Yazan: Robert Magowan [1]
Çeviren: Ali Serdar Gültekin
Birikim rejimimizin kaçınılmaz sonucu olarak öngörülen büyük değişim, gerçekten de kapımıza dayandı. Bugün, çözülmekte olan yalnızca siyasetimiz ve kurumlarımız değil, gündelik hayatımızın her yönü gibi görünüyor. Birden fazla bozulma biçiminin arttığı bir çağda nasıl var olabiliriz? En çok tehdit altında göründüğü anda özgürlüğü geliştirerek, bu bozulmayla birlikte ve bu bozulma boyunca çalışmanın yollarını öngörebilir miyiz?
Hayat şu anda nasıl hissettiriyor? “Parçalanma, dağılma, zorla parçalara ayrılma” olarak tanımlanan bozulma, bir tema gibi görünüyor. Bu şekilde bir dönemi yüzeysel ele almak, her türlü hareket ve duyguyu süpürüp atmamıza ve Galli kültür eleştirmeni Raymond Williams’ın deyimiyle bir “duygu yapısı” içine zaptetmemize olanak tanır: “Bir dönemin kültürü… belirli bir yaşam sonucu”. Bu yapılar, tarihsel gelişime vurgu yapma, onun nasıl anlaşıldığını sessizce tanımlama ve bir dereceye kadar onu yönlendirme gücüne sahiptir.
Williams 1983’te yazdığı bir yazıda, 1970’lerin çalkantıları ve toplumsal hareketlerin Fordizmin kapitalist düzenine karşı oluşturduğu varoluşsal tehditle yaralanmış “çok daha az güvenli ve çok daha beklenmedik bir dünya” tanımlıyordu. “Belirsizlik çağı” olarak adlandırılan bu genelleşmiş huzursuzluk, piyasa köktencilerinin ulusal ekonomileri yeni, küreselleşmiş bir düzene doğru şok etmeleri için verimli bir zemin oluşturacaktı.
Buna karşın Üçüncü Yol neoliberalizmi, kibirli bir biçimde su yüzüne çıkmakta – kaygan, dinamik, gevşek ve akışkan. Savunucuları milenyumun başında, yüzyılın uzlaşmasıyla ve ideolojik sürtüşmelerden teknokratik olgunluk lehine kaçınma vaadiyle ortaya çıktılar. Orijinal kavgacı formundan 1990’ların parlak estetiğine evrilen bu yaklaşım, politik ekonomist Will Daves’in ifadesiyle “siyasetin ekonomi tarafından büyüsünün bozulmasına” işaret ediyordu.
Mali krizden Brexit’e, Trump’a ve Avrupa’daki yerleşik siyasi partilerin altüst oluşuna kadar kurumsal depremler 2010’ları belirledi ve neoliberalizmin yavaş yavaş başka bir şeye dönüştüğünü ortaya koydu. Ancak algılanan bozulma, yaşanan bozulmayla aynı değil. Pandemi sonrası enflasyon, hane halkı ve gündelik hayat gibi daha mahrem alanları kamusal tartışmanın ön saflarına taşıdı. Protesto, politika kopuklukları ve iklim etkileri artık bir araya geliyor ve haftalık alışveriş, işe gidip gelme, faturaları ödeme gibi kişisel ayrıcalıkları derinden etkiliyor.
Şoklar Çağı
Çağdaş bozulmanın üç farklı cephesi tespit edilebilir. Birincisi ve en belirgin olanı, artan hayat pahalılığı ve enerji krizinin yol açtığı tahribattır. AB’de enflasyon şu anda %10’u aşmış durumda ve Avrupa hükümetleri üç katına çıkan enerji faturalarını hafifletmek için 500 milyar Avro ayırdı. Bu eğilimlerin Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden öncesine dayandığını unutmak kolay. Geçici oldukları varsayılan bu eğilimler – özellikle de iktidardaki politikacıların bir nakaratı – bir dizi faktör tarafından yalanlanmakta. Enflasyonun salgın sonrası talep tarafından yönlendirildiği ölçüde, bunun kendisi de piyasaların yeni bölgelere genişlemesinin (‘zoonotik yayılma’ olarak adlandırılır) bir ürünü ve “doğayla dengesiz ilişkimizin geri tepmesinin” öngörülebilir bir sonucudur. Ekonomistler, enflasyonu Avrupa’daki yaz kuraklığından sıcak hava dalgalarına, sellere, donlara ve hatta çekirge salgınlarına kadar uzanan bir dizi çevresel şoka bağlayan benzer argümanlar ortaya atmışlardır; bunların hepsi tedarik zincirinin bozulmasına ve fiyatların dağınık ve öngörülemeyen şekillerde kümülatif olarak yükselmesine katkıda bulunmuştur. Garanti edilen tek bir şey var: iklim etkileri kötüleştikçe, makroekonomik istikrarsızlık daha olası hale geliyor ve beraberinde bir dizi mikro sonuç getiriyor.
