Yazan: Jean De Munck [1]

Çeviren: Bürge Abiral

Pandemiye yönelik geliştirilen farklı yaklaşımlar, farklı sistemlerin güçlü yanlarını da ortaya koymakta. Amerika Birleşik Devletleri’nde, sağ kanat popülistler, virüsün uzun ömürlülüğüne dair hüsnükuruntuları besleyerek ortak erki artırmak adına fırsatçı adımlar attılar ve bu yaklaşımın bedelini sandıkta ödediler. Başka yerlerde otoriter rejimler, virüsü kontrol altına alabilme yetileri olduğunu gösterdiler; fakat özgürlüğe nasıl bir bedel ödeterek yaptılar bunu? Avrupa refah devleti ise bu yaklaşımlardan farklı bir alternatif ortaya koyuyor; kolektif olanla bireysel olanı dengeleyerek koruma sağlama. Yıllarca süren kemer sıkma politikaları tarafından altı oyulmuş ve mevcut kriz tarafından ciddi şekilde sınanmış olsa da, adil ve yeşil bir gelecek için anahtar kurum olmaya devam ediyor.

Salgını nasıl yönetebiliriz? Sonrasında ne olacak? Bazıları, korona virüs krizinin kendiliğinden, başıboş küreselleşmenin neden olduğu çıkmazlara ilişkin daha büyük bir farkındalığa yol açacağına inanıyor. Bu kişiler, kriz biterken kuralsızlaştırılmış kapitalizmin de bir çırpıda sonunun geleceğini hayal ediyor.

Bu tarz bir iyimserlik sorgulanmalı. Kapitalizmin sonu ufukta görünmüyor. Zira ne yazık ki, otoriter ve popülist siyasi eğilimler korona virüse karşı bağışık. Bu krize içkin tek bir otomatik ve rasyonel siyasi sonuç yok. Demokrasiler, yalnızca sağlık kriziyle değil onu izleyen ekonomik krizle de ciddi biçimde sınanacak.

Krizler söz konusu olduğunda, Avrupa geniş bir tecrübeye sahip. 1945 sonrasında Avrupa, devletle kapitalizm arasında pratik bir sinerji kurarak karşılık verdi. Cesurca yeniden inşa edilmiş bu refah devleti yapısı, güncel krize yönelik de eşsiz bir yanıt verebilir. İktisatçı Éloi Laurent, “bu krizin başlangıcından öğrenebileceğimiz en faydalı ders, aynı zamanda en evrensel olanı: refah devleti, 21. yüzyılın stratejik kurumudur” derken haklı. Fakat iki baskın model bugün refah devleti modeline meydan okuyor: otoriter devlet kapitalist modeli ve sağcı popülist model.

Otoriter devlet kapitalizmi

Otoriter devlet kapitalizmi, otoriter ve merkeziyetçi bir yönetim biçimini vahşi kapitalizm ile birleştirir. Çin ve Rusya, bu modelin en bariz örnekleridir.

Krize verdikleri tepkilerle bu ülkeler, muhalif sesleri susturarak ve otoriter önlemler dayatarak kamusal alan üzerindeki kontrolü artırıyorlar. Kriz, özellikle yüz tanıma olmak üzere son derece müdahaleci elektronik gözetim sistemlerini genişletmelerini ve kusursuz hâle getirmelerini mümkün kıldı. Devlet aygıtı merkezidir, bürokratiktir ve sadık bir ordu tarafından desteklenir. Bu devletler, demokrasilerin aksine, korona virüse karşı doğaçlama “olağanüstü hâl” ilan etmek zorunda değiller; çünkü bu onların her zamanki yönetim biçimi. Çin örneğinin gösterdiği gibi, sağlık krizini sert yollarla yönetmek, rejim propagandası üretmek için de özellikle elverişli.

