Yazan : Berkay Erkan
“Savaşları başlatmak bitirmekten daha kolaydır” sözünü doğrulayan Ukrayna’daki savaş, bir yılı geride bıraktı. ABD ve Ukrayna tarafının beklentisi Rusya’nın toplu işgale girişmesiydi. Böylece savaşın daha çok Rusya’yı yıpratacağı ve içeride Putin iktidarını zora sokacağı umuluyordu. Bunun için de Ukrayna ordusu şehirlerde gerilla savaşı vermek üzere çok önceden eğitilmeye başlanmıştı. Fakat Rusya taktik değiştirince bu plan işlemedi. Sonuçta da uzayan savaş Ukrayna’yı, nüfusunun nerede ise yarıya yakınının yurt dışına göç ettiği, alt yapı ve endüstriyel tesislerinin, şehirlerinin ağır bombardıman ve füze saldırıları ile yıkıma uğradığı harap bir ülke haline getirdi.
Bunun yanında uluslararası planda başka bir savaş daha var; bir algı ve propaganda savaşı. Bu bağlamda ABD ve Avrupa, Rusya’nın yayılmacılığı ve Avrupa için bir tehdit olduğu çerçevesinden olayı Ukrayna’nın savunma hakkı çerçevesinden göstermeye çalışırken karşısında da Ukrayna’daki Nazi grupların saldırıları, Rusya’nın NATO tarafından kuşatılarak yok edilmeye çalışıldığı vb gerekçelere dayanarak mecbur bırakıldığı üzerinden işgali haklı çıkarmaya dönük bir Rus propagandası devam ediyor. Bu iki taraf dışında da barışçıl çözümü savunan, Rusya ile ateşkes yapılarak bir an önce görüşmelerin başlatılması gerektiğini söyleyen başka bir kesim de var. Ancak bu kesim algı ve propaganda savaşının kirliliğinde boğulduğu için sesini duyuramıyor. Bu nedenle olan biteni her yönü ile anlamak için bu kirli alanın dışından bakmak zorunlu. Aksi halde yaşanan savaşın öyle ya da böyle sürmesini isteyen taraflardan biri durumuna düşmek kaçınılmaz.
Her şeyden önce bu savaş kendinden daha büyük bir şey. Bu nedenle de bütün dünyayı yakından ilgilendiriyor. Bu açıdan da savaşın tarafları sadece doğrudan çatışanlar değil, giderek bütün dünya tarafı haline geliyor. Bu açıdan savaşın etkileri en başta iklim krizi açısından hissediliyor. Çünkü savaş doğrudan krizle mücadeleyi sekteye uğratıyor. Diğer yandan Ukrayna ABD’nin küresel egemenlik ve paylaşım mücadelesinde sıcak çatışmanın bir arenası haline geldi. Bu da bütün dünyayı içine alan ve nükleer tehditlerin savurulduğu bir savaş tehlikesini gün be gün arttırıyor. ABD Ukrayna’ya tank ve uranyum kullanılan mermi vermeyi kararlaştırırken Rusya nükleer silah kullanmak ile tehdit ediyor. Taktik nükleer silah denilen gücü sınırlı bu nükleer bombaların kullanılabileceği açıktan konuşulmaya başladı. Aynı zamanda silahlanma harcamaları da büyük artış gösterdi. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) 2022 bilgi formunda yer alan bilgilere göre 2021 yılında silah şirketlerinin satışları 2020 ye göre % 1,9 oranında artarken (1) 2022 yılında sadece Avrupa’nın silah ithalatı önceki yıla göre % 93 arttı. (2) Özetle bunlar Yeşil Dönüşüm ve sosyal yaşamda gereken düzenlemelerin gerçekleşmesini sağlayacak kaynakların savaş ve silaha gitmesi demek. İşin esası artık bu savaş Dünyanın kaderini tehdit ediyor. ABD, Ukrayna masasında tüm gezegenin kaderi üzerine kazanacağını umduğu bir bahis oynuyor. Sürekli kışkırtılarak savaş uzatılmaya devam ediliyor. Dolayısı ile bu koşullarda savaşı durdurmak ve barışçıl çözüm yolu bulabilmek için Ukrayna ölçeğinden çıkılması zorunlu. Dar bir bakış açısı ile propaganda ve algı operasyonlarının etkisinden uzak durup gelişmelerin boyutunu anlamak olanaksız.
