Yazan: Nadia Urbinati [1]

Çeviren: Ali Serdar Gültekin

Demokrasinin her zaman ilerici sonuçlara yol açtığı varsayımını bırakmanın zamanı geldi. Bir demokraside kesin olanlar sadece, çoğunlukların yükselişi ve sönüşüyle birlikte güç dengesindeki aralıksız yön değiştirmeler ve sürekli değişim beklentisidir. Demokrasi doğası gereği popülizm riskini içerir. Ancak siyaset teorisyeni Nadia Urbinati, demokrasilerimizin düşündüğümüzden daha az kırılgan olabileceğini savunuyor.

Green European Journal: Popülizm siyaset yapma şeklimizi nasıl değiştirdi?

Nadia Urbinati: Her ülkenin kendi popülist geleneği vardır. Örneğin Avrupa’da nativism (yerlicilik) Amerika Birleşik Devletleri’ndekinden daha az öne çıkarken; milliyetçilik, ABD’dekinden daha belirgindir. Ancak benim görüşüme göre, hükümetteki popülizmin, -yani iktidardaki popülizmin- gidişatının sonucu, temsili demokrasinin dikeyleşmesidir. Parlamento ile aşağı, yürütme ile yukarı. Aynı zamanda daha fazla yolsuzluğu da beraberinde getirir çünkü liderlerin temsil ettiklerini iddia ettikleri ve tatmin etmeyi vaat ettikleri çeşitli grupların desteğini almaları gerekir.

Dahası, popülizm, sıradan siyaset diline, kamusal alanda ‘halk’tan sayılmayanlara karşı sözlü ve duygusal hoşgörüsüzlük biçimlerine yol açan, hoş olmayan yeni bir tarz getirir. Bazı ülkelerde bu, hem azınlıklara hem de dışarıdan gelen göçmenlere yönelik şiddete bile dönüşebilir. Bu dışlayıcı mantık ve dilsel uygulama, muhalefeti ve daha genel olarak karşı fikirde olanları bastırır. Bu, radikal çoğunlukçuluk demektir ve azınlıkta bulunanların kültürel ve ahlaki açıdan olduğu kadar, siyasal olarak da aşağılanması anlamına gelir. Bu hoşgörüsüzlük iklimini demokratik olarak yönetmek zor olabilir. Yurttaşların görüşlerini belirtmelerine veya değiştirmelerine yardımcı olmak için gerekçeli tartışma ve müzakerenin kullanılmasını engeller.

Me the People‘da [2] , iktidardaki popülizmin anayasal demokrasinin sınırları içinde işleyen demokratik bir hükümet biçimi olarak kaldığını savunuyorsunuz. Avrupa’da bazen Macaristan ve Polonya’nın otoriterleşme yolunda kesin adımlar attığını duyuyoruz. Bu konudaki bakış açınız nedir?

İktidardaki popülistler, anayasayı değiştirme şansına sahip olurlarsa anayasayı değiştireceklerdir. Popülistler çoğunluklarını anayasallaştırmak isterler ki bu bir paradokstur; çünkü anayasacılık normalde çoğunlukları kontrol altına almanın bir yoludur. Bunun yerine, yasal olarak tek meşru kişi olarak kendi otoritesini kabul ettirmek isteyen güçlü bir çoğunluğunuz var. Kurucu iktidar, bu nedenle, birçok Avrupa ülkesinde gördüğümüz gibi, popülistler için doğal bir hedeftir. Ancak bu, bunun gerçekleştiği ülkelerin artık demokratik rejimler olmadığı anlamına geez. Çoğunluk hakim ve hatta hoşgörüsüz hale gelmiş olabilir; ancak liderin seçimleri iptal edinceye veya çoğunluk-azınlık de jure ve de facto (hükmen ve fiilen) tek bir gerçek insan olduğunu ilan ederek bölününceye kadar, hoş olmasa da, hala temsili demokrasinin bir biçiminde yaşıyoruz demektir.

İktidardaki popülizm ile demokrasi arasındaki bu “evet” ve “hayır” ilişkisi her zaman sorunludur. ABD’de Donald Trump, seçimlerin çalındığını ve insanları Capitol‘e saldırmak için harekete geçirdiğini ilan ettiği anda, demokrasi içinde başka bir rejime köprü oldu. Bir demokrasinin dönebileceği an buydu. Ama sadece bir kez bu noktanın ötesine geçebilirdi. Macaristan ve Polonya hiper-çoğunlukçu olsalar da, demokrasiler olarak sürdürüyorlar. Macaristan’da ulusal hükümete, Viktor Orbán’ın iktidar partisi Fidesz hakim; ancak muhalefet, belediyelerde ve yerel yönetimlerde çoğunluğa ulaşıyor. Hala çoğunlukta bir değişiklik ihtimali var. Bu olasılık devam ettiği sürece, hala bir demokrasidir.