İklim politikaları her zaman oldukça güçlü bir şekilde tam da bu çevresel şokları ve ardından gelen tüm ekonomik sonuçları engelleme girişimi olarak çerçevelenmiştir. Ancak yumuşak geçiş yolları ve dayanıklılık oluşturma uzun zaman önce reddedildi. Fosil yakıtları geride bırakmaya ve davranış değişikliğini teşvik etmeye yönelik daha radikal devlet müdahaleleri artık zorunlu olarak ikinci bir kesinti biçimidir. Almanya Şansölye Yardımcısı ve Ekonomi Bakanı Robert Habeck’in ülkeyi Rus doğalgaz ithalatından kurtarmaya yönelik son çabaları – vatandaşları iç tüketimlerini azaltmaya teşvik etmek de dahil – aşırı sağcı Alternative für Deutschland’ın (AfD) yeniden canlanmasına ve enerji dönüşümünü meraklı çevreciliğin ideolojik projesi olarak uzun süredir eleştirmesine katkıda bulundu. ‘İklim diktatörlüğü’ suçlamaları çoğalıyor ve AfD bir Wutwinter (öfke kışı) olasılığı konusunda endişeleri körüklüyor. İspanya’da aşırı sağcı Vox’un, merkez sola ‘ilerici diktatörlük’ ve “tüm özgürlük öldürücü yasalar” şeklinde dil uzattığı gibi, salgın kısıtlamaları burada da önemli bir başlatıcıdır.
Bu nedenle, Fransız gilets jaunes‘in 2018-2019’da ortaya koyduğu tehdit kayda değer olmaya devam etmektedir. Eşitsizlik ve uzun süreli enflasyonist baskılar bağlamında ve büyük bir yeniden dağıtım ve reform programının yokluğunda, iklim politikaları gürültülü bir tepkiyle karşılaşabilir. Sistemik adaletsizliğe karşı vergi artışlarından daha uyumlu müdahaleler bile, derin bir düşmanlıkla karşılanmaya açıktır. Örneğin, Anne Hidalgo’nun 15 dakikalık Paris hayalinden Barselona’nın superilles’lerine (yeniden ele geçirilen kavşaklar) ve Berlin’in Kiezblocks’larına kadar, yol alanının yürümeyi ve bisiklete binmeyi teşvik etmek için yeniden tahsis edilmesi son zamanlarda Avrupa’nın büyük şehirlerinde hız kazandı. Toplumsal getirileri onları geniş çapta popüler kılıyor; ancak alışılagelmiş tüketim kalıplarını bozmaları onları bildik, kültürel olarak içlerine işlemiş bir tartışmaya sürüklüyor. Birleşik Krallık’ta, ‘trafiğin az olduğu mahalleler’, ‘insan dostu sokaklar’ gibi olumlu çerçevelemelerin hiçbiri, azınlıktaki muhalifler arasındaki bir öfke dalgasını önlemeyi başaramadı. İtirazlar, sayılarının yanlış anlaşılması – çoğu ankete göre girişimler çoğunluk için rahatsız edici değil – ve aynı zamanda bir kafayı yemiş seyahat teşvikleri politikasının, otoriter bir hak reddine dönüşmesi ile karakterize ediliyor. Yani, yoğun ve sıkışık bir şehirde engelsiz bir şekilde içten yanmalı motor kullanma hakkı.