Sivil toplum üzerinde kurulan doğrudan kontrol, 20. yüzyılın totaliter rejimlerinden kalan bir miras. İdeolojik devlet aygıtı, vatandaşları kaderlerine sessizce razı olmaya zorlar ve düzen ve üretkenlik gereklilikleri çerçevesinde gündelik yaşamı kontrol eder. Devlet kapitalizmi, özellikle de sağlık krizinin açtığı nişlerde (örneğin, maskeler ve ilaçlar) pazar paylarını ele geçirmek için büyük çaba sarf eder. Bu tür rejimler, Batılılarla kendi oyunlarında, yani sermaye biriktirmede rekabet ederek; küresel kurumlar üzerindeki nüfuzlarını genişletmenin bir aracı olarak yaklaşan ekonomik krizden yararlanmaya niyetlenirler.

Sağ kanat popülizmi

Sağ kanat popülizmi 2008’den sonra ortaya çıktı ve 2016’da Amerika Birleşik Devletleri’nde Donald Trump’ın ve 2018’de ise Brezilya’da Jair Bolsonaro’nun seçim zaferinden bu yana yerleşti.

Sağ popülizmde, devletle kapitalizm arasındaki ilişki, devletin rolünün yeniden onaylanmasıyla tekrardan inşa edilir (ki bu, modeli neoliberalizmden ayıran yönüdür). Devlet şeklen demokratik kalır; fakat sert ve otoriter bir tutum sergiler. İktidar bloğu, bir bakıma sürekli günah keçileri ilan ederek, kamusal medya alanını saldırganca ele geçirir. Seçimleri, iç ve dış düşmanlara karşı egemenliği savunmaya odaklanan programlar çerçevesinde halk referandumlarına dönüştürür.

Bununla birlikte, otoriter devlet kapitalizminin aksine bu tür bir hükümet sivil toplumu doğrudan kontrol etmeye çalışmaz. Herşeye yeten bir yönetim kurmaz; tersine, hükümetin kamu hizmetleri konusundaki uzmanlığını ve eylem kapasitesini yok eder. Bunun yerine, toplumun tüm kontrolünü şirketlerin almasını sağlar. Böylece, bu otokratik eğilimli devlet, paradoks gibi gözükse de, ekonomik, sağlık, eğitim, sosyal ve çevresel kuralsızlaştırmayı (deregulation) büyük ölçekte destekler. Özel sektör liderlerini kontrol etmeye ve değiştirmeye değil, daha ziyade onları teşvik etmeye ve toplumun her düzeyinde serbestçe faaliyet göstermelerine izin vermeye çalışır.

Otoriter devlet kapitalizmi gibi, sağ popülizm de korona virüs krizi sırasında gelişip genişlemeyi başardı. Devlet, tamamen sıkı sınır ve kamu güvenliğinin polis tarafından yönetilmesi politikalarına girişti. Kriz, göçmenleri ve onlarla gelen virüsü sözde durduran “duvarın” yeniden reklamını yapmak için mükemmel fırsatı sundu devlete. Hükümet, uzmanları ve entelektüelleri sistematik biçimde kötüleyerek medyayı saldırgan ve kaos yaratan konuşmalarla doldurdu. Bu arada pandemi, işletmeler için insafsız olduğu düşünülen (istihdam, çevresel düzenlemeler, vergi) düzenlemeleri ortadan kaldırmak için fırsat sağladı.

Dolayısıyla, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Katrina (2005) ve Harvey (2017) kasırgalarından sonra gözlemlenen türden politikaları görmekteyiz. Naomi Klein buna “şok doktrini” diyor: afetleri kapitalizmi güçlendirmek için fırsatlarına dönüştürmek. Örneğin, ABD’de Mart 2020’de geçen “korona teşvik yasası” ulusal olarak yönetilen yeni bir sağlık hizmeti ve önleme programı başlatmayı amaçlamıyor. Son derece işletme dostu olan bu yasa, Amerikalı işçiler ve sosyal güvenlik (geriye ne kaldıysa) için yıkıcı nitelikte. Ve yine Mart 2020’de Beyaz Saray, ülkedeki tüm çevresel düzenlemeleri belirsiz bir süre için askıya aldı. Normal koşulların izin vermeyeceği türden serbest piyasacı çözümleri dayatmak için krizden faydalandı.