Aslında olayların gelişmesi göz önüne alındığında ABD ve müttefiklerinin başından beri barışçıl yollardan bir çözümü hiç tercih etmediği açıkça görülüyor. Daha SSCB’nin dağılmasının hemen ardından sürece ABD’nin soğuk savaş döneminden beri sürdürdüğü aynı düşmanlaştırma siyaseti damgasını vurdu. Dolayısı ile olaylar ABD’nin küresel egemenlik hedefi doğrultusundaki stratejik planlarının bir parçası olarak gelişti. Savaşın çıkması için her şey yapıldı, hatta hazırlandı. Bu yüzden şimdi barıştan yana olanların, özgür ve yaşanır bir Dünyayı savunanların çeşitli propaganda ve algılar ile oluşturulan illüzyonların etkisinden kurtularak barışçıl çözüm yollarına dönülmesi için harekete geçmelerinin zamanı. Atılacak ilk adım ise acil olarak ateşkes ilan edilmesi için tarafları teşvik etmek ve görüşmelere başlamanın yolunu açmak kuşkusuz. Çünkü Dünyanın acilen barış ortamına ihtiyacı var.
Halen Dünyada en önemli sorun olan iklim krizini aşma mücadelesi, küresel egemenlik hesapları yüzünden ilerleyemiyor. Krizi aşmak bütün Dünyanın birlikte hareket ederek Yeşil Dönüşümü gerçekleştirmesine bağlı. Ama bunun ön koşulu ise küresel uzlaşma ve barış ortamının devam etmesi. Oysa böyle bir barış ortamı küresel egemenlik peşinde olanlar için işleri kolaylaştırmaz. Onlara gereken şey tam tersi olan bir çatışma ortamı. Bunun için NATO ile düşman yaratma ya da düşmanlaştırma siyaseti hem kolay, hem karlı bir plandı, bu da uygulandı. Çok önce, daha İkinci Dünya savaşı sırasında kurulan “Kutsal ittifak”, Atlantik Şartı ile inşa ettikleri dünyayı bu yüzyılda da sürdürmek için müttefiklerini barış içinde bir Dünyadan korumaya kararlı olduğunu gösterdi böylece.
ATLANTİK ŞARTI VE NATO
14 Ağustos 1941’de ABD Başkanı Franklin Roosevelt ve İngiltere Başbakanı Winston Churchill, Newfoundland kıyıları açıklarında bir gemide gizlice buluşarak savaş sonrası dünya için ortak görüşlerini açıklayan bir bildiri kaleme aldılar. Atlantik Tüzüğü olarak bilinen bu anlaşma daha sonra 1 Ocak 1942 de 26 ülke imzalayarak daha Atlantik Şartı olarak bilinen desteklerini verdi. Ama bu bildiri sadece transatlantik ittifakını değil, 70 yıldan uzun süren bir dünya düzeninin temelini oluşturdu. NATO ise bu düzenin bir askeri güç olarak omurgasında yer aldı. Soğuk savaş ile geçen yıllar boyunca tek tehdit, tek güç SSCB olarak görüldü. ABD bunun doğurduğu askeri ve siyasi sonuçlar ile uzun zaman Avrupa’yı NATO’nun gerekliliğine ikna etmek zorunda kalmadı. Aynı şekilde politikalarının ve müttefik ya da değil diğer ülkeler tarafından amaçlarının sorgulanması ile de çok uğraşmadı. Ancak SSCB’nin dağılması ile tehdit algısının ortadan kalkması, askeri bir örgütlenme olarak NATO’yu ve gerekliliğini de sorgulanır duruma getirdi. Nihayet Varşova paktının dağılmasından sonra George H. Bush NATO’nun devam ettirilmesi yönünde alınan kararı açıkladığında Fransa Başkanı François Mitterand sanki geleceği görerek şöyle demişti: “Kutsal İttifak’ı tekrar oluşturmak istiyorsunuz siz.” (3) Kutsal ittifak, Napoléon’u yenen üç Avrupa monarşisinin; Avusturya, Rusya ve Prusya’nın zaferin ödüllerini Viyana kongresinde paylaştıktan sonra yeni kurulan uluslararası düzeni sürdürmek ve kalıcı hale getirmek için 26 Eylül 1815’te Paris’te oluşturdukları bir ittifaktı. İkinci Dünya savaşı ile ortaya çıkan ise, bunun yirminci yüzyıldaki versiyonuydu. Gerçekten de Mitterand’ın gözlemi doğru çıktı. Soğuk savaş boyunca devam eden tehdit yok olmuştu; ama NATO ‘koruyucu’ olarak ayakta kalacaktı. Ama neye karşı? “Kutsal İttifak” bunun gereğini yapmış ve SSCB’den sonra Rusya’yı yeniden tehdit olarak tanımlamıştı. Putin’in yükselişi de bu dönemde ilginç ve dikkat çekici bir tarihi rastlantı olarak ayrı bir önem kazanıyor.
