Röportaj: Annabelle Dawson [1]

Yazan: Mary Mellor [2]

Çeviren: Bürge Abiral

Koronavirüs krizi, hasta bakımından marketleri açık tutma çabalarına kadar toplumların hayatta kalması için elzem olan işlere dikkat çekti. Krizin yükünü ağırlıklı olarak kadınlar omuzladı. İktisatçı ve ekofeminist yazar Mary Mellor, ekonominin belirli işleri ve işçileri neden dışarı ittiğini açıklayarak yeni bir değer sistemi için fırsatlara işaret ediyor. Adalet ve sürdürülebilirlik ilkeleri rehberliğinde işleyen ekonomiler yaratmak için verdiğimiz çabalarda, çalışmayı yaşamla uzlaştırmak elzem olacak.

Annabelle Dawson: Yaşadığımız sağlık krizi toplumlarımızdaki çalışma sorununa ciddi ölçüde görünürlük kazandırdı. Pandemide kadınların rolü ne oldu?

Mary Mellor: Krizin başlangıcından bu yana kadınlar için yaşam çok daha karmaşık hâle geldi. Hayati öneme sahip iş kollarında zaten birçok kadın çalışıyor. Bu süreçte ev işleri de önemli ölçüde değişti. Bu değişim sadece bakımla ilgili değil, aynı zamanda bulaştan kaçınma ve evde eğitimle ilgili konularla da alakalı. Gelir seviyesi ve sıkışık mekanlarla ilgili endişeler her zamankinden daha büyük hale gelirken; kadınların, okul kapılarında, parklarda ve oyun alanlarında kadın arkadaşlarıyla görüşme imkânları da sınırlandı. Akıl sağlığı ve aile içi şiddet başlıca endişeler. Bir kadın, hayatı boyunca karşılaşabileceği neredeyse tüm sorunlarla şu anda karşı karşıya diyebiliriz.

Bu durumda iki farklı patriarka türünden bahsedebiliriz. Birincisi evdeki patriarka. Erkekler davranışlarını değiştiriyor mu ve eğer değiştiriyorlarsa, kriz bittikten sonra da bu değişiklik devam edecek mi? Bir yandan da daha geniş anlamda ekonomiye içkin bir patriarka mevcut. Ekonomi, bakım işleri için alan açıyor mu? Ekonomi ataerkil olarak örgütlenmişse ve ailede bir kriz patladığında devreye girme rolünün kadına ait olduğunu varsayıyorsa, erkekler işverenlerden aynı anlayışı görmedikleri için isteseler bile kadınlara yardım edemezler.

İdealinde, yaşlı, genç ve hasta bakımı ile eğitim gibi insanın yaşam döngüsünde hayati olan işlere saygıyı sürdüren “yeni bir normal”in ortaya çıkmasını görmeliyiz. Sık sık evrensel temel hizmetlerden bahsediliyor. Bakım ve eğitim, ekonominin evrensel temelleri olarak görülmeli; hayati ve en önemli parçaları olarak ele alınmalıdır. Dolayısıyla bu öneme karşılık gelecek şekilde de ücretlendirilmelidir. Toplumlar arasında farklılık gösterse bile, toplumsal cinsiyete dayalı ücret eşitsizliği hâlâ çok fazla. Bunun nedeni kısmen bakım emeği gibi çoğunlukla kadınlar tarafından yapılan işlerin çoğunun ücretsiz veya düşük ücretli olması. Bu tür işler daha iyi ücretlendirilseydi ve daha değerli olsaydı, daha fazla erkek de bu işlerde çalışırdı.

Kadınların yaptıkları işlerin beden emeği olduğunu gözlemlemiştiniz. Bu gözlem Covid-19 bağlamıyla da alakalı mı?

Beden emeğini, doğada bir beden olarak bulunmanın getirdiği, insan varoluşuna dair bir sorumluluk olarak görüyorum. Bedenle çalışma sadece kadınlar tarafından yapılmaz, erkekler tarafından da yapılabilir, çocuklar tarafından da yapılabilir. Tarihsel olarak beden emeği sarf edenler köleler olmuştur. Bununla birlikte, beden emeği çoğu zaman kadınların üzerine kalır; onların görev, adalet, sevgi, bağlılık ve merhamet duygularına atfedilir çünkü başka hiç kimse sorumluluk almaz. Ben buna “dayatılmış fedakârlık” diyorum. Beden emeği sadece bakım işlerini yapmak değil, bakım sorumluluğunun üstlenilmesi, zaman harcanması ve kadının hayatında belirli kısıtlamalar olması anlamına da geliyor; sürekli “erişilebilir” olmak gibi. Önceden planlanabilen işler değil bunlar. İnsanlar yaşlanır veya çocukların büyütülmesi gerekir, bunları biliyorsunuz. Ancak zihinsel ve fiziksel çöküş her an gerçekleşebilecek şeyler.