Batı Avrupa’nın tepkisi: karma bir model mi?

Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’si otoriter devlet kapitalizmiyle sağ popülizmin ilginç bir karışımını temsil ediyor. Erdoğan, onu otoriter devlet kapitalizmine yönelten totaliter bir devlet aygıtı miras aldı; fakat açık şekilde sağ popülizm yönünde giden bir siyasi tarzı benimsedi. Bu arada Avrupa’da, bahsi geçen ikinci model; Polonyalı, Macar ve İngiliz elitlerini baştan çıkarmanın yanı sıra Belçika’nın Flaman Bölgesindeki, Fransa’daki ve İtalya’daki aşırı sağ partileri de cezbediyor.

Modern devlet, belirli bir bölge içerisinde sistemik bir koruma mekanizmasıdır. Bu egemenlik hiçbir zaman tam olarak elde edilemez, yalnızca […] ideal bir düzenleyicidir.

Hem otoriter devlet kapitalizminin hem de sağ kanat popülizminin mevcudiyetleri, neoliberalizmin 1990’dan 2016’ya dek yapmaya çalıştığı gibi devleti küçültmeye devam etmenin artık mümkün olmadığı gerçeğini doğruluyor. Her iki model de kapitalizmden uzaklaşmak için değil, onu kurtarmak için devletin gücüne yeniden yatırım yapıyor. Bu ise temel özgürlükler, toplumsal adalet ve kamusal müzakere pahasına oluyor. Halbuki üçüncü bir model mevcut. Refah devleti, Avrupa’da, sanayileşmeden kaynaklanan büyük toplumsal krizden doğdu ve felaketle sonuçlanan İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurumsallaştı. Bu model, yukarıda özetlenen irrasyonel formüllerin rasyonel özünü korumaya çalışır. Refah devleti, otoriter devlet modelinden, sivil topluma nüfuz edecek güce sahip, kuvvetli (ancak meşru) bir devlet müdahalesinin işlevsizliğe ve krizlere verilecek en etkili yanıt olduğu fikrini alıp kullanır. Hukukun üstünlüğünün benimsenmesiyle bunu hafifletir. Müdahaleci bir devlet illaki demokrasi karşıtı değildir; aksine, birtakım koşullar altında bireysel özgürlükler için bu lehte olabilir. Aynı zamanda, sağ popülizm gibi, refah devleti de piyasanın etkin bir koordinasyon biçimi olabileceğini savunur; ama özel şirketlerin kurduğu diktatörlüğe ve kitlesel eşitsizliğe yol açan, genelleştirilmiş bir yaşamın metalaştırılması fikrini reddeder. Ayrıca, birilerini günah keçisi ilan etme, dışlama ve kamusal tartışmaları sürekli olarak manipüle etme politikalarına da karşıdır.

Avrupa hükümetlerinden bu üçüncü modeli derhal yeniden canlandırmalarını bekleme hakkına sahibiz. Ne yazık ki, bu sağduyuyu göstermiyorlar. Fikirsel olarak neoliberal ideolojiye bağlı kalmayı sürdürüyorlar. Son yıllarda, “toplumsal maliyet” diye adlandırmayı öğrendikleri şeylerde (eğitime veya sağlığa “yatırım”lar yerine) çok daha sert kesintiler uygulamaktalar. Halkın gerçek sosyal ihtiyaçlarına kör kalan bir bütçe tasarrufu uyguladılar, devletin vergi tabanını kasten düşürdüler ve üstüne üstlük, kendi yatırım ve düzenleme kapasitelerini sınırlayan (Kanada ile yapılan Kapsamlı Ekonomik ve Ticari Anlaşması CETA gibi) uluslararası anlaşmalar lehine heyecanla oy verdiler.

Refah devletinin ilkeleri

Şayet korona virüs krizi, bizi kapitalizmi yönetmede uygulanabilecek bu alternatif modelin temellerine geri götürürse siyasi açıdan yararlı olacak.

