların daha çetrefil bir hal alacağını söylemeye gerek yok. Bunun farkında olarak toplumsal desteği arkasına alan bir politik hattın oluşturulması ve güçlenmesi ancak Yeşil Dalgayı sürdürebilir. Ancak bu işaretlerden oturmuş bir siyasi hattın gelişmesine henüz ulaşılmış değil. Mevcut sistemi tahkim etmeye çalışan politikalar ile süreci yavaşlatmaya çalışan egemen kesimler karşısında böyle bir politik hattın oluşması için yeşillerin önünde hala aşılması gereken bir yol var. Görüldüğü kadar yeşillerin, eleştirmek yerine toplumsal hayatı düzenleyen pozisyonlarda siyasi sorumluluk almaya talip olmaları, bu bağlamda önemli sonuçlar elde etmeleri, işin seyri hakkında bir ip ucu veriyor. Ancak kesin olan bir şey var; Dünyanın geleceği bu sessiz devrimin başarılmasına bağlı; içeriden, yeni bir yaşamın dinamiklerini büyüterek, değişimi sistemin sınırlarına kadar yayan, güçlü, büyük bir küresel harekete bağlı. Bunun nasıl başarılacağı ise şimdi yeşil siyasetin en acil ve kritik sorunu.  

Kaynaklar

  1. https://www.bp.com/en/global/corporate/energy-econom-cs/stat-st-cal-rev-ew-of-world-energy/-ntroduct-on.html
  2. https://www.bbc.com/news/uk-politics-48540004
  3. https://www.bloomberght.com/net-sifir-karbon-salinimina-ulasmak-icin-yillik-1-2-trilyon-dolar-yatirim-gerekli-2264461
  4. https://tr.boell.org/tr/tr.boell.org/tr/2020/06/12/yes-l-dalga-alman-yes-ller-n-populerl-g-n–anlamak  (Heinrich Böll Stiftung Derneği)

Görseller:

  1. https://www.economist.com/middle-east-and-africa/2020/07/18/the-end-of-the-arab-worlds-oil-age-is-nigh
  2. www.bp.com
  3. https://www.facebook.com/TheresaMayOfficial
  4. https://www.kpbs.org/news/2012/nov/10/gas-lines-evoke-memories-of-oil-crises-in-the/
  5. Joan Carles Claveria / European Greens
  6. http://kausimachanion.gr/κοινωνική-υπευθυνότητα/