Siyasi tarihçi Annelien De Dijn, bu özgürlük anlayışını – “devlet müdahalesi olmaksızın istediğini yapabilmek” -, özünde özyönetim ve kolektif yetkinin genişletilmesi olan demokratik öncülü “eskilerin özgürlüğü” ile karşılaştırmıştır. Her ne kadar Atlantik’in bu yakasında hiçbir özgürlük çağrısı aynı siyasi haklar ana-damarını taşımasa da, özünde mülkiyet haklarının bulunduğu böylesi özel bir özgürlük biçimine bağlılık, “büyük yeşil devletin” harekete geçme kapasitesini sınırlamaktadır. Davranış değişikliğinin, net sıfıra ulaşmak için gerekli emisyon azaltımlarının üçte ikisinde rol oynayacağı tahmin edilmektedir. Bu durum, alışılagelmiş tüketim kalıplarına – ‘emperyal yaşam tarzımıza’ – müdahale etmek istemeyen hükümetleri imkansız bir çelişkiyle karşı karşıya bırakmaktadır.
“Protesto, politika kopuklukları ve iklim etkileri artık bir araya gelerek kişisel ayrıcalıkları derinden etkiliyor.”
Üçüncü ve son yıkım biçimi ise en hesaplı olanıdır: sosyal grupların siyasi ve ekonomik amaçları doğrultusunda geçim kaynaklarını kasıtlı olarak kesintiye uğratması. İklim aktivistleri, son on yılın nezaketini reddeden ve giderek daha yaratıcı müdahalelerle öne çıkan, sayıları giderek artan en belirgin aktörlerdir. Andreas Malm’ın stratejik şiddetsizliğe neredeyse ruhani bir sadakatle bağlı bir harekete sabotaj için sert bir vakayı piyasaya süren How to Blow Up a Pipeline (Bir Boru Hattı Nasıl Havaya Uçurulur) adlı kitabı biraz övgü almalıdır. Potsdam’da bir Monet’ye patates püresi fırlatmaktan, Toulouse’daki kuraklık sırasında golf sahası çukurlarını çimentolamaya ve Bern’de trafiği engellemekten Torino’da SUV lastiklerini ‘söndürmeye’ kadar, mevcut aktivizm dalgasını karakterize eden şey çaresizliktir. Diğerleri ise, Green New Deal Rising‘in kamuya açık alanlarda politikacıları taciz etmesi, ‘gençlik özgünlüğünü’ saf bir şekilde kullanması ve hedeflerini titrek videolarla ‘bir taraf seçmeye’ zorlaması gibi yasal, ama giderek daha düşmanca faaliyetlere devam ediyor. Bu taktiğin, hedefi kitleden ayırmasında güçlü bir yan var: çoğumuz sürücülerle, hatta güzel sanatlarla özdeşleşebiliriz ama politikacılarla değil. Birey ne kadar az popülerse, izleyici de o kadar rahattır.
Bu eylemler, en azından kolektif olarak nasıl algılandıkları konusunda birbirinden ayrı ve kopuk kalmaktadır: yanlış yönlendirilmiş kışkırtıcıların bir karması olarak. Kamuoyunun tepkisi genellikle duygusaldır; yol kesenlerin ahlaki çıkarımlarına duyulan öfkeden (sürücü olarak siz suçlusunuz), sanata yapılan (pratikte zararsız) saldırıların kültürel ve liberal duyarlılıkları derinden rencide etmesine ve nihayetinde kargaşanın ‘davayı engellediği” şeklindeki basmakalıp iddiaya (genellikle empatinin kötü bir taklidi) kadar uzanır. İnternetteki tepkiler aşırı uçları gösteriyor. Akıl almaz şiddet tehditleri, yarın inat uğruna fazladan yakıt yakmaya yönelik nihilist vaatlerin yanında yer alıyor: Yazar ve aktivist Richard Seymour’un deyimiyle “sadist kılığına bürünmüş mazoşistler”. Diğerleri, özellikle de seyirciler, daha yatışkın, hatta tuhaf bir şekilde meraklı; gerçek zamanlı olarak ortaya çıkan huzursuz bir siyasi bilinç. İklim bölücülerinin mesajının, tutarlı olduğu kadar, Davies tarafından önerilen güçlü emir ve kararlı bir şekilde popülist toplanma çağrısı olduğu görülüyor: “Durun, bizi öldürüyorsunuz!”