Refah devleti, küçük bir dozda cömertlik gösteren liberal bir devlet değildir. Liberalizm toplumda yalnızca, ilişkileri sözleşmelerle yönetilen bir grup birey görür. Böyle bir görüş, Eski Rejimin [2] kurduğu bütüncül ve hiyerarşik alanda, her bireye bir konum ve bir statü tahsis eden, inkâr edilemez derecede özgürleştirici bir güç taşımıştı. Fakat bu, sanayi toplumlarına rehberlik etmede ve onları yönetmede yetersiz bir vizyondur. Yine de 19. ve 20. yüzyıllarda sosyal bilimlerin ortaya koyduklarıyla düzeltilebilir. Bunu oldukça basit bir fikirle özetlemek mümkün: karşılıklı bağlılık bireyleri birbirine bağlar.

Sistemler hâlinde örgütlenmiş olan bu karşılıklı bağımlılıklar, bireysel iradelerimizle ve hatta bireyler arası sözleşmelerle dahi düzenlenemeyecek derecede özerk bir gerçeklik seviyesi oluşturur.

Toplumsal olana yönelik bu sistemik yaklaşımın öneminin kanıtlandığı bir alan varsa o da halk sağlığıdır. Şu anda deneyimlemekte olduğumuz gibi bir pandemi, sağlığın tamamen özelleştirilemeyeceğini göstermekte. Sağlık elbette her bir kişiye özgü bireysel bir boyut taşır: bir kişinin taşıdığı risk diğerinden farklıdır. Fakat sağlık aynı zamanda, ister yerel ister geniş tabanlı olsun, toplumsal bir boyuta da sahip: kişisel sağlığım etrafımdakilerin hijyenine bağlıdır. Arasıra da olsa fiziksel temas kurduğum her bir kişiye bağlıdır. Virüs yüzeyler aracılığıyla yayılıp çoğalabileceğinden; sağlığımız, bizi birbirimize bağlayan fiziksel altyapıya ve aramızda dolaşan suyun, havanın ve gıdanın kalitesine de bağlıdır. Bireysel davranışların basit toplamını gözden kaçıran karşılıklı bağımlılıklar, işte bu gerçekliğe dayanır. Bu, sosyologların, yapıları ve işlevleri bireysel davranışa indirgenemeyen, “sistem” adını verdikleri şeydir (bu, bireyin davranışının önemsiz olduğu anlamına gelmese de).

Refah devleti, […] kuvvetli (ancak meşru) bir devlet müdahalesinin işlevsizliğe ve krizlere verilecek en etkili yanıt olduğu fikrini alıp kullanır.

Korona virüsün bize hatırlattığı bu karşılıklı bağımlılıklar, gerekli değişikliklerin yapılması koşuluyla (mutatis mutandis), iş kazaları, işsizlik riski, finansal sistemler, küresel göç ve iklim değişikliği için de geçerli. Toplumsal gerçekliğin bu boyutu, siyaset felsefesi içinde kolaylıkla görünür değildi. Ancak, sürekli olarak yeni birbirine bağlı, maddi ve sosyal sistemler üreten sanayileşme ile göze çarpar hale geldi. Bu sistemler ortaya çıkar veya düşüşe geçer, değişir veya evrilir ve öngörülemezlerdir. Bunlar sadece doğa bilimleri ve sosyal bilimler tarafından tanımlanabilir ve anlaşılabilirler; siyaset felsefesi bunu yapamaz, çünkü onun akıl yürütme biçimi, çok önemli fakat toplumu yönetmekte yetersiz kalan normatif kavramlara dayanır.

Aydınlanma’dan bu yana modern demokrasiler, bireysel özgürlüğü ve toplumsal eşitliği genişleten akılcı veya en azından akla yatkın bir toplum inşa etmeye yöneldiler. Yeni sistemik toplumsal teori bundan kopmasa da devlete temel bir rol verir. Kolektif iradenin ifadesi ve aracı olarak devlet, diğer sistemleri olabildiğince düzenleme sorumluluğu taşıyan bir sistemdir. Bunu etkin şekilde yapmak için devletin üç özelliğe sahip olması gerekir: egemen, demokratik ve müdahaleci olmalıdır.