“Rusya’nın kendisini düşman sayan bir güç tarafından her yönde kuşatıldığını görüp, sınırlarında balistik füze bulunduran askeri üsler kurulmasına sessiz kalmayacağı belliydi.”
SSCB’nin dağılması, Atlantik Şartı için koşulları değiştirmişti. Bu yüzden ABD için yarının olası krizlerini de idare edecek donanıma sahip yeni bir 21. yüzyıl Atlantik Şartı gerekliydi. Samuel Huntington’un dergisinde bunun açıklaması şöyle idi: “Transatlantik ittifakı canlandırılmalıdır. Ancak ortaklığa yönelik modern talepler, ittifakın mevcut çerçevesini aşıyor ve yeni yapılar gerektiriyor. Bu nedenle Batılı liderler, Atlantik Şartı’nın yirmi birinci yüzyıla ait bir versiyonunu hazırlamalı -buna Transatlantik Stratejik Ortaklık Anlaşması (TSPA) adını vermeliler….. Aynı şekilde, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’nın da artık vizyonlarını güncellemeleri ve yeni zamanı karşılamak için yeni kurumlar oluşturmaları gerekiyor.” (4)
“Vizyonları güncellemek!”, ”modern talepler” gibi kavramlar çerçevesinde yaşananlara bakıldığında yeni ittifakın güçlü bir şekilde devam ettiği görülüyor. Bunun en somut göstergelerinden biri NATO’nun sıçramalı genişlemesidir. Nitekim Ukrayna sorununun görünen yüzü de buydu. Ukrayna’nın NATO ısrarı ile 21 Şubat 2019’da Anayasası değiştirildi; “Ukrayna’nın AB ve NATO üyeliğine yönelik stratejik seyrine ilişkin normlar, Temel Kanunun girişinde, üç maddede ve geçiş hükümlerinde yer aldı.” (5) Rusya’nın ise kendisini düşman sayan bir güç tarafından her yönde kuşatıldığını görüp, sınırlarında balistik füze bulunduran askeri üsler kurulmasına sessiz kalmayacağı belliydi. Soğuk savaş yıllarından beri ilk kez ABD’nin Rusya’yı çok yakından vuracak duruma gelerek önemli bir üstünlük sağlayacak olması, Dünyayı tehdit eden nükleer silah dengesinin de bozulduğu anlamına geliyordu. Doğal olarak bu çerçevede kendi varlığına dönük bir tehdit algısının Rusya’yı karşı hamlelere itmemesi düşünülemezdi.