Ekonomimizin yapılandırılma şekli kadın emeğini ve doğal yaşamı dışsallaştırıyor.  

Biz bedeni olan yaratıklarız ve bedenlerimiz bir çevre içerisinde var olur. Ekonomi ise bedendeki yaşamı marjinalleştiriyor. Ekonominin, insanın doğadaki varoluşunu nasıl ele geçirdiğine işaret etmek için “Ekonomik Adam” (kadın da olabilir) fikrini geliştirdim. Ekonomi sektöründe çalışan insanlar, beden emeğini, bedenin beklenmedik ve günlük rutin döngüsünü görmezden gelmek zorundalar. Elbette bu, bedenleri olmadığı için değil; 24 saatlik döngüyü ve doğumdan ölüme kadar olan yaşam döngüsünü yaşamaları gerekiyor. Bedenselliklerini marjinalleştirebilirler ama ondan kurtulamazlar. Ekonomik Adam, hasta değilmiş, sorumlulukları yokmuş gibi davranmak zorunda. Çocuklarını okuldan alabilmek için eve yakın bir yerde çalışması gerekmiyormuş gibi davranmak zorunda.

Öyleyse beden emeği, bedenin en insani ihtiyaçlarını karşılayan bakım ve öğrenim işi olarak “hayati iş” olma eğiliminde mi?

Beden emeği aynı zamanda çöpleri toplama, temiz su temini, ulaşım… aslında beden emeği gerektiren oldukça fazla sayıda iş kadınlarla olduğu kadar erkeklerle de alakalı. Beden emeğini toplumsal cinsiyet eksenine çok fazla oturtmamaya dikkat etmeliyiz. Asıl sormamız gereken soru şu: bu işlerin hayati olduğunu kabul etmeye devam edecek miyiz? Kanalizasyon işçilerini ve gıda işleyen işçileri emeklerinin karşılığını alacak şekilde ödüllendirecek miyiz? Finans sektörü olmadan da yaşayabiliriz, milyarderlerin kullandığı lüks yatlar ve SUV araçlar olmadan yaşayabiliriz. Ücretsiz emek söz konusu olduğunda, neye para ödediğimiz ve neye ödemediğimiz hakkındaki öncelikleri alt üst eden bir ekonomiye ihtiyacımız var.

Kriz süresince Jacinda Ardern, Nicola Sturgeon ve Angela Merkel gibi kadın liderler neden daha etkili liderler olarak algılanmakta?

Bu kesinlikle toplumsal cinsiyete dayalı bir durum. İşinin ehli erkek liderler olmadığını söyleyemem ama bu kadınlar olağanüstü bir iş çıkardılar. Hepsinin farklı politikaları var; Merkel sağcı, Sturgeon’un bağlı olduğu İskoç Ulusal Partisi sola yakın, Jacinda Ardern ise Emek Partisi’nden. Bu üç kadının ortak noktası siyasi egolarının olmaması; şaşırtıcı bir şey bu. Bu kadınların Boris Johnson ve Donald Trump gibi narsisist politikacılarla benzer şekilde davrandıklarını hayal bile edemezsiniz. Davranışlarının ne kadar amaç-odaklı, rasyonel ve dramatiklikten uzak olduğunu düşünürsek, bu üç kadın ile Johnson ve Trump zıt uçlarda duruyor diyebiliriz. Ego olmadan güç sahibiler. Ben de her birine hayranlık duyuyorum.

Para ve finans sistemi üzerine kapsamlı olarak çalıştınız. Bu çalışmaları ekofeminizm ve yeniden üretim emeği üzerine yaptığınız çalışmalarla nasıl ilişkilendiriyorsunuz?

Para hakkındaki çalışmam aslında ekofeminizm üzerine yaptığım çalışmalardan doğdu. Ekofeminizmle ilgilenmeye ise, bu akım 1970’lerin ortalarında bir hareket olarak büyümeye başladığında başlamıştım; ve ekofeminizm hakkında detaylıca yazmaya da 1990’larda başladım. Kullandığım çerçeve çok esnek anlamda Marksist teoriydi, eşitsizlik, sınıf ve ekonomik yapılar hakkındaki genel teori diyebiliriz.

