Yazar: Shahin Vallée [1]
Çeviren: Ali Serdar Gültekin
Ukrayna’nın işgali Avrupa siyasetini birkaç gün içinde yeniden şekillendirdi. Avrupa Birliği Rusya’ya eşi benzeri görülmemiş mali yaptırımlar uyguladı ancak petrol ve gaz ticareti devam ediyor. Bir sonraki adım enerji mi ve eğer öyleyse nükleer ve kömür yeniden masaya mı koyuluyor? Rusya ilerlemesini sürdürür ve Amerika Birleşik Devletleri ortalarda gözükmezse, bir Avrupa Ordusu için gerçek bir baskı görmeye hazır mıyız? Ekonomist Shahin Vallée ile AB için kilit soruları tartışıyoruz.
Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından açıklanan yaptırımlar muhtemelen Rusya gibi büyük bir ekonomiye şimdiye kadar uygulanan en önemli yaptırımlar. Bunları potansiyel olarak devrimci diye tanımladınız. Ancak bu yaptırımlar enerjiye uygulanmıyor ve Rusya hala petrol ve doğalgazdan günde yüz milyonlarca dolar kazanmaya devam ediyor. Hangi anlamda devrim niteliğindeler? Rusya’nın savaşı yürütme kabiliyeti üzerinde ne gibi etkileri olacak?
Yaptırımlar üç dalga halinde geldi. İlki bireyleri ve şirketleri hedef aldı. Bunlar 2014-2015 yıllarında Rusya Kırım’ı işgal ettiğinde uygulanan yaptırımlara çok benziyordu. Ancak çok hızlı bir şekilde siyasi odak noktası, yaptırımların ikinci seviyesi olarak Rus bankalarının Swift’ten dışlanmasına kaydı. Swift, bankalar arasındaki transferleri kolaylaştıran bir elektronik mesajlaşma sistemidir. Amaç Rusya’yı uluslararası finans sisteminden izole etmektir. Ancak Swift yaptırımları enerji ve diğer bazı alanlarla ilgili ödemeleri kapsam dışı bıraktı. Bu durum siyasi açıdan sembolik olsa da Swift yaptırımları sınırlı kaldığı sürece bir işe yaramayacaktır. Rusya için gerçekten önemli olan tek şey, tüm bankacılık sisteminin uluslararası ödemelerden dışlanması olacaktır. ABD ve Avrupa’nın yaptığı gibi sadece bir kısmını dışlamak çok etkisizdir.
Swift’e yönelik yaptırımların hemen ardından üçüncü dalga yaptırımlar geldi. Bu yaptırımlar Rusya Merkez Bankası’nı hedef aldı, varlıklarını dondurdu ve yurtdışında tuttuğu rezervlerin çoğunu kullanmasını engelledi. Döviz rezervleri, Rusya’nın ticari yaptırımlar karşısında ekonomik baskıya direnmesini sağlayan şeydir. Örneğin Rusya’nın uluslararası ödeme yükümlülüklerini yerine getirebilmesini, böylece mal ithal etmeye ve yabancı para cinsinden borçlarını ödemeye devam edebilmesini sağlarlar. İşgalden önce Rusya’nın savaş sandığı yaklaşık 630 milyar ABD dolarıydı, bu yaptırımlar bunu yaklaşık üçte birine düşürdü.
Bu üçüncü yaptırım dalgası Rusya’nın zaman içinde ekonomik baskıya dayanma kabiliyetini etkiliyor, ancak rezerv stokunun yanında bir de akış var. Avrupa her gün Rusya’dan 500 milyon Avro değerinde petrol ve gaz ithal etmeye devam ediyor. Rusya’nın döviz rezervleri kesilse bile, bu satışlardan her çeyrekte yaklaşık 30 milyar avro ve fiyatlar yükseldikçe muhtemelen daha fazla döviz geliri elde ediyor. Bu da Rusya’ya savaş çabalarını finanse etmeye devam etmesi ve ekonomisini desteklemesi için önemli bir kaldıraç sağlıyor.
Avrupa, Rusya’nın savaşı yürütme kapasitesini kırma konusunda ciddiyse ne tür siyasi tercihler yapmak zorunda kalacak?