PUTİN’İN YÜKSELİŞİ VE YENİ TEHDİT
SSCB’nin dağılmasının ardından kaotik bir ortamda olan Rusya, halkın gözünde etrafı zaten kötü niyetli düşmanlar ile çevrili bir ülkeydi. Bu koşullarda başkan olan Yeltsin yükselen yeni güç odağı oligarklar ile arasını iyi tutuyordu. Eski bir muhalif olan Gleb Pavlovski’nin bu ortamda nasıl bir lidere ihtiyaç olduğu, en çok saygı duyulacak liderin nasıl olması gerektiği gibi sorular ile kitleleri buluşturduğu kampanyalar ile halkın istediği bir lider profili oluşturuldu. Böylece ihtiyaç duyulan liderin “zeki bir ajan”, bir Rus “James Bond’u” gibi olması gerektiğinde toplumsal bir mutabakat oluştu. Bu kamuoyu anketleri ile de desteklenerek ortak bir modelin merkezine yerleştirildi. (6) Sonuçta Kremlin ve oligarklar eski KGB ajanlarını taramaya başladılar ve o sırada KGB yerine kurulan FSB nin gelişimi için uğraşan Vladimir Vladimiroviç Putin ismi zaten aranan özelliklere uygun çok az isim arasında öne çıktı ve kolaylıkla kabul gördü. Rus “James Bond’u” ile oluşan imajın daha sonra Putin’in üstsüz ata binen, yüzen, avlayan, karate ustası görüntüleri ile nasıl pekiştirildiği dikkate değer. Böylece Putin, Yeltsin tarafından 1997 de başkan yardımcılığına, ardından 1999 da da başbakanlığa atandı. Nihayet 31 Aralık 1999 da Yeltsin’in ilginç bir şekilde istifa etmesi ile oligarkların da desteğini alan Putin, başkanlık koltuğuna oturdu. 2000 senesinde de Pavlovski’nin seçim stratejisi ve algı yönetimindeki başarısının yardımı ile başkanlık seçimini kazandı. Artık ABD için eski güçlü SSCB nostaljisini koruyan Putin ile gösterilebilecek ideal, yani düşman bir Rusya ortaya çıkmıştı.
Avrupa ülkeleri 70 yıllık SSCB döneminde hep bir komünist yayılma tehlikesi hissederek yaşamıştı. Dolayısı ile demokratik yönelimli bir liderdense, Putin gibi eski KGB ajanı kimliği ve nostaljik özlemlerini gizlemeyen bir lider yeni tehdit unsuru ve düşman profili açısından çok elverişliydi. Her şey kendi karşıtını yaratır prensibine sıkı sıkıya bağlı kalan ABD, düşmanca davranmanın düşman yaratacağını zaten biliyordu. Nitekim öyle de oldu. Küresel hakimiyet mücadelesini kazanacağı bir gelecek hesaplayan ABD böylece yeni stratejisini oluşturmak için en önemli gerekçeye sahip oldu. Bugün öncelikli tehdit Rusya görüldüğünden planlar da buna göre ilerliyor. ABD’nin Avrupa’yı arkasına almak ve NATO’nun genişlemesini sağlamak için “Rusya’nın güçlü olmaya hakkı var” (7) diyen Putin yönetimi de elbette işlerini kolaylaştırıyor.