Kriz anları, piyasa sisteminin sınırlarını ve potansiyel başarısızlığını ifşa eder.

Ev işi ile bizim algıladığımız şekliyle ekonomi arasındaki ayrımı ve kadınların bu ayrımdaki yerini incelemeye başladım: emeklerinin karşılığını ödemeyerek veya eksik ödeyerek ekonomi kadınlara eşitsiz muamale ediyor. Bunun beden emeğine dayandırıldığını hissettim: erkek egemen formel ekonomi, dayatılmış fedakârlık olgusu üzerinden, büyüme, ölme, hastalık ve sağlıkla ilgili işlerden kadınları sorumlu tutarak, doğada insan bedeni olarak var olmanın sonuçlarını azaltıyor.

“Buradaki sınır nedir?” diye düşünmeye başladım. “Bu sınır nasıl kontrol ediliyor?” Sınırın para olması beni şaşırttı. Ekonomimizin yapılandırılma şekli kadın emeğini ve doğal yaşamı dışsallaştırıyor. Ben de böylece “para nedir?” diye sormaya başladım. Neden gereksiz veya önemsiz olan birçok şeye değer verilirken, ihtiyacımız olan şeylere değer verilmiyor? Bu beni paranın gerçekte ne olduğunu ve nasıl işlediğini, onu kimin kontrol ettiğini ve kimin para sahibi olduğunu sorgulamaya yöneltti.

Para, daha sürdürülebilir ve adil ekonomilere geçişte değişim için bir araç olabilir mi?

Paranın ne olduğunu, nasıl çalıştığını, tarihini, sosyal ve politik doğasını anlarsak, radikal potansiyelini de kavrayabiliriz. Hâkim neoliberalizm modeli günümüzde neredeyse tam kontrole sahip. Çoğu kişi ekonominin değişmez olduğunu, hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimizi düşünüyor. Ancak parayı yeniden düşünen çalışmalar sadece akademik kuram değil, aynı zamanda statükoyu kıracak kadar güçlü bir çerçeve inşa etmekte. Friedrich Hayek neoliberalizm üzerine çalışmalarına 1930’larda başlayıp 1940’lar ve 50’lerde devam etti. Fikirlerinin 1980’lerden bu yana neoliberalizmin en parlak dönemiyle kaynaşması 30 yıl sürdü. Radikal alternatifler düşünme çalışmaları ise 2000’lerden beri büyüyor ve 20-30 yıl içinde yeni bir sağduyu gelişmiş olabilir.

Paranın ne olduğunu, nasıl çalıştığını, tarihini, sosyal ve politik doğasını anlarsak, radikal potansiyelini de kavrayabiliriz.

Kriz anlarında yapılan müdahalenin ölçeği, hükümetin eylem kapasitesinin mali açıdan kısıtlı olduğu fikrini zayıflatıyor. Bu durumdan bir fırsat doğabilir mi?

Muhtemelen bir dönüm noktası bu: Kriz anları, piyasa sisteminin sınırlarını ve potansiyel başarısızlığını ifşa eder. 2007-2008 yıllarında sorun finansal sistemdi. 2019-2020’de ise, ekonomik krize yol açan şey bir sağlık krizi oldu. Sağlığın ekonomiye baskın gelmiş olması oldukça önemli. Neoliberalizmin ortaya attığı büyük iddialar—paranın az miktarda olduğu, yalnızca piyasanın zenginlik yarattığı ve devletin para yaratmadığı (ya da yaratabiliyorsa yapmaması gerektiği) efsaneleri—yerle bir edildi. 2007-2008 yıllarında finans piyasalarını devlet kurtardı ve şu anda da yine yığınla para akıtıyor. Devletin harcamalarını vergilendirme yoluyla karşılaması gerektiği ve o durumda bile vergi mükellefinin özel sektörün bir ürünü olduğu varsayımı aslında çok ikna edici bir varsayım. Gelgelelim, kamu sektörü gayri safi yurtiçi hasılaya (GSYİH) katkıda bulunur ve çalışanları da vergi öder. Kamu ekonomisi kavramına sahip değiliz, sadece piyasa ekonomisi konuşuluyor. Borç kavramı, tam da kamu ekonomisi kavramının ve paranın kamuya açık olduğu gerçeğinin inkârıdır. Kamu, para yaratma ve dolaşıma sokma egemenliğine sahiptir. Hükümet finans sektöründen borç alırsa, bu borçlanmadır. Ancak merkez bankasından borç alırsa, devlet fiilen kendi kendine borçlanıyor demektir.