Son olarak, hayat pahalılığı krizine doğrudan yanıt veren, ancak taleplerini sektörel endüstriyel anlaşmazlıkların ve parlamento siyasetinin ötesine taşımaya ve kampanya altyapısını buna uygun şekilde genişletmeye istekli olan Avrupa genelindeki işçi grevleri de buna paralel olarak artmaktadır. Örneğin Birleşik Krallık sendikaları tarafından başlatılan “Enough is Enough” kampanyası, ücretlerin ötesine geçerek gıda güvenliği, toplu konut ve varlık vergilerini de kapsayan bir dizi talep içeriyor. Hareket ilk ayında yarım milyon destekçiye ulaştı – bu da giderek daha muhafazakar pozisyonlar benimseyen bir İşçi Partisi’ne iklim aktivistleri ile birlikte sunabileceği meydan okumanın bir göstergesi. Siyasi karakterli endüstriyel ihtilaflara yöneliş, solun bazı kesimleri arasında Yeşil-Yeni Düzen popülizminden uzaklaşıp karşıtlık ve baskıya yeniden odaklanan daha geniş bir stratejik ekseni ortaya koyuyor. İngiliz demiryolu işçileri sendikasının genel sekreteri Mick Lynch, yaz sonunda medyada yer alan “İşçiler yalvarmak zorunda kalmamalı” gibi saçma sapan nakaratlarla ortalığı kasıp kavurdu. Bu, diğer tüm siyasi ya da ekonomik eylemlilik biçimleri kısıtlandığında ya da tükendiğinde, son çare olarak başvurulan bir demokrasi biçimidir. Ancak sendikalar retorik tekniklerinde de güç buluyorlar: ahlakçılıktan kaçınarak çıkarlarla ilgileniyorlar. İklim aktivistleri aynı doğrudan araçsallığa sahip olmasalar da, yine de bundan bir şeyler öğrenebilirler.
Tüketimin Gücü – İçi Boş Bir Teselli
Bu son olaylara ve bunların kişisel etkilerine dikkat çekmek, geçtiğimiz on yılda yaşanan çok önemli toplumsal sarsıntıları göz ardı etmek anlamına gelmemektedir. Mali krizin ve onu takip eden Avrupa kemer sıkma ortodoksisinin yol açtığı, kamu hizmetlerinin gerilemesinden ücretlerin durgunlaşmasına kadar uzanan yaygın ve maddi yıkımı ya da pandeminin kişisel sonuçlarını göz ardı etmemek gerekir. Daha yeni olan şey, mevcut sosyo-ekonomik bozulmanın – toplum çapında – neoliberal kapitalizmin sağlaması gereken temel haklara dayatılmasıdır. Bunu anlamak için, siyasi analiz her ne kadar “seçmenlerin” deneyimleri ve hareketleriyle ilgilense de, çağdaş toplumdaki gerçek birincil öznelliğin tüketici olduğunu kabul etmeliyiz.
Hegemony Now’da siyaset teorisyenleri Jeremy Gilbert ve Alex Williams, neoliberalizmi destekleyen siyasi ittifakın, bir ‘tüketici rızası’ anlaşması yardımıyla bir arada tutulduğunu savunuyor: topluluk, işyeri demokrasisi ve uzun vadeli sosyal ilerleme vizyonlarının kaybı karşılığında, vatandaşlar boş zaman ve yaşam tarzı seçimleri üzerinde yeni eylemlilik biçimleriyle tazmin edildi. Bugün bunun açık bir göstergesi, büyük, görünüşte kamusal, – hükümet bütçeleri, mali sarsıntılar, tüm manifesto lansmanları gibi – ekonomik anları; özel, tüketim temelli sorulara çevirmeye yönelik popüler çabalar biçiminde ortaya çıkıyor. Bu sadece bireyselleştirilmiş değil, aynı zamanda saf satın alma gücü meselesine (Fransızca pouvoir d’achat, hayat pahalılığının karşılığı olarak kullanılır) indirgenmiş bir söylemdir ve ‘paranızı cebinizde’ tutmaya yönelik tekrarlanan siyasi taahhütlerin önünü açar. Güç, zenginlik ve bölüşümle ilgili diğer tüm meseleler, uzak bir kamusal alana mahsus uhrevi meseleler olarak görmezden gelinebilir. Benzer şekilde, çalışma dünyası da, üretim sistemleriyle ilişkinin mekanı ya da işçilerin bu sistemler içinde örgütlenmesi olarak değil de, insan deneyiminin o bayağı ve acımasız sığlaştırılmasının kolaylaştırıcısı olarak konumlandırılır: “hayata devam etmek”.