KÜRESEL HAKİMİYET VE HEGEMONYA MÜCADELESİ
Küresel egemenlik hevesi neredeyse insanlık tarihi kadar eski. Bugün artık ülkelerin tek bir egemenlik altında yönetilmelerine göre tasarlanmış bir örgütlenme yaklaşımı, küreselleşme ile beraber daha kolay uygulanabilir ve daha az maliyetli bir yöntem. Böyle bir örgütlenmede ise elbette merkezde yer alan en güçlü devletin hegemonyası belirleyici olacaktır. Bu anlamda NATO vb. askeri örgütlenmeler ile tahkim edilmiş G-8, DTÖ, Dünya Bankası, IMF, Dünya Ekonomik Forumu gibi küresel kuruluşlar yeni dünya düzeninde bu hegemonyayı yayan ve güçlendiren araçlar. Ancak bu hakimiyet altına girme konusunda oyun bozucu olan güçlü ülkeler bunun önünde engel oluşturmaya devam ediyorlar. Dolayısı ile SSCB’nin dağılması ile büyük bir fırsat yakaladığını düşünen ABD, yeni bir stratejik plan uygulamaya başladı. Rusya iç istikrarsızlıklar ve karmaşa ile uğraşırken 1999’da eski Varşova Paktı ülkeleri olan Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya’yı NATO’ya dahil etti. 2004 yılında NATO’nun büyük genişleme dalgası ile Bulgaristan, Estonya, Litvanya, Letonya, Romanya, Slovakya ve Slovenya üyeliğe kabul edildi. 2009’da Arnavutluk ve Hırvatistan, 2017’de Karadağ NATO’ya kabul edilirken, 2020’de Kuzey Makedonya’nın da üye olmasıyla ittifakın üye sayısı 30’a ulaştı. Böylece Rusya daha ne oluyor demeye fırsat bulamadan kuşatılması hızla gerçekleşmiş, geriye sadece Ukrayna, Gürcistan gibi ülkeler kalmıştı. ABD’nin bu strateji ile Dünya hakimiyeti için öncelikle Rusya’yı önünden çekmeyi hedeflediği açıkça görülüyor. ABD içinde Cumhuriyetçiler ve Demokratlar bu açıdan iki eğilimi temsil etmekte. Cumhuriyetçiler başa geçtiğinde küresel hegemonya için en önemli tehdit olarak Çin görülürken, Demokratlar geldiğinde bu Rusya oldu. Obama, Trump ve Biden dönemleri bunu çok açık gösterir.
“Soğuk savaş döneminde kimsenin kazanamayacağı bir savaşı başlatmak için göze alınamayan nükleer silah kullanmaktan kaçınma prensibinden uzaklaşıldı.“
SSCB’nin dağılması ve ABD’nin küresel egemenlik mücadelesinde avantajlı koşulların oluştuğu düşüncesi cesaretini arttırdı. Soğuk savaş döneminde kimsenin kazanamayacağı bir savaşı başlatmak için göze alınamayan nükleer silah kullanmaktan kaçınma prensibinden uzaklaşıldı. Ciddi ciddi ilk vuruş üstünlüğünü ele geçirdiğine inanan ABD, bundan yararlanmak için gerekirse kullanabileceğini düşünmeye başladı. Buna ilişkin belirtiler sadece bu savaşa bakıldığında bile çok açık. Reagan döneminin hazine bakanlığı müsteşarı olan Paul Craig Roberts bunu 2014 yılında ifşa etmişti:
“Washington, nükleer savaşın kazanılabileceğini düşünüyor ve dünya hegemonyasına herhangi bir meydan okumayı önlemek için Rusya’ya ve belki de Çin’e ilk saldırıyı planlıyor. (…) Rus hükümeti, ABD savaş doktrinindeki değişikliğin ve sınırlarındaki ABD ABM üslerinin Rusya’ya yönelik ve Washington’un Rusya’ya karşı nükleer silahlarla ilk saldırı planladığının göstergeleri olduğunu anlamaktadır. Çin de Washington’un Çin’e karşı benzer niyetlere sahip olduğunu anlamıştır.” (8)