Önümüzdeki günlerde ve haftalarda Avrupa’da petrol ve doğalgaz yaptırımları konusu kritik bir hal alacaktır. Eğer Avrupa Rusya’nın bu saldırganlığına karşı birlik olmak istiyorsa, petrol ve gaz ithalatını azaltmalıdır. Bu yaptırımlar Rusya’ya olduğu kadar bize de zarar verecektir. Bazı ülkeler için bu, enerji ithalatını yüzde 50’ye varan oranlarda azaltmak anlamına gelecektir. Bu duyulmamış bir şey olurdu, bu yüzden Avrupalılar hala bu yola girmedi. Ancak bu savaşta Ukrayna’ya yardım etme konusunda ciddiysek, bu kaçınılmazdır.
Enerji konusundaki yaptırımlar her türlü temel felsefi ve ekolojik soruyu gündeme getirmektedir. Petrol ve gazın yerine başka enerji kaynaklarını nasıl ikame edeceğiz? Almanya, mevcut koalisyonun kapatmayı planladığı nükleer enerji santrallerini en azından geçici olarak yeniden faaliyete geçirmek zorunda kalacak mı? Bu, kömürü alternatif olarak kullanmak anlamına mı geliyor?
Bu önemli enerji ikilemi, özellikle Almanya’da nükleer enerjiden çıkma taahhüdü nedeniyle Yeşillerin kararsız kalmasının nedenidir. Ancak Almanya’da nükleer santralleri açık tutmazsak ve Avrupa’da daha fazla kömür yakmazsak Rusya’dan doğal gaz ve petrol ithalatını durdurmamızın bir yolu yok, bu da emisyon azaltma taahhütlerimizden geri adım atmak anlamına geliyor. Yeşiller bunu kabullenmek zorunda.
Dolayısıyla enerji akışını kesmek hayati önem taşıyor. Nükleer enerjiyle ilgili bazı tabuları yıkmanın yanı sıra, enerji karnesine hazırlanmalı mıyız?
Bu kaçınılmazdır. Yakın zamanda Rus petrol ve gazından kurtulmak istiyorsak, hem şirketler hem de bireyler için karne uygulamasından başka yol yok. Bu da ısıtma ve havalandırma sistemlerimizi kısmak, soğuk duş almak ve enerji yoğun mal ve imalat üretimimizi azaltmak anlamına gelecektir. Bu radikal bir değişimdir ve çok hızlı bir şekilde yapabileceğimiz bir şey değildir, ancak yapılabilir. Unutmaya meyilliyiz ama Fukushima meydana geldiğinde Japonya, elektrik üretiminin yüzde 80’ini oluşturan nükleer enerji santrallerini derhal kapattı ve doğal gaza geçti. Avrupa’nın şimdi bunun tersini yapması gerekiyor.
Ukrayna’yı desteklemek için gerekli olan enerji tüketimindeki büyük düşüşler, emisyon azaltma hedeflerimize ulaşmak için de gerekli olacaktır. Bir bakıma bu bir sınav. Eğer savaş zamanlarında enerji tüketimimizi kökten değiştiremiyorsak, iklim hedeflerimize ulaşmak için de bunu yapabileceğimizden şüpheliyim.
Daha özerk, kısmen yeniden sanayileşmiş ve daha yeşil bir Avrupa için Avrupa Yeşil Mutabakatı planlarının hayata geçtiği an bu an mı? Jeopolitik, Avrupa’daki yeşil dönüşümü yönlendirmek üzere olabilir mi?
İster Donald Trump’ın Çin’e karşı başlattığı ve Avrupa’yı da etkileyen ticaret savaşı, ister tedarik zincirlerimizin göreceli zayıflıklarını ortaya çıkaran Covid-19 krizi, isterse de Avrupa sınırlarında yaşanan bu çatışma olsun; her uluslararası jeopolitik kriz, ekonomilerimizin temelde birbirine bağımlı olduğunun altını çizmekte ve bu bağımsızlık düzeyinin sürdürülebilir olup olmadığı sorusunu gündeme getirmektedir. Tedarik zincirlerinin yeniden ulusallaştırılması ya da yeniden gözden geçirilmesi yönünde bir eğilim söz konusudur ve yeşil enerjiye geçiş süreci de bu eğilime ivme kazandırmaktadır.