Sağlık egemenliği

İlk olarak, mevcut pandemi, pandemiyi durdurmak ve yardım dağıtmak için gerekli olan insan etkileşimlerinin “mekânsal” kontrolünün hayati önem taşıdığını göstermektedir. Modern devlet, belirli bir bölge içerisinde sistemik olarak koruma sağlama mekanizmasıdır. Bu egemenlik hiçbir zaman tam olarak elde edilmez, sadece önceden fark edilmemiş karşılıklı bağımlılıkların sürekli meydan okuduğu ideal bir düzenleyicidir.

Yaşadığımız kriz yeni bir kavram gerektiriyor: sağlık egemenliği. Sağlık alanında bu, çiftçilerin oluşturduğu küresel adalet hareketinin talep ettiği “gıda egemenliği” kavramının doğrudan muadili olacaktır. Gerçekten de, Avrupalıların Çin’den koruyucu maske ithal etmeleri veya Amerika Birleşik Devletleri’nde üretilen ilaçlara bel bağlamaları saçmalık. Devlet, temel halk sağlığına dair ekipmanların üretimini yerelleştirmek için çabalamalı. Düzensiz dünya piyasası, üretim kapasitelerini, karşılaştırmalı üstünlük ile sınırlı olan uzmanlaşma yasasına göre yaymaktadır. Bu nedenle, hiçbir topluluk hayatta kalmak için serbest ticarete güvenemez.

Sağlık egemenliği, devletin, dünya çapında herkesin sağlığı için en başlıca ekipmanı üretilebileceği ve dağıtılabileceği bir ulusaşırı çerçeveye dahil olmasını gerektirir.

Bununla birlikte, hastalık ve sağlık açısından yeni karşılıklı bağımlılıkların ortaya çıktığı da açık. Bunlar gıdanın, insanların ve ekipmanların dolaşımından kaynaklanır. Bu sistemler sınır tanımaz. Tıbbi sorunların nedenleri ülkelerin hem dışında hem de içinde yatar. Dünyanın dört bir yanında yeni ilaçlar icat edilir; ürünlerin değiş-tokuş edilmesi gerekir. Sağlık egemenliğini, sağlıkta kendi kendine yeterlilik olarak yorumlamamız yanlış olur. Sağlık egemenliği, devletin, dünya çapında herkesin sağlığı için en başlıca ekipmanı üretilebileceği ve dağıtılabileceği bir ulusaşırı çerçeveye dahil olmasını gerektirir. Dolayısıyla egemenliğin dar görüşlü bir milliyetçilikle veya dogmatik korumacılıkla hiçbir ilgisi yoktur. Ulusaşırı kurumların iş birliği yapması, yerelde temel bir altyapı olması kadar elzemdir.

Demokrasi: verimlilik için bir koşul

Bir “Leviathan devletinin” yeniden tesis edilmesi, güvenliği garanti etmek için özgürlüğü yok eder. Bu nedenle, etkin bir refah devleti için ikinci koşul, açık, uyanık ve müzakereci bir kamusal alandır.

Mevcut pandemi bu ihtiyaca dair çarpıcı kanıtlar sağlıyor: kolektif verimliliğe yönelik en büyük tehditler, bilginin gizlenmesi (Çin, pandeminin ilk günlerinde hastalık oranlarını sakladığından şüphelenilen birkaç ülke arasında yer alıyor) ve tartışma eksikliğidir. Amartya Sen, bunu açlık durumunda gösterdi. Devlet, izlenen politikaların müzakere edilmesinin sürekliliğini sağlamak adına bilginin tamamen ve serbestçe akışını garanti etmelidir. Belirsizlik ve karmaşayla, ancak açık müzakere yoluyla mücadele edilebilir. Toplumun belirli üyelerini susturmak, kamusal alanı olduğu kadar, sağlık problemlerinin büyüklüğünü ve çok boyutluluğunu ele almak için gereken seçenekleri de kısıtlar. Açık tartışma, aynı zamanda vatandaşlardan hükümetin belirlediği bağlayıcı önlemleri uygulamaları beklendiğinde de elzemdir. Bu tür önlemlerin amacını tartışma imkânından yoksun bırakılmış vatandaşlar şüphe ve kayıtsızlıkla tepki verir. Bu nedenle, önlemler başarısızlığa uğrar ve devlet de kafa karıştırıcı keyfiliğinden dolayı meşruiyetini yitirir.