Borç hakkında sahip olduğumuz varsayımlara ne tür anlatılar meydan okuyabilir? 2008 sonrası dönemde borç politikaları kemer sıkmayı haklı çıkarmak için kullanıldı. İleriye dönük olarak da büyük bir tehdit bu.

2008’den sonra yanlış bir şekilde kemer sıkma politikasını savunan Uluslararası Para Fonu’nun (İMF) artık çok farklı bir üslup benimsemiş olması bir umut kaynağı oluşturuyor. Küresel para politikaları üzerinde etkisi olan İMF, şu an, oldukça da haklı olarak, devletlerin nicel genişleme ve özel sektöre doğrudan destek yoluyla büyük miktarda yaptığı yeni para aktarımlarını durdurmamalarını teşvik ediyor. Kamu sektörü hâlâ işliyor, ancak özel sektör sınırsız fonlar aracılığıyla kurtarılıyor.

Ekonomide fonlama veya para üzerinde doğal bir sınır yoktur. Piyasa ekonomisindeki para, şu an işsizlik ve azalan talep nedeniyle ortadan kalktı. Bu durum, topun oyun dışı bırakıldığı bir futbol maçına benziyor. Oyuncular hâlâ sahada, ancak top geri gelene kadar oynamaları mümkün değil. Para da oyun dışı kaldı ve biri onu sahaya koymadıkça geri gelmeyecek. Bunu yapacak kadar güçlü olan tek para kaynağı devlettir. Para akışının yalnızca ekonomi “aşırı ısınmaya” yani şişmeye başladığında durması gerekir. Ancak ekonomilerimiz çok uzun zamandır sabit kaldı. Para politikalarının bağlamı 1970’lerden beri tamamen değişti.

Öyleyse, kemer sıkma politikalarının geri dönüşünü görmeyeceğimize dair umut var mı?

Kesinlikle. Para hakkında başlangıçta marjinalize edilen fikirler ana akım hâline gelmekte. Parasal reform hareketlerinin çıkış noktalarından biri, bankaların yoktan para yarattığının fark edilmesiydi. Ondan önce, bankaların birikimleri toplayıp bunları isteyenlere borç verdiği varsayılıyordu. Ancak her zaman mevduattan çok daha fazla kredi verildi, böylece bankaların para yarattığı ortaya çıktı. Peki ne tür bir para yaratıyorlardı? Kamu parası: sterlin, euro, dolar. Para arzı banka kredilerine bağlı olmaya başladı ve 2008’de kredi alımı durduğunda, para arzı önemli ölçüde azaldı. Ortaya çıkan kriz, kontrolsüz bir şekilde özel para yaratmanın sürdürülemez olduğunu farkına varmaya zorladı bizi, merkez bankalarını ve İMF’yi bile.

Ücretsiz emek söz konusu olduğunda, neye para ödediğimiz ve neye ödemediğimiz hakkındaki öncelikleri alt üst eden bir ekonomiye ihtiyacımız var.

Paraya ilişkin kurumsal yapılar, benim gibi radikal para teorisyenlerinin yaptıkları argümanı anlamaya başlıyor ve tutumlarını değiştiriyorlar. Paranın yaratılması ve dolaşımında halkın sahip olduğu rol, paranın işleyiş sürecinin bir parçası olarak görülüyor. “Devlet ne kadar doğrudan fon sağlıyor?” ve “Banka kredileri nasıl düzenlenmeli?” gibi soruları sormaya başlamalıyız. Piyasaya dayalı kâr ve büyüme kavramlarından uzaklaşmamızı sağlayacak birçok tartışma açılabilir. Kamu ekonomisi farklı ilkeler ile çalışır: ihtiyaçlarla, hizmetlerle ve  bunların değişimini desteklemek için gerekli olan paranın dolaşımı ile ilgilidir: “Ben sana bakarım, sen de çocuğumu eğitirsin.” Piyasa yapısı değil, kamusal bir yapı söz konusudur.

Finlandiya’da, GSYİH’nın yarısından fazlası kamu sektöründedir. Özel bir ekonomiden ziyade kamusal bir ekonomi. Öte yandan Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomisinin üçte birini kamu sektörü oluşturur. Kamusal ve özel ekonomi arasında denge sağlama işi paranın geldiği yer. Paranın banka kredileri yoluyla tahsis edilmesi ve devlet harcamaları, tartışmanın merkezinde olmalıdır.

Bakım sağlama rolünü üstlenmiş kadınlar kendilerini genellikle kamu harcamalarında yapılan kesintilerden en çok etkilenen uçta bulurlar. Çevresel değişim ve bozulmanın etkilerinde de benzer bir toplumsal cinsiyet dinamiği görüyoruz. Feminist ve iklim hareketleri arasındaki bağı nasıl tanımlarsınız?