Çatışmaların ortasında Ukrayna, AB’ye üyeliğini derhal kabul etmesi çağrısında bulundu. Gürcistan ve Moldova da aynı çağrıyı yaptı. Bu çağrıyı nasıl okuyorsunuz? Rusya’nın kampanyasını şiddetlendirme riski var mı?
Bu taleplerde cesaret verici bulduğum şey, hem NATO’ya hem de AB’ye katılma talebinde bulunmamaları. Bence mevcut koşullarda NATO’ya katılma talebi ve bu talebe verilecek olumlu bir yanıt, durumu sadece daha da kötüleştirecektir. AB’ye katılma talebi daha siyasi, daha az askeri içerikli ve bu nedenle daha anlaşılabilir ve kabul edilebilir.
Bu talep Avrupa Birliği için temel sorular ortaya koymaktadır. Ukrayna ve diğerlerine katılım yolunu açmak için doğru zaman mı? Derinleşmeden genişlemeye devam ederse nasıl bir Avrupa yaratmış oluruz? AB’nin Batı Balkanları da kapsayacak şekilde genişleme ihtimali zaten bu soruyu gündeme getirmişti. Avrupa’nın sınırlarını genişletmeye devam edersek, zaten aşırı veto gücünden mustarip olan bir yönetim yapısına veto hakkına sahip üye devletler eklemeye devam edersek, Avrupa’nın dünyada hareket etme kabiliyetini sakatlamış olmaz mıyız?
Benim görüşüme göre Avrupa Birliği Ukrayna’nın talebine olumlu yanıt vermeli ancak aynı zamanda mevcut Birliği derinleştirirken yeni üyelere nasıl kucak açabileceğimiz konusunda da ciddi bir görüşme yapmalıyız. Bu, çeşitli siyasi entegrasyon katmanlarına sahip bir Avrupa Birliği’ni kabul etmek ve dolayısıyla mevcut Avrupa antlaşmalarını oldukça derinlemesine yeniden düşünmek ve antlaşma değişikliği ihtiyacını kabul etmek anlamına gelebilir. Eğer Ukrayna ve diğerlerinin katılımı Avrupa kurumlarının reformu ve Avrupa demokrasisinin reforme edilmesi konusunda kurumsal bir tartışma başlatılmasına yardımcı olacaksa, ben buna varım. Eğer bu aceleyle alınmış bir kararsa ve Avrupa’nın kurumsal reformuna ilişkin tartışmayı saptıracaksa endişelenirim.
Yeniden birleşmeden bu yana ve Merkel dönemi boyunca Almanya’nın askeri harcamaları çok düşük kalmıştır. İşgali takip eden günlerde Şansölye Olaf Scholz Almanya’da savunma harcamalarının arttırılmasına yönelik yeni bir politika açıkladı. Bu arada birçok AB ülkesi Ukrayna’ya küçük silahlar ve uçaksavar füzeleri gönderiyor ve AB kurumları da bu çabayı finanse edecek. İşgal Avrupa savunma politikasında kalıcı bir değişime mi işaret ediyor?
Evet, bunun yapısal bir değişim olduğunu düşünüyorum. Almanya’nın attığı adım çok radikal ve önemli. Hem Almanya’nın NATO taahhütlerini yerine getirmediğinden şikâyet eden ABD’den hem de Avrupa içinden Almanya’ya savunma harcamalarını arttırması yönünde neredeyse on yıllardır baskı yapılıyordu. Özellikle Emmanuel Macron liderliğindeki Fransızlar, Almanya’nın bir Avrupa savunma kapasitesi inşa etmekle ilgilenmediğinden ve bu nedenle Avrupa’da bir bağımlılık durumu yarattığından endişe ediyorlardı.
Bu da Avrupa savunma entegrasyonunun önünü açabilir. Macron son beş yıldır Avrupa’nın stratejik özerkliğini ya da egemenliğini inşa etme konusuna kendini adamış durumda. Yıllar süren isteksizliğin ardından nihayet Almanya’dan da bu projeye destek gelmeye başladı. İşin ilginç yanı bunun, silahlanmaya ve savunma harcamalarının arttırılmasına en çok karşı olduğu düşünülen iki parti olan Sosyal Demokratlar ve Yeşiller’in yer aldığı bir koalisyon altında gerçekleşiyor olması. Muhtemelen ancak böyle bir koalisyonla gerçekleştirilebilirdi.
