Yazan: Irene van Staveren

Çeviren: Bürge Abiral

Korona krizi, kapitalizmin piyasanın şekillenme yollarından yalnızca bir tanesi olduğunu daha da netleştirdi. Piyasanın şekillenme biçimi oldukça farklı da olabilir. Bu yazı, piyasanın bir kez daha toplumun içine yerleştirildiği (embedded) ve devlet tarafından daha iyi düzenlenebildiği bir korona sonrası ekonomi dileği.

Adam Smith, kapitalizmi devlet aracılığıyla sınırlama ve onu toplulukların değerlerine ve hedeflerine yerleştirme olasılığı konusunda iyimserdi. Diğer yandan Karl Marx, düpedüz bunun mümkün olduğuna inanmadı. Son on yılda, her iki ekonomist de haklı çıktı. 2008’de yaşanan finansal kriz ve onu izleyen durgunluk dönemi, Marx’ı haklı çıkardı: dizginlenmemiş kapitalizm, finans sektörünün kontrolden çıkmasına izin verdi ve konut piyasasını balon batağına sürükledi. Covid-19 krizi ise Smith’i haklı çıkardı: Birincisi, piyasalar patladığında, devlet devreye girdi. İkincisi, market alışverişi için insanların birbirine yardım etmesinden, maskelerin maliyetine satılabilmesi için fabrika üretiminde değişiklik yapılmasına kadar topluluk duygusunun her türlü girişime ön ayak olabileceği görüldü. Zaten kapitalizm tam olarak nedir; ve piyasadan nasıl ayırt edilebilir? Hem Smith hem de Marx’a göre kapitalizm, piyasanın belirli bir ifadesidir ve piyasa kavramıyla eşit tutulamaz. Dolayısıyla piyasa, farklı bir şekilde de tasavvur edilebilir; örneğin kapitalizm sonrası bir ekonomide, artık kapitalizme özgü özellikleri sergilemeyen bir ekonomi.

Hem Smith hem de Marx’a göre kapitalizm, piyasanın belirli bir ifadesidir ve piyasa kavramının kendisi ile eşit tutulamaz.

Dikkat çekicidir ki, çoğu çağdaş iktisatçı ve politikacı, piyasa ve kapitalizm arasındaki farkı unutmuştur. Bu iki kavram konuşmalarda genellikle birbirinin yerine kullanılır. Dahası, kapitalizm üzerine düşünme, çoğu zaman bir bilim olarak iktisatla karıştırılır, sanki ekonominin tamamı piyasa mantığı tarafından yönetiliyor veya daha da kötüsü, ekonomi kapitalizmin hizmetindeymiş gibi. Bu dar görüş, ana akımın ötesine bakan ve klasikler hakkında kapsamlı bir bilgiye sahip olan iktisatçılara haksızlık eder. İktisadi düşüncenin zengin tarihine bakmak, piyasa ile piyasanın sadece kapitalizme özgü yorumu arasındaki farkı aydınlatmaya yardımcı olabilir. Bu analiz, mükemmel biçimde uygulanabilir kapitalizm sonrası bir piyasa ekonomisinin bazı özelliklerini ortaya çıkarmamıza da olanak tanır: piyasanın tekrar topluluğun içine yerleştiği ve devlet tarafından daha iyi kontrol edildiği korona sonrası bir ekonomi.

Piyasa ve ekonomi

Piyasa, arz ve talep için etkin bir değişim mekanizmasıdır. Piyasa işlemleri, hem alıcı hem de satıcı için bir kazan-kazan durumudur; ikisi de takas yapmadan önceki hâllerinden daha iyi bir duruma gelirler. Ancak, Nobel ödüllü Kenneth Arrow ve Gérard Debreu’nun yarım asırdan uzun bir süre önce matematiksel olarak kanıtladığı gibi bir şartla: piyasadaki her katılımcının talep gören kaynaklara yeterli miktarda sahip olması gerekir. Bu koşul hiçbir suretle her zaman karşılanmaz.

Örneğin, John Maynard Keynes, durgunluk döneminde talep edilenden daha fazla emek arzı olursa, işsiz insanların piyasa ücretinden daha düşük bir ücretle çalışmaya istekli olabileceklerini fark etmiştir. Yine de bu işçiler işe alınmayacaktır; çünkü şirketler, tüketici güveni olmaması veya satın alma gücünün az olması nedeniyle ekstra ürün satamayacaklardır. İşgücü fazlası bu nedenle değiş tokuş edilemez. Dolayısıyla Keynes, bir kriz anında, şirketlerin daha fazla üretip daha fazla personel istihdam edebilmesi için, hükümetin iş yaratması ve satın alma gücünü piyasada etkin kullanması gerektiğini savunmuştur. Covid-19 krizinde de dünya çapında hükümetlerin bu rolü büyük ölçüde üstlendiğini gördük.