“Fosil yakıtları geride bırakmaya yönelik daha radikal devlet müdahaleleri artık bizzat bozulma biçimleridir.”
Gilbert ve Williams’a göre “hegemonik neoliberal programa halkın rızası”, “bu programın yurttaşların tüketim kapasitesinde sürekli bir genişleme sağlama yeteneğine bağlıydı”. Bu program aynı zamanda bireyleri, görece yüksek statülerinden ve tüketimlerinden faydalanabilen; ancak reklamcılık, TV (şimdi sosyal medya) ve siyasi iletişimde ifade edildiği şekliyle satın alma kültürünün her şeye kadir gücünden az ya da çok kaçamayan suç ortakları haline getirmiştir. The Salvage Collective, “işçinin trajedisinin, kapitalizm için çalıştığı sürece kendi mezar kazıcısı olmak zorunda kalması” olduğunu savunmuştur. Çifte trajedi ise bu birikimsel amaca (telos) bizim de dahil olmamızdır; “Antroposen” tüm bunların hepimiz için olduğunu ima eder.
Neoliberalizm altında yurttaş ayrıcalığının bir kalıntısı olan bu rahat ve özgürce tüketme kapasitesi, şimdi iklim etkileri, politika kopuklukları ve sosyal uyumsuzlukların yıkıcı güçleri tarafından ciddi tehdit altında. İspanya, İsveç ve İtalya’daki (1990’lardan bu yana ücretlerin düştüğü tek AB ülkesi, yani neoliberal çürümeyi herkesten daha iyi biliyorlar) aşırı sağcı otoriterler, son seçimlerde düzen temasını işleyerek göçü durdurma, ‘medeniyet düşmanlarını’ yenme, polis fonlarını artırma ve ‘sıradan insanların’ ve geleneksel değerlerin genel olarak yozlaşmasını önleme vaatlerinde bulundular. Ancak Avrupa ekonomileri, Avrupa ‘bahçesini’, diplomatların onu çevrelediğini hayal ettikleri ormandan izole etmek için gösterilen tüm çabalara rağmen, kapitalizmin sözde gelişmekte olan pazarlarda gerçekte nasıl işlediğini keşfetmeye devam edecek gibi görünüyor [2].
Değişim İçin Bir Katalizör
Bu nedenle önemli olan, devam edeceği kesin olan kesintinin gerçekleşip gerçekleşmemesi değildir. “21. yüzyılda tüm politikalar iklim politikasıdır,” diye yazmıştı önde gelen Amerikan Yeşil Yeni Düzenciler 2019’da. Bunun talihsiz sonucu, sadece birkaç yıl sonra artık çok açık: tüm politikalar aynı zamanda felaket politikaları haline gelmelidir. Kurtarabildiğimiz kadarını kurtarırken, şimdi can alıcı sorular bu bozulmanın nasıl hissedildiği, hangi amaçla kışkırtıldığı ve kimin çıkarlarının korunduğudur.
Yeşiller ve Sol için bu kargaşanın üstesinden gelmek, bu karşıtlıktan ve bu daha bölücü ekolojiden kaçınmayı reddetmek anlamına geliyor. Yerleşik partiler – hem iktidarda hem de muhalefette – eylemlerini hem niteleyerek hem de gerekçelendirerek, karşı karşıya oldukları umutsuz çevresel ve ekonomik kaosun net bir şekilde değerlendirildiğini, alternatif, daha saygın taktiklerin yetersizliğini ve taleplerinin nihai makullüğünü kanıtlayarak yıkıcı güçlere önemli bir kurumsal koruma sağlayabilir. Eğer insanlar harekete geçmemiz gerektiğini söylediklerinde harekete geçmiş olsaydık, eğer insanlar değişmesi gerektiğini söylediklerinde sistem değişseydi, şu anda bulunduğumuz yerde olmazdık. Belirli faaliyetler ve hedefler aynı nefeste kınanabilir; aslında seçiciliğin kendisi bazı kasıtlı kesinti türlerini meşrulaştırır. Malm ve diğerlerinin atıfta bulunduğu araştırmaların ortaya koyduğu üzere, protestoculara karşı bir tepki bile davaya mutlaka zarar vermez; radikal bir kanat aktivistleri saflarına alır, gündemi “tohumlar” ve diğer aktörlerin daha makul görünmesini sağlar. Dikkatlice ikna edici şekilde anlatılanlar (petrol çıkarma altyapısını ve lüks emisyonları hedef alan, sınıfsal ve ırksal analizi hesaba katan ve savunmasız gruplara açık bir şekilde ödenek ayıran), şaşırtıcı derecede popüler bazı işçi grevleri gibi, kamuoyunu siyasi olarak üretken yollarla bölebilir.