Henüz cevaplanmamış olan ve muhtemelen cevabını hemen öğrenemeyeceğimiz asıl soru, Almanya’nın taahhüdünün bir Avrupa savunması mı yoksa NATO çerçevesini güçlendiren bir ulusal savunma mı inşa etmeye yönelik olacağıdır. Ben daha çok Avrupa yönünde ve daha az NATO yönünde ilerleyeceğini düşünme eğilimindeyim. Ancak bu da başka birçok radikal değişim olacaktır.
Bu iki yön arasında, Fransa, Polonya, Almanya ve Birleşik Krallık gibi Avrupa’nın büyük askeri güçlerinin NATO ittifakı içinde daha büyük bir rol üstlenmesi daha olası değil mi?
Bu noktada her iki seçenek de mümkündür. Avrupa savunması seçeneği büyük ölçüde masada. AB, Ukrayna’ya 500 milyon avroluk silah sağlamak üzere Avrupa Barış Fonu’nu harekete geçiriyor. Bu bir Avrupa savunma mimarisi yönünde atılmış güçlü bir adım olabilir, ancak bu kesin değil. Öte yandan, Almanya ile ABD arasındaki tarihi ilişkiler ya da Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin bu AB yapılarına yatırım yapma konusundaki isteksizlikleri, daha güçlü bir NATO çerçevesinin ortaya çıkmasını beklemek için nedenlerdir.
Bununla birlikte, Avrupa savunmasının lehine olan açık bir nokta var: ABD bu Ukrayna krizi boyunca dikkat çekici bir şekilde ortalıkta yoktu. Avrupa’da, özellikle de Doğu Avrupa’da artık hiç kimse ABD’nin eskiden olduğu gibi kararlı olduğu fikrine kanmıyor. Joe Biden Birliğin Durumu konuşmasında Ukrayna’dan neredeyse hiç bahsetmedi. Oysa 10-15 yıl önce bu savaş Amerikan politikasının merkezinde ve ön sıralarında yer alırdı, ABD mevcut müzakerelerin de merkezinde olurdu. ABD’nin uluslararası sahneden çekilmesi Barack Obama’nın Beyaz Saray’a girmesinden bu yana gerçekleşiyor ve görmek isteyenler için bu durum Avrupa’da da hissediliyor. NATO meraklıları bile bunun farkına varmaya başladı.
Alman Yeşiller savunma harcamalarını arttıran bir hükümette yer alıyor. Fransız Yeşillerin cumhurbaşkanı adayı Yannick Jadot Ukrayna’ya silah gönderilmesini destekliyor. Daha geleneksel bir Yeşil pozisyon, silahların barış yaratmadığını ve güvenlik politikasının barışın inşası, diplomasi ve uzun vadeli çatışma faktörlerine dayanması gerektiğini savunmak olacağından; bu önemli bir değişime işaret etmektedir. AB’nin aniden askerileşmesinden endişe duymalı mıyız yoksa bu açık Rus saldırganlığı karşısında kaçınılmaz bir sonuç mu?
Ben özümde bir pasifistim, ancak bu saldırıyla birlikte uyandığımız şey, pasifist olsanız bile gerektiğinde güce güçle karşılık verebilmeniz gerektiğidir. Bununla birlikte, her dış politikanın askerileştirilmesinden kaçınmalıyız. Çünkü dış politikanın sistematik olarak askerileştirilmesi çoğu zaman başarısız olmuştur. Fransa’nın Mali ve Sahel’deki müdahalesi buna iyi bir örnektir. Ancak askeri harekâtın gerekli olduğu başka anlar da vardır ve Avrupa bu tür durumlar için yetenekli ve hazır olmalıdır.
Umuyorum ki Avrupa savunması düzgün bir yönetişimle güç kullanımını çok sınırlı sayıdaki vaka ile sınırlandıracaktır çünkü bu, Fransa gibi başkanlık sistemlerinde olduğu üzere sadece bir liderin kararı yerine, üye devletlerin çoğunluğunun mutabakatını gerektirecektir. Avrupa savunması güç kullanımı konusunda doğru kontrol ve dengeleri sağlayabilir. Gücün keyfi kullanımı haklı olarak endişe verici olsa da, gücün meşru ve demokratik kullanımı Yeşillerin kabul edebileceği bir şey olmalıdır.