Ilımlı sosyalizm

Demokrasiyi inşa etmek, yalnızca özgür bir kamusal alan inşa etmekle ilgili değildir. Aynı zamanda eşit şartlar sağlamakla da ilgilidir. Yeterli bir altyapı olmadığında, “yaşam hakkı” ve “sağlık hakkı” boş sözlere dönüşür. Piyasa altyapıyı kısmen tedarik edebilir; fakat ne yazık ki bunu ancak eşitlik pahasına ve olumsuz etkilerle. Nitekim, serbest piyasa sağlık hizmetlerinin, felsefeci Ivan Illich’in de vurguladığı üzere, “iyatrojenik” [3] olabileceğini, iyileştirmekten ziyade zarar verebileceğini biliyoruz. Bunun beraberinde gelen eşitsizliklerin ne kadar korkunç olduğunu biliyoruz. Bu nedenle, sağlık hizmetlerinin üretimi ve dağıtımı olmak üzere ikili bir misyon taşıyan devlet, düzeltici önlemler almalıdır. Devlet, arz tarafında ekonomiyi sağlık ürünleri ve hizmetleri üretecek şekilde yönlendirmeli; talep tarafında da ürün ve hizmetleri adalet ilkesi gereğince herkes için erişilebilir kılmalıdır.

Demokrasiyi inşa etmek, yalnızca özgür bir kamusal alan inşa etmekle ilgili değildir. Aynı zamanda eşit şartlar sağlamakla da ilgilidir.

Hiper liberal ülkelerden farklı olarak refah devleti, kalıcı vergilerin desteklediği bir halk sağlığı altyapısı sunar. Buna ek olarak, çeşitli sosyal sigorta ve düzenleyici kontrol programları aracılığıyla erişilebilir bedelli bakım, uygun fiyatlı ilaçlar ve kamu hastaneleri sağlar. Bugün bu tür programların önemi trajik biçimde kanıtlanmış durumda. Sağlıkta eşitsizlikle mücadele, sağlık hizmeti sisteminin meşruiyetinin ve hatta etkinliğinin bir ölçütü; bireyler ve gruplar arasındaki eşitsizlikler arttıkça, hem sağlık hizmetleri hem de siyasi sistemler için riskler de artar.

Bazı sağlık sistemlerinin kolektivist yapısı, piyasa mekanizmasını sağlık sektöründen tamamen dışlamaz. Piyasanın belirli avantajları vardır: yenilikçiliği ve üretkenliği teşvik ederken rantçılıkla mücadeleye de olanak sağlar. Dolayısıyla, 1945’ten sonra tüm Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, devlet ile piyasanın kurumsal bir karışımı oluşturulmalı. Şüphesiz, bu kurumsal uzlaşmanın tarifi sürekli olarak dönüştürülmeli ve ekonominin yeni kısıtlarına göre uyarlanmalı. Fakat üretim araçlarının kolektif ve özel mülkiyeti arasında bir denge kurulması esas. Başka yerlerde de olduğu gibi, sağlık söz konusu olduğunda belirli bir ölçüde sosyalizm tavsiye edilir.

Refah devletini canlandırmak

Egemen, demokratik, müdahaleci ve yeniden bölüşümcü: 21. yüzyıldaki toplumlarımızın demokratik dayanıklılığını, ancak 20. yüzyılın refah devletinin mirasçısı olan bir model sağlayabilir. Yirmi yıllık eleştiri ve saldırının ardından birçok ses korona virüs krizinin ortasında refah devletine yeniden hayat veriyor.