P. Roberts’in açıklamalarını spekülatif bulan tartışmalar yapılabilir. Ama ABD’nin askeri doktrininde ve yeni dünya stratejisinde bunun artık düşünülebilir olduğunu gösteren açık belirtiler göz ardı edilemez. Böylece ABD, çok daha önceden başlattığı hazırlıkları hızlandırarak Ukrayna ile en büyük hamlesini yaptı. Başlangıçta Rusya’yı çevrelemeyi amaçlayan planlar ile hem Rusya’yı tedirgin edip karşı hareketlere kışkırttı hem de AB’ni NATO konusunda yanına çekmek için uygun ortamın oluşmasını sağladı. ABD’nin Ukrayna özelindeki yoğunlaşması ya da Ukrayna’nın Rusya’ya karşı bir “sivri uç”a dönüştürülme politikası, Uzakdoğu Asya’da AUKUS (Avustralya, Birleşik Krallık ve ABD) paktının oluşturulması, QUAD (ABD, Avustralya, Hindistan ve Japonya arasındaki Dörtlü Güvenlik Diyaloğu) gibi gelişmelerden ayrı düşünülemez. Bütün bunlar küresel hakimiyet için yeni stratejinin oturduğu ayaklar. Dolayısı ile Ukrayna eski geçmişinden gelen özel koşulları ile ABD için sadece çok kullanışlı bir araçtı. Yoksa sırf Ukrayna Rusya ile durup dururken zıtlaşarak restleştiği için çağrılmadı ABD. Aksine, özel olarak hegemonya stratejisi açısından uygun koşulları hazırlamak için ABD oradaydı. Dışişleri Bakan yardımcısı Nuland’ın açıklaması ABD’nin bu anlamda yaptıklarına yeterli örnektir:
”ABD ile AB, Ukraynalı isyancı ve protestoculara ödeme yapıyor. (…) ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Nuland, ABD’nin Ukrayna’daki hedeflerine ulaşılmasına yönelik bir ağ organize etmek amacıyla 5 milyar dolarlık ‘yatırımda’ bulunulduğunu açıklamıştır.” (9)
Sonuçta Rusya’yı Ukrayna’daki işbirlikçileri aracılıyla sürekli provoke ederek Ukrayna’ya girmesini ve orada batağa saplanıp kalmasını sağlayarak yıpratma üzerine kurulan bir plan uygulandı. Aynı zamanda yoğun bir propaganda ve algı yönetimi ile uluslararası kamuoyu yönlendirildi. Son NATO zirvesinde konuşan genel sekreter Stoltenberg “Rusya’yı saldırıyı derhal durdurmaya, tüm birlikleri Ukrayna’dan çekmeye ve diyalog yoluna geri dönmeye çağırıyoruz” (10) diye sahiden barışçıl çözüm isteyen tarafmış gibi görünmek isterken; diğer yandan da “Rusya, Avrupa güvenlik düzenine açıkça karşı çıkıyor ve hedeflerini gerçekleştirmek için güç kullanıyor. Putin’in saldırganlığı sürdürme kararı, Rusya’nın önümüzdeki yıllarda ağır bedeller ödeyeceği korkunç bir stratejik hatadır. Hem Rusya hem Belarus eylemlerinden sorumlu tutulacaktır” (11) derken kendi hedeflerini gizleyerek, sadece Rusya’yı tehditkar göstermeyi de biliyordu.
“AB üyesi hükümetlerdeki savaş karşıtı partileri işlevsiz hale getirmeyi başardılar.”
Böylece AB’nin demokratik değerlere önem veren kültürel ve siyasi yapılarını, bu yoğun kampanyanın odağına yerleştirdikleri Rusya’nın Avrupa’da yayılma ideali algısı ile paralize ettiler. AB üyesi hükümetlerdeki savaş karşıtı partileri işlevsiz hale getirmeyi başardılar. Zaten daha çok öncesinden Rusya, Avrupa’nın tarihsel düşmanı olarak gösterilmişti. (12) Son olarak ABD’nin Suriye’de yaptıkları da dahil, Ukrayna’yı Rusya’nın önüne atarken küresel algı yönlendirmedeki başarıdan ve geldiği aşamadan endişe duymamak olanaksız. Ama diğer yandan bunda sorumlu sadece ABD değil elbette. Küresel hakimiyet için kutsal ittifakta yer almayı seçen İngiltere ve AB ülkeleri de en az ABD kadar bu sürecin sorumlusu kuşkusuz.
BARIŞ İÇİN YEŞİL POLİTİKA VE YEŞİL DÖNÜŞÜM
Bu savaşı başlatan Rusya’nın suçsuz olmadığı açık. Çünkü barışçıl yollardan gitmek olanaksız değildi ve hangi nedenle olursa olsun sonuçta tercih edilmedi. Dolayısı ile Ukrayna’nın kendini savunmasından haklı bir şey olamaz. Ancak ABD’nin bu senaryoyu gerçekten çok iyi hazırladığı görülüyor. Rusya’nın adımı ardından başlayan Rus karşıtı propaganda ve savaşı kışkırtacak ideolojik bombardıman ile yaratılan illüzyonlar hala etkin ve üst düzeyde işliyor. Ama sonunda olan en çok Ukrayna halkına oluyor. ABD ve Avrupa işlerin bu noktaya gelmesindeki kendi sorumluluklarını gözlerden gizleyen ikiyüzlü bir politika izliyorlar. Tek umut, demokratik değerlere bağlı olan halkların tepkisine kalmış durumda.
