Yazan: Sébastien Hendrickx [1]

Çeviren: Cemre Nayir

Son yıllarda, büyüme kavramı, akademik çevrelerden koparak büyüme odaklı bir ekonominin zararlarından endişe duyan daha geniş bir kitleye hitap eder hale geldi. Artan görünürlüğüne rağmen, büyüme birçokları için siyasi anlamda başlamadan biten bir konu olmaya devam ediyor. Kampanyacı Sébastien Hendrickx, fikirlerinin cazibesini artırmak ve siyasi destek kazanmak için küçülmecilerin Friedrich Hayek ve Edward Bernays’ten neler öğrenebileceğini araştırıyor.

“Başka bir alternatif yok”. Bu meşhur Thatcher sloganı onlarca yıldır baskın ekonomik sisteme karşı direnişi itibarsızlaştırmak için kullanılmaktadır. Toplumsal eşitsizliğin derinleşmesine ve iklim krizine yaptığı katkılar ve sömürgeci kökleri nedeniyle kapitalizme karşı çıkmak, çoğu zaman bu tepkiye yol açmaktadır. Birçoğumuz bu yıkıcı sistemden faydalandığımız için, onunla yüzleşmek rahatsız edici olabilir ve uygulanabilir bir alternatif tanımlamak zorlayıcı olabilir.

Jason Hickel’in çok satan kitabı ‘Çoğu Zarar Azı Karar’ bizi kısmen bu rahatsızlık duygusundan kurtarıyor. London School of Economics ve Barselona Üniversitesi’nde antropolog olan yazar, bu kitabında kâr yaratma ve bu kârı yeniden yatırıma dönüştürme ve dolayısıyla görünüşte sonsuz büyüme fikriyle hareket eden kapitalizmin gelecek için imkânsız bir yol olduğunu gösteriyor. Tamamen maddi terimlerle ifade edecek olursak, üzerinde yaşadığımız ve üstünden geçindiğimiz gezegen, birtakım katı ekolojik sınırlar belirlemiştir. Bu sınırları aşmanın son derece yıkıcı sonuçları olduğu aşikar. Hickel, güçlü verilere dayanarak, aşırı enerji ve malzeme ayak izinden arındırılmış yeni bir büyüme yolu olarak “yeşil büyümenin” bir çıkmaza yol açma olasılığının yüksek olduğunu, teknolojik yeniliğin sihirli bir şekilde tüm sorunlarımızı çözmeyeceğini gösteriyor. Bir seçim yapmak zorundayız; kapitalizmi mi kurtarmak istiyoruz yoksa hayatı mı?

İkinci seçeneği tercih edenler için Hickel güvenilir bir alternatifi özetliyor: körü körüne hissedar karına ve GSYİH büyümesine odaklanmak yerine ekolojik istikrar ve insan refahı etrafında dönen bir ekonomi. Hickel küçülme fikirlerini gündeme getiren ilk kişi değil, ancak argümanının netliği, kitabın yayınlanma zamanlaması ve yazarın büyük fikirleri somut, ulaşılabilir politika önerilerine dönüştürme becerisi, Çoğu Zarar Azı Karar’ın gerçekten rahat bir nefes aldırması demek; umutsuzluk ve panik zamanlarında tutunacak bir şey.

Ancak kitap, tüm niteliklerine rağmen, “Küçülme Dünyayı Nasıl Kurtaracak?” alt başlığının vaat ettiklerini sadece kısmen verebiliyor. Nüfusun geniş kesimleri arasında popüler olma potansiyeline sahip bir alternatif olabilir, ancak fikirleri gerçek bir küçülme politikasına nasıl dönüştürebilirsiniz? İyi kitaplar ve ikna olmuş bir grup okur bir tarafa, yaşanabilirlik politikasının “dünyayı kurtarmak” için gerçek bir devlet gücüne ihtiyacı vardır. Bu güç nasıl elde edilebilir? Ve bunu, güçlü oligarşik özelliklere ve liberal olmayan eğilimlere sahip parlamenter bir demokrasi olarak tanımlayabileceğimiz 21. yüzyıl Batı siyasi sisteminin özgül bağlamında nasıl yaparsınız?