Macar acil durum pandemi yasası, seçimleri ve referandumları askıya alması nedeniyle yaygın eleştiriler aldı. Yasa sonunda yürürlükten kaldırıldı; ancak yürürlükteyken, askıya almalar süresizdi. Bu, demokrasiden geçici bir kopuş muydu?

Demokrasi durağan bir sistem değildir. Modern demokrasiler karmaşıktır ve prosedürlere, kurumlara ve sosyal ve politik aracı organlara eklemlenmiştir. Demokrasinin bir iç bileşenini kaldırır veya yerinden oynatırsanız, ille de tüm sistemi değiştirmeniz gerekmez. Sistemin toplumla bağlantısının da resmin bir parçası olduğunu unutmamalıyız. Tüm bu katmanlar birlikte demokratik bir toplumu ve sistemi oluşturur; sadece yeni bir yasa çıkarmak veya hoş olmayan bir karar vermek bir demokrasiyi öldürmek için yeterli değildir.

İnsanlar demokrasinin kırılgan olduğunu söylemeye alıştı. Demokrasinin kırılganlığında direngen olduğunu söylemeyi tercih ederim. Kırılgan olmaktan ziyade demokrasiler esnektir ve inanılmaz bir uyum ve değişim yeteneğine sahiptir. Soğuk Savaş, demokrasinin, çoğunluk sistemi altındaki halk iktidarı olduğu ve liberalizmin, iktidarın sivil haklar ve onları koruyan kurumlar tarafından sınırlandırılması olduğu anlayışına dayanan liberal demokrasinin, tek demokrasi biçimi olduğunu düşünmemize neden oldu. Ancak bu anlayış demokrasiyi yoksullaştırır. Çoğunluk sistemiyle halk iktidarı, bu iktidarın oluşumu konusunda kamusal çatışma ve açık katılım olmaksızın var olamaz. Demokrasi, içinde zaten var olan siyasi ve sivil özgürlüklere sahiptir; çünkü hiçbir çoğunluk nihai değildir ve insanlar fikirlerini değiştirmek konusunda tam bir özgürlüğe sahiptir. Tabii ki bu aynı zamanda, çelişen demokrasi biçimlerine ve çoğunlukların pek de hoş olmayan biçimlerine sahip olduğumuz anlamına gelir. Sonuçları nedeniyle demokrasinin iyi olduğunu düşünmekten vazgeçmeliyiz. Bazı otoriter Doğu Asya ülkelerinde gördüğümüz gibi, demokrasinin ürettiği her şey iyi değildir ve demokratik olmayan rejimler, olumlu sonuçlar verebilir. Demokrasi işler, çünkü kararları tersine çevirebileceğimiz ve tüm sistemi yürürlükten kaldırmaya gerek kalmadan kararları verenleri görevden alabileceğimiz ön kabulüne dayanır. Oy kullanma hakkı, ifade ve örgütlenme özgürlüğü askıya alınıncaya kadar ve siyasi muhalefet var olduğu ve gürültülü olduğu sürece, hala bir demokrasi içindeyiz demektir.

“Kırılgan olmaktan ziyade demokrasiler esnektir ve inanılmaz bir uyum ve değişim yeteneğine sahiptir.”

Popülizmin içinde bir tür “gölge faşizm” tanımladınız. Bununla ne demek istiyorsun?

Faşizm ve popülizm, halkın ulusla bir olduğu ve halkın liderle özel bir tür dini veya karizmatik -bu karizmanın gerçek olup olmadığına bakılmaksızın- ilişkisi olduğu şeklindeki çok önemli fikri paylaşır.

Faşist rejimler popülist hareketler olarak doğdu ve çoğulculuğa, parlamentarizme ve liderliğin bölünmesine karşı gelişti. Ancak çok önemli bir ayrım var: Faşizm iktidarı kaybetme riskiyle yüzleşmek istemez ve bu nedenle faşistler seçimleri iptal eder. Popülistler seçimleri iptal etmek ve kaybetme riskini ortadan kaldırmak istemezler. Seçim anı, oyların sayımı için yaşarlar. Seçimleri, haklıların haksızlara karşı bir kutlaması olarak kullanmak isterler. Bazen başarısız olurlar ve bazen kazanırlar. Elbette, Donald Trump’ın Ocak 2020’de yaptığı gibi Rubicon‘u geçme [3] riski var. Popülizm, faşizmin sürekli olarak iktidarı ele geçirmesi riskini taşır, ancak kendisi faşist bir rejim değildir.