Ukrayna’da yaşanan trajediye dönecek olursak, Ukrayna ordusunun zaferi ya da Putin rejiminin çökmesi yıllar alabilir. Yakın gelecekte bir ateşkes ve barış sürecinin başlangıcı için herhangi bir diplomatik yol görebiliyor musunuz?
Evet. Pek çok kişi Macron’un diplomatik girişimleriyle dalga geçti; Moskova’yı ziyaret etti ve Vladimir Putin ile görüşmeye devam ediyor. Ancak, saldırganlığa ve sürmesi muhtemel savaşa rağmen, diplomatik bir çözüm aramaya ve umarım ki bulmaya devam etmeliyiz. Tüm diplomatik çözümler gibi bu da muhtemelen tatmin edici olmayacaktır ancak ben böyle bir çözümün çerçevesini çizmeye yardımcı olabilecek üç unsur görüyorum.
Birincisi, NATO’nun sınırları. Ukrayna’nın NATO’ya katıldığı, bunun da Rusya ile istikrarlı bir ilişkiye yol açtığı bir senaryo hayal etmek zor. Başkan Zelenskiy’nin Ukrayna’nın tarafsızlığı konusunun tartışmaya açık olduğunu söylemesi beni oldukça şaşırttı. Tarafsızlık her anlama gelebilir ama bu konunun potansiyel olarak masada olması güven verici. Kendisi açıkça NATO’yu artık kutsal olarak görmediğini söylemiştir.
İkinci müzakere konusu ise Ukrayna’nın bölgesel kimliklerin varlığını tanıyacak ve azınlıklara saygı ve koruma sağlayacak şekilde federalleşmesidir. Gerçekte Ukrayna devleti bu azınlıklara uzun yıllardır güvence sağlamaktadır. Ancak eğer Rusya, Rus azınlıkların mevcut Ukrayna devlet sistemi altında korunmadığını düşünüyorsa, o zaman federal bir sistem yoluyla güvence vermek daha ileri bir yol olabilir. Ukrayna tarafı bunu kesin bir dille reddetti çünkü federalleşmeyi Rusya’nın kontrol ettiği bölgeler üzerinden veto hakkı elde etmesinin bir yolu olarak görüyorlar. Bunun nasıl kabul edilemez bir taviz olacağını anlıyorum. Ancak hiçbir Alman eyaletinin Almanya’nın federalizminin bir parçası olarak herhangi bir karar üzerinde veto hakkı yoktur. Dolayısıyla Ukrayna bağlamında Donbas’ın ya da başka bir bölgenin neden veto hakkına sahip olması gerektiğini anlamıyorum. Sadece masada bir yerleri olmalı.
Üçüncü unsur ise Ukrayna sınırıdır. Kırım 2014 yılından beri fiilen ilhak edilmiş durumdadır. Bu ilhak ne AB, ne BM ne de başka bir ülke tarafından tanınmıştır. Ruslar için Kırım artık onlarındır. Avrupa Birliği içinse, sınırları yeniden çizme konusunda bir emsal oluşturması ve bunun kabul edilmesi zordur. Ancak gelecekteki bir diplomatik çözümün Ukrayna’nın sınırlarını ele alması gerekiyor. Kırım’ın ilhakını tanımadığımız ama aynı zamanda bunun gerçekleşmesine izin verdiğimiz bu belirsizlikle sonsuza kadar yaşayamayız.
Bu yazının aslı, İngilizce olarak Green European Journal’da yayımlanmıştır.
BU YAZI, AVRUPA PARLAMENTOSU’NUN YEŞİL AVRUPA VAKFI’NA SAĞLADIĞI FİNANSAL DESTEK İLE ÇEVRİLMİŞTİR. AVRUPA PARLAMENTOSU, YAYININ İÇERİĞİNDEN SORUMLU DEĞİLDİR.
[1] Shahin Vallée, Ekonomist, Alman Dış İlişkiler Konseyi-DGAP’ın Jeoekonomi programının direktörüdür.