[…] Piyasa, karşılıklı yarar sağlayan işlemlerin gerçekleşebileceği bir değiş-tokuş mekanizmasından başka bir şey değildir. Ancak satın alma gücü olmayanlar piyasaya katılamazlar.

Gelişmekte olan ülkelerde hükümetler, genellikle bu strateji için gereken kapasiteden yoksundur. Şu anda Venezuela, çaresizce altın rezervlerini nakde çevirmeye çalışıyor ve rekor sayıda gelişmekte olan ülke, acil yardım fonundan kredi almak için Uluslararası Para Fonu’nun kapısını çaldı. Nobel ödüllü kalkınma ekonomisti Amartya Sen, çocukken yaşadığı açlığı, gıda eksikliğinden değil, topraksız yoksul nüfusun satın alma gücünün olmaması üzerinden açıklamıştır. Bu arada gıda, Hindistan’daki diğer eyaletlere ve hatta ona yönelik güçlü bir talebin olduğu yurtdışına ihraç ediliyordu. Bengal’deki ihracatçı pirinç çiftçileri ve diğer yerlerdeki ithalatçılar için bir kazan-kazan durumu söz konusuydu, topraksız çiftçiler ve işsizler için ise açlık.

Kısacası, piyasa, karşılıklı fayda sağlayan işlemlerin gerçekleşebileceği bir değiş-tokuş mekanizmasından başka bir şey değildir. Ancak, satın alma gücü olmayanlar, piyasaya katılamazlar. Ve üzerinde gıdalarını yetiştirecekleri veya kiraya verebilecekleri arazi gibi kendilerine ait kaynaklar olmadan geçimlerini sağlayamazlar. Buna bir tepki olarak, modern zamanlarda devlet, temel sosyal hizmetleri kısmen üstlenmeye başladı.

Adam Smith’ten dersler

Dolayısıyla piyasa, sadece belirli koşullar altında ve devlet desteği sayesinde etkin olan bir kazan-kazan mekanizması gibi görünmektedir. O zaman bile, her türlü piyasa başarısızlıklarından dolayı genellikle optimal değildir: Bu başarısızlıklardan birkaçını saymak gerekirse, olumsuz dışsallıklar, rant arayışı (fırsatçılık), ahlaki tehlike (eksik bilginin kötüye kullanılması) ve bazı kamu hizmetlerinin sağlanamaması (herkes için sağlık ve eğitim gibi) düşünülebilir. Bu eksiklikler, ekonominin yalnızca piyasadan daha fazlasını içermesi gerektiği anlamına gelir. Adam Smith’in 1776’da yayınlanan ünlü Ulusların Zenginliği kitabında söylediği de tam olarak bu. Smith’ten öğrendiğimiz ders, her ekonominin üç değer alanından oluştuğu: seçim özgürlüğüne dayalı bir mübadelenin gerçekleştiği piyasa (herkesin yeterli kaynağa sahip olması koşuluyla); (demokratik veya ataerkil veya başka bir tarzda) belirli adalet ilkelerine dayanan, düzenleme ve yeniden bölüşüm yapan devlet; Smith’in ‘yardımseverliğin değeri’ olarak adlandırdığı şeye dayanan müştereklerin ve karşılıklı bakımın oluşturduğu ‘topluluk ekonomisi’ alanı. Smith’e göre her ekonomi, her biri kendi değerlerine sahip bu üç alandan oluşur. Bu analiz, belirli ürünlerin veya etkileşimlerin neden bir alanda var olup, diğerine uymadığını açıklar. Örneğin Hollanda’da kan bağışı için ödeme yapılması fikri tatsız gelir; ABD’de ise, bu tür piyasa işlemlerinin genellikle kirli kana, istikrarsız tedariğe ve yüksek maliyetlere yol açtığı gösterilmiştir. Sağlık ekonomisinde, kan bağışının gönüllü yapılması bu nedenle daha etkilidir.

Piyasa, ancak […] temel hizmetlerin önemli bir kısmını insanların müştereken sunduğu bir toplulukta yerleşik olduğu zaman etkin olan bir işlem mekanizması[dır].