Savaşın öngörülemezliği ve küresel tehlike potansiyeli çok yükseldi. Dolayısı ile bugün savaşın nasıl durdurulabileceğini konuşmak acil bir zorunluluk. Alman filozof Jürgen Habermas’ın ”Kendimize savaş kışkırtıcılığı veya korku siyaseti tarafından rehberlik edilmesine izin vermeyelim” (13) uyarısını ciddiye almak ve yine O’nun sözleri ile “ Makul olma ve kapsamlı değerlendirme “ yapmak gerekliliğini kabul etmek gerekiyor. Şimdi geç de olsa barış çağrıları ve gösterilerin artması son derece önemli bir gelişme. Artık başladığından bu yana yeni yeni artmaya başlayan savaşın durdurulması için yükselen seslere kulak verme zamanı. Özellikle Jurgen Habermas, Noam Chomsky gibi önde gelen düşünürler, Henry Kissenger gibi eski ABD politikacılarının (hatta Trump) bu savaşın durması ve görüşmelere başlanması konusunda açık uyarılar yapmasını önemsemek gerek.
“ABD, bu savaş ile küresel egemenliğine engel oluşturan güçleri yıpratarak, Ukrayna’yı gırtlağına kadar borçlandırıp geleceğini ipotek altına alıyor. Aynı zamanda Yeşil Dönüşümü engelleyip, fosil kaynaklara dayanan küresel nizamın devamını sağlıyor.“
Bu savaşa karşı doğru tutumu sorgulamak için basit bir yöntem işin boyutlarını ve sonuçlarını bize gösterebilir. O da her zaman olduğu gibi bu savaşın kaybeden ya da kazananına bakmak. Buna göre tartışmasız savaşın tek kaybedeni var; Ukrayna. Öte yandan sonunda tek kazananı var o da sadece ABD. O zaman savaşın sürmesini istemek nasıl Ukrayna’nın çıkarına olabilir? Neden savaşı durduracak bir ateşkes ve görüşmelerin başlamasını istemek sadece Rusya’nın işine yarasın? Kaldı ki daha işin insani boyutunu hiç katmadan durum böyle iken, en yüksek perdeden sürdürülen özgürlük, vatan savunması gibi değerlerin arkasına saklanan savaş çığırtkanlığına katılmak ABD’ye destek olmuyor mu? Oysa aynı ABD, bu savaş ile küresel egemenliğine engel oluşturan güçleri yıpratarak, Ukrayna’yı gırtlağına kadar borçlandırıp geleceğini ipotek altına alıyor. Aynı zamanda Yeşil Dönüşümü engelleyip, fosil kaynaklara dayanan küresel nizamın devamını sağlayarak aslında bütün Dünyanın Ukrayna ile birlikte kaybeden taraf olmasına yol açıyor. Bugün gelinen noktada Ukrayna’nın kazançlı çıkacağı tek yol görüşmeler ile ilerlemek. Bu belki daha uzun zaman alabilir ama benzer diğer çözümü zor sorunlarda olduğu gibi kalıcı ve sağlıklı hem de barışçıl olan çözüm yolu.