Beni endişelendiren bir konu bu. Ekofeminizm, 1970’lerde ekolojizm ve ikinci dalga feminist hareket ile aynı zamanlarda ortaya çıktı. Feminist hareketin özünde yeşil düşünceyi barındırdığını düşünmüyorum. Yeşil hareketin de feminizmi içselleştirdiğini düşünmüyorum. Bu ikisini ekofeministler birbirine bağladı, ancak ekofeministler de ne yalnızca feminist ne de yalnızca yeşil, adı üstünde ekofeministler. Benim endişem, iklim tartışmasının feminist düşünceyi dâhil etmekte başarısız olacağı. Bence bu tartışma büyük ölçüde erkek egemen olacak ve teknik konulara odaklanacak. Beden emeği ile şu anki hâliyle ekonominin çalışma biçimi arasındaki ayrım muhtemelen sade bir dille açıklanmayacak. Yeşil Yeni Düzen büyük olasılıkla sadece teknolojik çözümlerden oluşacak, ki bunlar kamu finansmanı alacak; ancak muhtemelen bakım emeği ve toplumsal çalışmalar için kamu finansmanı olmayacak. Bu tarzdaki emek çeşitleri büyük olasılıkla parasal terimlerle takdir edilmeyecek.

Avrupa’daki Yeşil Yeni Düzen, başkalarının ve gezegenin bakımını üstlenen insanlar için bir bakım geliri talep ediyor. Bu teklif hakkında ne düşünüyorsunuz?

1970’lerde ev işi için ücret talep eden bir kampanya vardı. Bazı feministler, kadınları toplumsal cinsiyet düzenindeki işlere, beden emeğine hapsettiğini öne sürerek bu fikre karşı çıktılar. Bakım geliri söz konusu olduğunda verdikleri emek için kadınlara veya doğaya ekonomiden bir aktarım yapılması bence adil bir öneri. Yeşil Yeni Düzen’in yapması gereken şey emek ve yaşamı, hem ekolojik zamanı (doğanın yenilenmesi için geçen süre) hem de biyolojik zamanı (bedenin doğumdan ölüme olan yaşam döngüsü) hesaba katarak birleştirmek. Yeşil Yeni Düzen, emek ve yaşamı eksiksiz bir şekilde bütünleştirmezse, bakım sorununun üstesinden gelebileceğini sanmıyorum.

İstediğimiz, hayati ihtiyaçlarımızı önceleyen bir ekonomi. Ben buna “yetecek kadar erzak tedariki” diyorum: herkes için yeterli, ama ne çok fazla ne de çok az. [Yeterli] tedarik, sadece kâr getirici faaliyetler değil, ücretsiz çalışma, keyifli çalışma ve topluluk yaşamını da beraberinde getirir. Kâr, hesapladığımız son şey olmalı. Özel veya kamusal çalışma söz konusu olduğunda, sorulması gereken anahtar soru, çalışmanın insanların hangi ihtiyacını karşıladığıdır.

DİPNOTLAR

[1] Annabelle Dawson, Green European Journal’da yazı işleri asistanıdır.

[2] Mary Mellor, İngiltere’deki Northumbria Üniversitesi’nde fahri profesördür. Ekofeminizm, sosyal ekonomi, toplumsal adalet, sürdürülebilirlik ve radikal para teorileri hakkında birçok çalışmaya imza atmıştır. En son kitabı Money: Myths, Truths and Alternatives 2019’da Policy Press’ten yayımlanmıştır.

30 Kasım 2020 tarihinde Bu röportaj Green European Journal’da yayımlanmıştır.

Https://www.greeneuropeanjournal.eu/the-cost-of-care-rethinking-value-in-times-of-crisis/ adresinden indirilmiştir.

Görsel tasarım: Olcay Özkaplan

BU YAZI, YEŞİL AVRUPA VAKFI’NIN DESTEĞİ İLE YEŞİL DÜŞÜNCE DERNEĞİ VE YEŞİL SİYASET DERGİSİ ORTAKLIĞIYLA YAYIMLANMIŞTIR.

BU YAZI, AVRUPA PARLAMENTOSU’NUN YEŞİL AVRUPA VAKFI’NA SAĞLADIĞI FİNANSAL DESTEK İLE ÇEVRİLMİŞTİR. AVRUPA PARLAMENTOSU, YAYININ İÇERİĞİNDEN SORUMLU DEĞİLDİR.