Bazı akademisyenler, otoriter popülizmin yükselişini, daha yaşlı kuşakların veya hakimiyetlerinin söndüğünü hisseden diğer grupların güçlü bir kültürel tepkisi olarak açıklıyorlar. Uzun vadede ilerici, demokratik alternatiflerin galip geleceğini savunuyorlar. Katılıyor musunuz?

Popülizm imkanının, temsili demokrasinin bünyesinde bulunduğunu savunuyorum; onun dışında harici bir şeyin ya da sadece memnuniyetsizliğin bir sonucu değil. İnsanlar her zaman hükümetlerinden memnun değildir ve siyaset kurumuna güvensizdir. Her şeye rağmen, siyasi sınıfın yerleşik bir elit haline gelmesini önlemek için döngüsel seçimler yürürlüktedir. Buna karşılık popülizm, kurumları ve temsili demokrasinin temel dayanaklarını içeriden dönüştürmenin bir yoludur. Popülizm kendi başına bir rejim değildir, çünkü kendi kurumları ve prosedürleri yoktur; çoğunluk başta olmak üzere, demokratik prosedürler ve kurumlar üzerinde asalaktır.

Popülizm, çoğunluğu demokrasinin özü olarak görür. Demokrasi, rakip vizyonlar veya taraflar aracılığıyla temsil değil; daha ziyade halkın bir olarak, lideri aracılığıyla temsil edilmesidir. Temsil, halkın liderde cisimleşmesidir; bu da hesap verebilirliği ve denetimi tamamen umursamaz olduğu anlamına gelir. Bunun belirli zamanlarda başarılı olması daha olasıdır…- özellikle de temsili kurumlar için kriz anlarında.

Popülizm imkanı, temsili demokrasinin bünyesinde bulunur; onun dışında, harici bir şey değildir.

Popülizm, temsili demokrasiye ayna tutar. Çoğulculuk iyi işlemediğinde, çoğunluğu harekete geçirmek, geleneksel siyasi partilerin işlevsizliğine bir yanıttır. Ayrıca çözülmesi gereken toplumsal sorunların bir işareti olabilir ve böylece olumlu değişime kapı açabilir. Jürgen Habermas, ilerici tarafta artık etkili bir savunucuları olmadığında, sıradan emekçilerin, ihtiyaçları olan şeyi vaat eden liderlere yöneldiklerini söyler. Popülizm, Solun bugünkü düşüşünün ve onunla birlikte, yurttaşlığı sadece resmi bir oy hakkından daha fazla hale getiren sosyal demokrasi anlayışının inişe geçişinin bir yansımasıdır. Belki geçmişte popülizm farklıydı – örneğin 19. yüzyılın sonlarında Amerika’da daha olumlu bir popülizm hikayesi vardı. Ancak bugün, siyasi partilere ve parlamenter müzakere biçimlerine dayanan Batı demokrasilerinde popülizm, orta sınıfın, işçi sınıfının ve güvencesiz işçilerin temsil eksikliğinin bir belirtisidir. Sosyal adalet ve yeniden bölüşüm üzerine söylemler yerine, ulusal korumacılık ve göçmenlerin ve diğer azınlıkların dışlanması üzerine söylemlerin çekiciliğine kapılıyorlar.

İzleyiciler, popülizmin anahtarıdır. Kitabınız “izleyici demokrasisi” terimini kullanıyor. İzleyici demokrasilerinde mi yaşıyoruz?

Birçok ülkede, evet. Siyasi partiler, artık yapılandırıcı bir güç olarak hareket etmedikleri zaman, bütün vatandaşlar, alternatif siyasi programların kaynağı olmaktan ziyade bir yargı mahkemesi olarak hareket eden silik ve dağınık bir seyirci kitlesi haline gelir. Popülerlik peşinde koşan akıllı liderlerin uydurduğu sözlere basitçe tepki veren ve partizan çizgileri taşımayan  belirleyici özellikleri olmayan bir varoluş halindeki bir vatandaş kitlesi, bir liderin kolayca harekete geçirebileceği bir kalabalıktır. İtalya’nın ve diğer birçok Avrupa ülkesinin deneyimi, zayıf partiler ve siyasi görüşleri şekillendiren yüksek sesli medya kombinasyonunun nereye vardırabileceğini gösteriyor. Medya, kamuoyunu yöneterek, partilerin yerine geçer. Parti demokrasisinden halk demokrasisine – popülizmin önümüze getirip koyduğu temsil değişikliği budur.