Ancak işler o kadar da basit değil. Bugünün refah devleti, altını oyan dört yapısal zorluk nedeniyle ölümcül bir tehlike altında. Birincisi mali; borç ve kemer sıkma politikaları, refah devletini yaşam desteğine tabi kıldı. Vergi tabanı tümüyle yeniden tanımlanmak durumunda (örneğin, finansal işlemlerde Tobin vergisi, dijital bir vergi veya servet vergisi yoluyla). İkinci olarak, refah devletiyle ekonomik büyüme arasındaki ilişki gözden geçirilmeli. Büyüme bir amaç değil, bir araç. Toplumlarımızın (ekolojik, finansal, sağlıkla ilgili ve toplumsal) dayanıklılığı herkesin gayesi ise, büyüme yalnızca belirli sektörleri etkilemeli. Her durumda, refah devletiyle büyümecilik arasındaki göbek bağı kesilmeli. Üçüncüsü, refah devletinin ulusötesi kanallarla entegrasyonu, kendi topraklarının (epeyce) ötesine genişleyen uzun vadeli karşılıklı bağımlılıklarla yüzleşmesini sağlamalı. Son olarak, refah devleti bürokrasisini sınırlamalı. Hiyerarşik, standartlaştırılmış ve safi yönetsel ilişkiler, refah devletinin hizmet ettiğini iddia ettiği halkın gözünde sahip olduğu meşruluğu zayıflatır.

“[…] refah devleti, 21. yüzyılın stratejik kurumudur.”

Korona virüs krizi bize bu zorlukların üstesinden gelmenin ne kadar acil olduğunu hatırlatıyor. Avrupa’yı refah devletini canlandırmaya zorluyor. Onun lehine yeni bir konsensüs olmazsa, krizler derinleşecek ve ayaklanmalar giderek daha da şiddetli hâle gelecek. Eğer böyle olursa, gezegeni hâlihazırda tahrip eden iki devlet modelinin önü, Avrupa’da da açılacak.

DİPNOTLAR

[1] Jean De Munck, Belçika’daki Louvain Katolik Üniversitesi’nde profesördür. Felsefeci ve sosyolog olan De Munck’un çalışmaları, çağdaş toplumlarda normların dönüşümünü inceler.

[2] Makaledeki orijinal hali: Ancien Régime. Bu kavram Türkçe literatürde hem Eski Rejim çevirisiyle hem de original haliyle kullanılmaktadır. 1789 Fransız Devrimi öncesinde Fransa’da geçerli olan eski rejime verilen addır. Ayrıca eski veya modası geçmiş rejim anlamında da kullanılabilmektedir. (ç. n.)

[3] Ivan Illich (1981). Némésis médicale. Paris: Seuil. “İyatrojenik”, endüstriyel toplumlarda yaşamın aşırı tıbbileştirilmesinin olumsuz etkilerine gönderme yapar. Ölümü, acıyı ve hastalığı yok etme amacını taşıyan modern tıp, insanların sağlık kapasitelerini yok ederek onları tüketicilere veya nesnelere dönüştürür. (y. n.)

Bu makale ilk olarak Etopia’da Fransızca olarak yayımlanmıştır.

30 Kasım 2020’de Green European Journal’da yayımlanmıştır.

https://www.greeneuropeanjournal.eu/three-responses-to-the-crisis/ adresinden indirilmiştir.

Görsel tasarım: Olcay Özkaplan

BU YAZI, YEŞİL AVRUPA VAKFI’NIN DESTEĞİ İLE YEŞİL DÜŞÜNCE DERNEĞİ VE YEŞİL SİYASET DERGİSİ ORTAKLIĞIYLA YAYIMLANMIŞTIR.

BU YAZI, AVRUPA PARLAMENTOSU’NUN YEŞİL AVRUPA VAKFI’NA SAĞLADIĞI FİNANSAL DESTEK İLE ÇEVRİLMİŞTİR. AVRUPA PARLAMENTOSU, YAYININ İÇERİĞİNDEN SORUMLU DEĞİLDİR.