“Emperyalizmin tuzaklarına düşmeden en tutarlı, barışçıl politika, Yeşil Dönüşümün hızlanması için hükümetlere yoğun baskı uygulamak ve Ukrayna savaşının bitmesini sağlamaktır.“
Rusya’nın da pek çok otokrat yönetim gibi zayıf tarafı, güçlü bir ekonomik yapıya değil, doğal kaynakların zenginliğine dayanan bir yönetime sahip olması. Bu yönetimlerin gücü ekonomilerinden ve üretimden gelmiyor. Dayandıkları güç fosil yakıtlar; petrol ve doğalgaz. Savaş ve şiddet yerine Rusya’yı da bu zayıf tarafından sıkıştırmak ve durdurmak mümkündü. Bunu anlamak için yenilenebilir kaynaklara geçişte Yeşil Dönüşümün hızlandırılması ile fosil kaynak talebinin dünyada hızla düşürüldüğünü hayal etmek yeterli. Sadece yüzde 15-20 oranında bir düşüş bile Rusya için çok büyük bir güç kaybına neden olacaktı. Fakat problem şurada ki, bu sadece Rusya ile sınırlı kalmaz ve başta ABD bütün gelişmiş kapitalist ekonomiler de en az Rusya kadar, belki de daha çok etkilenirdi. Ve eğer Yeşil Dönüşüm yeterince hızla gerçekleşirse, ABD nin merkezinde yar aldığı mevcut küresel düzen sarsılır, “Kutsal İttifak” çatlayabilirdi. Hele hele, merkezi üretim yerine enerjide özerkleşme ve yerelleşme yaygınlaşırsa, mevcut Dünya düzeni işleyemez ve durum onlar için daha da sıkıntılı olurdu. Sözün kısası şiddet ve düşman siyaseti, sistemi değişime zorlamayan, yeni problemlere yol açmayan, en kazançlı yol olduğu için tercih edildi. Bu yüzden emperyalizmin tuzaklarına düşmeden en tutarlı barışçıl politika, Yeşil Dönüşümün hızlanması için hükümetlere yoğun baskı uygulamak ve Ukrayna savaşının bitmesini sağlamaktır.
O halde Rusya’nın yayılmacılığına engel mi olunacak? Savaşlar yerine Yeşil Dönüşümü destekleyin.
Putin yönetiminin zayıflaması ve değişmesi mi gerekiyor? Ambargo ve savaş kışkırtıcılığı yerine Yeşil Dönüşümü hızlandırın.
Avrupa’nın kendisini daha güvende hissetmesi mi sağlanacak? Yeşil Dönüşümü gerçekleştirin.
Daha güvenli ve barış içinde bir Dünya mı olsun? İşe NATO ve benzeri askeri ittifakları güçlendirmek yerine Yeşil Dönüşümü hızlandırarak başlayın.
Bütün bunların gerçekleşmesi, yeşil politikaların güçlenmesine bağlı. Günümüz dünyasında değişim için yarattığı küresel tehlike ile başarısı şüpheli en kötü seçenek olan savaşı savunmak, emperyalist hakimiyet mücadelelerine alet olmak Yeşiller’in işi olmamalı. Yeşiller’in en önemli ve acil işi fosil yakıtlara dayanan küresel düzenin dayandığı paradigmayı değiştirmek;hızla enerjide yenilenebilir kaynaklara geçilerek bağımsızlaşmaya, yerelleşme ile merkezi yapılanmanın değişime zorlanmasına öncülük etmek, hükümetleri ve toplumu bunun için teşvik etmek, baskı yapmak olmalıdır. Barışı tehdit eden şimdiki küresel sistemi değiştirerek Dünyayı daha güvenli yapacak yol budur.
Dipnotlar:
1- https://bianet.org/bianet/militarizm/270959-silah-sirketlerinin-satislari-bir-yilda-yuzde-1-9-artti
3- https://medyascope.tv/2019/12/08/bertrand-badie-nato-muhtelif-cikarlarin-bulanik-bir-kimligin-ve-muphem-degerlerin-birbirine-karistigi-bir-ittifak-turu-haline-geldi/
4- https://www.timeturk.com/abd-avrupa-ittifaki-coktu-mu/haber-1636392)
5- https://tr.wikipedia.org/wiki/NATO-Ukrayna_ilişkileri
6- Peter Pomerantsev- Bu propaganda değil- Mundi kitap Can sanat yay. 2021 2. Baskı
7- https://sputniknews.com.tr/20230221/putin-federal-meclis-konusmasini-yapiyor-1067307309.html
9 – Aynı Yazı
11- Aynı yazı
Görsel tasarım: Olcay Özkaplan