Ancak sonuç mutlaka olumsuz değildir. Podemos oldukça olumlu bir örnektir, (her ne kadar daha ılımlı ve bazı açılardan Güney İtalya’daki Hıristiyan Demokratların varisi olsa da) Beş Yıldız Hareketi de bir diğeridir. Ama bir de Lega ve Matteo Salvini’nin yarı faşist ideolojisi var. İzleyici demokrasilerindeki partiler kendilerini, halkın beğendiği ve beğenmediği şeylere göre performans gösteren aktörler olarak sunarlar. Bu önemli bir yön değişikliği. Artık mantıklı argümanlara veya ideolojik çerçeveye dayalı bir siyaset dili değil, gerçek bir tartışmanın olmadığı bir “seviyorum” veya “sevmiyorum” dili var. Bu bir siyaset dili değil; estetiğin dili.

Popülizmin pençesindeki ülkeler dinamiği kırmayı nasıl başardı?

Birçok insan popülistlerin başarısının koşullarına ve nedenlerine odaklanır. Ama şimdi önemli olan soru, popülizmden nasıl çıkacağımız. Batı’da bu soruyu yanıtlamaya çalışan en az iki gelişme görüyoruz.

Birincisi klasik siyasi parti modelidir. ABD’de Joe Biden, Sağın ve Solun ve sosyal adaletin siyasi dilini eski durumuna döndürüp, canlandırarak popülizme yanıt verdi. Trumpist dilden açıkça farklı, ancak Obama’nınkinden de farklı; çünkü Biden partizan söylemini canlandırıyor ve ılımlı Cumhuriyetçilerden konsensus beklemiyor. Demokrat Parti – kısmen sol kanadını dinlediği için – toplum bölünmüş olsa bile istikrarlı iş olanakları yaratmak için yatırım yapılması gibi iyi politikaların mümkün olduğunu gösteriyor.

Avrupa’da başka bir model görüyoruz. Avrupa’nın popülizme tepkisi, uzun yıllara dayanan teknokratik karar alma deneyiminden yararlanarak, Avrupa Ekonomik Alanı’nı istikrara kavuşturmaya dairdir. Carlo Invernizzi Accetti ve Christopher Bickerton’ın Teknopopülizm kitaplarında gösterdikleri gibi, popülizm ile teknokrasi arasında bir bağlantı olabilir. Demagojik ve hareket temelli popülizm değil, ama onun yerine teknokratik yönetişim kullanan partilere karşı halkın birliği mitini ehlileştirmek isteyen bir tür popülizm. Örnekler arasında Emmanuel Macron’un Fransası ve Mario Draghi yönetimindeki İtalya sayılabilir. Ölçme, izleme ve değerlendirmeye tabi çıktıları ile tarafsız ve objektif olduğu beyan edilen bir karar alma biçimi aracılığıyla halkı birleştirmeyi vaat ediyorlar. Ekonomistler ve bürokratlar, partilerin veya partizan fikirlerin değil, başarının hakemi olmalıdır. Tekno-popülizm, kökleri yönetişimde bulunan liderliğe dayanır ve kararlarının, hakkaniyet görüşlerinden bağımsız veri ifadeleri olduğu güvencesiyle halka konuşmalar yapmaya koyulur. Ancak tekno-popülizmin sorunu adaletsizlik değil, işlevsizliktir.

DİPNOTLAR:

[1] Nadia Urbinati, modern ve çağdaş siyasi düşünce ile demokratik ve anti-demokratik gelenekler konusunda uzmanlaşmış bir siyaset teorisyenidir. Columbia Üniversitesi’nde Kyriakos Tsakopoulos Siyaset Teorisi Profesörü ve Medeniyetler Üzerine Diyalogları Sıfırla’nın yönetim kurulu üyesidir.

[2] Ç.N. : ‘Me the People How Populism Transforms Democracy’ isimli kitap

[3] Ç.N.: M.Ö. 49 yılında Sezar’ın, Senatonun kararları hilafına Rubicon nehrini geçerek, diktatörlüğünü ilan etmesine atıfla ‘dönüşü olmayan yola girmek’ anlamında bir deyim.

26 Mayıs 2021’de Green European Journal’da yayımlanmıştır.

https://www.greeneuropeanjournal.eu/never-far-populism-as-the-shadow-of-democracy/ adresinden indirilmiştir.

GÖRSEL TASARIM: Olcay Özkaplan