Smith’ten iki yüz yıl sonra, iktisat antropoloğu Karl Polanyi bu üçlü bölünmeyi Avrupa dışında da meydana çıkardı ve bunları tanımladı. Polanyi de ekonominin piyasadan ibaret olmadığına ve piyasanın, ancak gıda, bilgi ve sağlık gibi temel hizmetlerin önemli bir kısmını insanların müştereken sunduğu bir toplulukta yerleşik olduğu zaman etkin olan bir işlem mekanizması olduğuna, yani karşılıklı fayda elde etmenin etkili bir yolu olduğuna dikkat çekti. Polanyi ayrıca, piyasanın, birkaç zengin insanın veya dışarıdan birilerinin, piyasa mekanizması aracılığıyla topluluk kaynaklarına el koymasını engellemek için her türlü kuralla çerçevelendiğini öne sürdü. Buna örnek olarak, günümüzde birçok Afrika ülkesinde hâlâ kullanılan, iç tüketime yönelik gıda ekimi için ortak tarım arazileri olması ilkesi verilebilir. Gıda üretimi için ortak araziyi korumak, gıda fiyatlarının artması veya kahve ve kakao gibi ürünlerin ihracatının düşmesi ve gıda ithal etmek için döviz kazanılamaması gibi durumlarda gıda arzında çabuk toparlanma kabiliyeti (resilience) oluşturmanın akıllı bir yoludur. Kısacası, ancak diğer iki alanın her birinin kendi değerleri temelinde işlemesi olanağı varsa, piyasa etkili bir şekilde refaha katkıda bulunabilir. Smith, devlet için, piyasanın işlevinin, hükümete yeterli vergi kaynağı sağlamak olduğunu boşuna söylemedi. Bunu söylerken de, üç alan arasındaki etkileşimin iyi olmasının önemli olduğunun da altını çizdi.

Tarihsel olarak, piyasalar ekonomik etkileşimin üçüncü alanıydı, sadece değiş tokuş etmeye uygun bir şey varsa önemliydi. Binlerce yıl boyunca, refahın büyük bir kısmı, birinci değer alanında elde edildi; müşterekler ve ortaklaşa bakımdan oluşan bakım ekonomisinde. Bu alan, balık avlama için kullanılan sular ve otlatma için kullanılan araziler gibi ortaklaşa yönetilen kaynaklar ile gıda üretimi ve barınma gibi müşterek bakım aktivitelerini ve iş birliğini içerir. Bugün bile, bu ilk alan ekonomimizin büyük bir bölümünü oluşturmaya devam ediyor: ev işlerini, enformel bakımı, evde yiyecek ve giyecek üretimi ve gönüllü işlerin yanı sıra rüzgâr kooperatifleri gibi sivil girişimleri düşünebilirsiniz. İkinci ekonomik alan, devlete veya eskiden krallar veya aşiret liderleri gibi otoritelere ait olan alandır. Bu yetkililer, kiracıların veya serflerin ne üretmeleri gerektiğini belirlediler, vergi topladılar, maaş ödediler ve kullanılan para birimini piyasaya sürdüler. İnsanlar vergilerini nakit olarak ödemek zorunda kaldıkları için, ekonominin ilk alanındaki ekonomik faaliyetlerinin yanı sıra, giderek piyasada da para kazanmak zorunda kaldılar.

Kapitalizmin yükselişine kadar, piyasa ve para ikilisi ekonomide mütevazı bir rol oynadı. Kapitalizm ancak; daha fazla mal takas edildiğinde, daha fazla borç ödendiğinde ve üretim araçları piyasaya girdiğinde yükselişe geçti. Bu şekilde emek piyasaları, arazi piyasaları (ve bununla birlikte topluma ait arazilerin özelleştirilmesi) ve finansal piyasalar ortaya çıktı. Dolayısıyla, bakım ekonomisi ve devlete kıyasla piyasanın giderek daha önemli hâle gelmesi, ancak kapitalizmle birlikte gerçekleşti.