Bir başka yol da Yeşil Yeni Düzen’in daha ütopik yinelemelerinin “alternatif hedonizmini” vurgulamaktır. Bozulmaya karşı koymak ve uyum sağlamak için yeni yaşam biçimleri benimsemek, düşmeyi gerektirmez; bunun yerine yaslanma diyebiliriz. Daha fazla kamusal lüks, daha iyi boş zaman ve elbette daha az çalışma: bunlar maddi küçülmenin telafi edici ilkeleri olabilir. Tüketimin neoliberal kültürdeki rolü göz önüne alındığında, aynı zamanda özgürleştiren ve demokratikleştiren çevre politikaları güçlü bir çekiciliğe sahiptir. Yeşillerin bu iddiayı ortaya koymak için ne hegemonyaya ne de ‘tarihi bir bloğa’ ihtiyacı var; Barselona’nın superilles’i gibi yerel girişimler kavşakları güzel yerleşim bölgeleri olarak değil, gerçekten sosyal ve kamusal alanlar olarak restore ediyor. Krizimiz, demokratik kurumların içinin boşaltılmasını takip ediyor: bu da, Yeşil Yeni Düzenin devlet merkezli vizyonlarının bir zayıflık olarak gördüğü, dağıtılmış eylemlilik ve yetkilendirmenin, ekonomik adaletin önemli eşlikçileri olduğu anlamına geliyor.
Son olarak Yeşiller, elitlere yönelik eleştirilerini yumuşatmadan, davranış değişikliğine giden daha az müdahaleci bir yol olarak sivil gönüllülüğün rolünü göz ardı etmemelidir. Pandeminin de gösterdiği gibi, kolektif çaba duygusu – sürdürülebildiği sürece – baskın özgürlükçü beklentilerin çok ötesinde, hükümetlerin, halkın kısıtlamalara bağlı kalacağına güvenmesine olanak tanıdı. Yine Habeck’in Almanya’da keşfettiği gibi, kibarca istemek siyasi risklerden yoksun değildir. Ancak ‘sınırlayıcılığın’ bazı ifadeleri, herhangi bir eko-sosyalist program için kritik öneme sahip olacaktır ve doğru koşullar altında dayanışmayı, yaptırımlara tercih edebilir.
“Dünyanın sonu, ayın sonu” – bir zamanlar karşıtlık içinde olan iki savaş şimdi yakınlaşıyor. Bizi buraya neyin getirdiğine, neden böyle hissettiğimize ve enkazın içinden yolumuzu nasıl bulacağımıza dair güçlü hikayeler henüz anlatılmadı.
DİPNOTLAR:
- Robert Magowan Birleşik Krallık hükümetinde politika danışmanıdır ve yeşil politika ve ekonomi üzerine yazmaktadır. Daha önce İngiltere ve Galler Yeşil Partisi’nin Politika Geliştirme Koordinatörü olan Magowan, Green House düşünce kuruluşunun Çekirdek Grubu’nda yer almakta ve Green New Deal UK’de organizatör olarak çalışmaktadır.
- Avrupa Birliği’nin Dışişleri ve Güvenlik Politikasından sorumlu Yüksek Temsilcisi Josep Borrell tarafından 13 Ekim 2022 tarihinde Belçika’nın Bruges kentinde Avrupa Diplomasi Akademisi’nde yapılan konuşma.
Bu yazı, İngilizce olarak, 30 Kasım 2022 tarihinde, Green European Journal’da yayınlanmıştır.
https://www.greeneuropeanjournal.eu/a-climate-of-disruption/ adresinden indirilmiştir.
Görsel tasarım: Olcay Özkaplan