Piyasa ve kapitalizm: Marx’tan dersler

Smith’in Ulusların Zenginliği’ni yayımlamasından yaklaşık 100 yıl sonra Marx, 1867’de, kapitalizmi anlamak ve fiyatların piyasa güdümlü değer teorisi hakkında Smith gibi iktisatçılara ders vermek için Das Kapital‘i yazdı. Marx’ın ortaya attığı emek değer teorisi, her malın değerinin içerdiği emek tarafından ve ayrıca dolaylı olarak da üretilmesini sağlayan sermaye mallarında bulunan emek tarafından belirlendiğini söyler. Bu değer anlayışı, kapitalist işletmelerin sahip olduğu anlayışın tam tersidir. Kârı maksimize etmeyi amaçlayan kapitalist bir işletmede, önce diğer tüm faktörler (malzeme, emek, kira) ödenir ve geriye kalan kâr da sermaye sağlayıcısına temettü olarak ödenir. Başka bir deyişle, kapitalist, tüm maliyetleri düştükten sonra kalanı alır; kayıp durumunda ise hiçbir şey alamaz. Marx, üretim faktörlerinin ücretlendirilmesinde kapitalist ile işçinin rollerine yer değiştirdi. Kapitalistin girişimciliği için, makul bir risk ödeneği de dahil olmak üzere tüm faktörlerin ödenmesinin ardından geri kalanının, emek faktörüne ait olduğunu savundu. Sonuçta, ürünü ortaya çıkarmak için gereken çalışmayı, anlamı, iş birliğini ve yaratıcılığı bu faktör sağlar.

Dolayısıyla, bakım ekonomisi ve devlete kıyasla piyasanın giderek daha önemli hâle gelmesi, ancak kapitalizmle birlikte gerçekleşti.

Marx’a göre kapitalizm, kitabının satırları arasından da okunabileceği üzere, üç unsurdan oluşur. Birincisi, sermaye ve emek arasındaki asimetridir: birinci unsur (sermaye) her zaman ikincisini (emeği) işe alır, tersi ise söz konusu değildir. Dolayısıyla, ücret geliri düşer ve sermaye geliri giderek artar. İkincisi, mübadele zincirinin tersine çevrilmesidir: Sıradan bir piyasa, bir mal ile başlar; bu mal para ile değiştirilir; bu para da daha sonra başka bir malı satın almak için kullanılır. O hâlde mübadeleye içkin kazan-kazan durumu, para birikimiyle değil, malların değiş tokuş edilmesiyle ilgilidir. Bununla birlikte, kapitalist bir piyasa, parayla başlar ve parayla biter; ki onunla malların, menkul kıymetlerin veya paraya çevrilebilecek herhangi bir şeyin değiş tokuşu yalnızca bir araçtır. Bugün bu tarz bir mübadelenin geniş kapsamlı yansımalarının Airbnb ve Uber’de somutlaştığını görüyoruz. Kapitalist piyasanın üçüncü unsuru ise şudur: ilk iki unsur arasındaki dinamik; şirketlerin, küçük bir kaynağa sahip olduklarında veya sadece şanslı olduklarında giderek daha da büyümeleri sonucunu getirir. Bunu, başka şirketleri devralarak ve ölçek ekonomileri aracılığıyla bu şirketlerin değerini yükselterek yaparlar. Sonuç olarak, rekabetle başlayan herhangi bir kapitalist piyasa, tekel ile sonuçlanır. Marx’ın zamanında, bu eğilim zaten bölgesel ölçekte gerçekleşiyordu. Bugün bunu Unilever, Shell, Apple ve Google gibi şirketler ile küresel ölçekte de görüyoruz.

Kapitalizmin olmadığı Covid sonrası bir ekonomi

Smith ve Marx’tan öğrenebileceğimiz şey, gerçek bir kapitalizm sonrası ekonominin, yani kapitalizmin olmadığı bir ekonominin, üç özelliğe sahip olması gerektiğidir.

Birincisi, bakım ekonomisi ve devlet için daha fazla alan olmalıdır; böylece piyasa daha güçlü bir şekilde kontrol altında tutulur ve toplumun içine daha iyi yerleştirilir. Hissedarların elde edecekleri birikimden ziyade, toplumsal hedef önceliklidir. Bu aynı zamanda, geniş kapsamlı uzmanlaşma, seri üretim ve yüksek derecede küreselleşme yoluyla oluşan doğrusal verimlilikten; sinerji, esneklik ve yerel istihdamdan oluşan tamamlayıcı verimliliğe geçiş yapılacağı anlamına gelir. Örnek olarak, doğayı kapsayan tarım ve zirai ormancılığı veya İngiliz kasabası Preston’un ciddi bir durgunluktan sonra güçlenen yerel ekonomisini alabiliriz.

İkincisi, kapitalizm sonrası bir ekonomi, emek ve sermaye arasında eşitsizliğin olmadığı işletmeler gerektirir. Sahiplerinin, aynı zamanda işçi olduğu kooperatifler (70.000’den fazla üyesi olan İspanyol Mondragon’da olduğu gibi) veya aynı zamanda müşteri olduğu kooperatifler (rüzgâr kooperatiflerinde olduğu gibi) buna örnektir. Bu aynı zamanda, Eindhoven’da eski Philips tesisinde kurulan kuluçka merkezinde olduğu gibi, sosyal ihtiyaçları karşılamaya çok daha yaklaşan girişimleri başlatan ‘ekmek fonları’ aracılığıyla bir araya gelen serbest meslek sahipleri için de geçerli olacaktır. Ya da kârın sosyal etki için sadece bir ön koşul olduğu, kaynağını topluluklardan alan sosyal girişimler. Böylece topluluk dışından hissedarlara para sızdırılmaz.

[…] Özel mülkiyet ve birikim yerini yeni bir türde müştereklere bırakıyor: eşitlik, çevre ve ekonomik dayanıklılığa zarar vererek bir şirket veya hissedarın verimli şekilde birikim yapmasını sağlamak yerine, malların maddi verimliliğinin çevresel açıdan çok önemli olduğu müşterekler.

Üçüncüsü, post-kapitalist bir ekonomi, ihtiyacı karşılayan bir ürün veya hizmetin merkezî olduğu ve paranın, aynı zamanda yerel bir topluluk para birimi olabileceği, daha yerel olarak işleyen piyasalara ihtiyaç duyar. Resmi parayla paralel olarak çalışan çok sayıda başarılı topluluk para birimi örneği mevcut. Hâlihazırdaki ‘yerel ticari takas sistemleri (LTES=Local Trading Exchange System)’ ile ‘zaman bankaları’nda, işgücü piyasasından uzak kişiler, değeri zamanla ifade edilen ve karşılığında kendilerinin de hizmet satın alabilecekleri hizmetler sağlıyorlar. Veya amacın mal alıp satmak olmadığı, döngüsel hizmetlerin kiralanmasını ve leasingini sağlayan piyasalar da var. Sonuç itibarıyla, özel mülkiyet ve birikim yerini yeni bir türde müştereklere bırakıyor: eşitlik, çevre ve ekonomik dayanıklılığa zarar vererek bir şirket veya hissedarın verimli şekilde birikim yapmasını sağlamak yerine, malların maddi verimliliğinin çevresel açıdan çok önemli olduğu müşterekler.

Peki kapitalizmin iyileştirilmiş bir şekli için ekonomistlerin önerileri ne olacak? Örneğin, Thomas Piketty’nin yüksek servet vergisi, Kate Raworth’un ‘simit ekonomisi (doughnut economy)’ veya Joseph Stiglitz ve Bas Jacobs’un sunduğu, oligopollerin daha sıkı düzenlenmesi ve negatif dışsallıkların fiyatlandırılması konusunda yaptıkları öneriler ne olacak? Çoğunlukla, bu fikirler post-kapitalist bir ekonomide de kendilerine yer bulabilir. Fakat uzun vadede, ancak üç Smith-Marx kriteri de karşılanırsa etkili olacaktır. Aksi takdirde, Covid-19 krizinden sonra kapitalizm yine piyasayı ele geçirecektir.

[1] Irene van Staveren Rotterdam’daki Erasmus Üniversitesi’nde Sosyal Çalışmalar Enstitüsü’nde ekonomi profesörüdür.

[2] Ekmek fonları (bread funds), bağımsız ve freelance çalışanların çalışamama durumunda birbirlerini destekleyebilmeleri için yerelde örgütlenen bir sistemdir. (ç.n.)

6 Ekim 2020 tarihinde Green European Journal’da yayımlanmıştır.

https://www.greeneuropeanjournal.eu/post-covid-economy-beyond-capitalism/ adresinden indirilmiştir.

Görsel tasarım: Olcay Özkaplan

BU YAZI, YEŞİL AVRUPA VAKFI’NIN DESTEĞİ İLE YEŞİL DÜŞÜNCE DERNEĞİ VE YEŞİL SİYASET DERGİSİ ORTAKLIĞIYLA YAYIMLANMIŞTIR.

BU YAZI, AVRUPA PARLAMENTOSU’NUN YEŞİL AVRUPA VAKFI’NA SAĞLADIĞI FİNANSAL DESTEK İLE ÇEVRİLMİŞTİR. AVRUPA PARLAMENTOSU, YAYININ İÇERİĞİNDEN SORUMLU DEĞİLDİR.