Değişim politikası güç gerektirir

Gücün nasıl elde edileceği sorusu Bruno Latour ve Nikolaj Schultz’un “Mémo sur la nouvelle classe écologique” adlı kısa siyasi makalelerinde ele alınmıştır. Kitapta, yaşanabilirliği ciddiye alan bir politikadan yararlanacak insan grupları sıralanıyor; yani yüzde 1 dışında hemen hemen herkes. Latour ve Schultz’a göre, bu karışık grubun bir araya gelmesi ve çoğunluk olarak kendini göstermesi gerekiyor. Bu şekilde, gerekli devlet gücü inandırıcı ve demokratik bir şekilde meşrulaştırılabilir. Aktivist koalisyon kurma gibi karmaşık bir süreçle ilgili deneyimi olan herkes, bu yazıyı okurken, işçileri, kadınları, yerli halkları, post-kolonyal aktivistleri, çiftçileri, bahçıvanları, bilim insanlarını, mucitleri, çevreye duyarlı girişimcileri ve daha fazlasını tek bir terminolojik şemsiye altında toplamanın ne kadar yararlı olacağını merak edebilir. Yine de bu küçük kitap, konuyla ilgili bir dizi soru ve içgörü içeriyor.

Latour ve Schultz sık sık Antonio Gramsci’nin (1891-1937) çalışmalarına atıfta bulunuyor. Bu hiç de şaşırtıcı değil. İtalyan Marksist’in fikirleri, gücün nasıl elde edileceğine dair bu soruya cevap ararken çok önemlidir. Gramsci siyaseti özünde bir hegemonya mücadelesi olarak tanımlamıştır; kurumsal olarak yerleşik hale gelen ve böylece diğer olası perspektifleri dışlayan tutarlı bir toplumsal görüşler, değerler ve normlar kümesinin hakimiyeti. Hegemonya, neyin siyasi olarak mümkün, gerçekçi, gerekli ve arzu edilir kabul edilip neyin edilmeyeceğinin sınırlarını çizer. Böylesine baskın bir çerçeve kendiliğinden oluşmaz ve devam etmez. Aksine, sürekli bir mücadele; tarihin akışına aktif, stratejik bir müdahale gerektirir. Gramsci’ye göre bu mücadele büyük ölçüde kültürel niteliktedir: eğitim, bilim, medya, sanat ve gündelik yaşam kültürü alanları aracılığıyla bir topluma hakim olan fikirleri, değerleri ve hatta duygusal yapıları ve kimlikleri etkilemek mümkündür.

“Siyaset, makul bir uzlaşmaya varmak değil, birbiriyle çatışan alternatifler arasındaki hegemonik bir mücadeledir.”

Neo-liberalizm nasıl destek kazandı?

Thatcher yıllarından bu yana geçen kırk yıl boyunca, artık son demlerini yaşıyor gibi görünen neoliberalizmin hegemonyası altında yaşadık. Son demleri her ne kadar daha önce birçok kez ilan edilmiş olsa da, her seferinde bunun için erkendi. Neoliberal modelde hükümetin temel görevi, deregülasyon ve özelleştirme yoluyla ekonomik büyümeyi sağlamaktır. Vatandaşlar öncelikle kendi kendilerine yetebilen ve birbirleriyle “serbest” rekabet içinde “kendi çıkarlarını” gözetebilen bireylerdir. Yeri gelmişken, neoliberal hegemonyayı görünmez kılmaya yardımcı olan alternatiflerden biri  tam da küçülme düşüncesiydi. Roma Kulübü’nün 1972’de Büyümenin Sınırları adlı raporunu yayınlamasının ardından, 1970’lerdeki enerji krizi bu fikirleri zamanından önce frenleyene kadar, küçülme fikirleri kısa bir süreliğine siyasi olarak yayılmaya başladı.

Siyasi düşünürler Nick Srnicek ve Alex Williams, neoliberal hegemonyanın son derece stratejik bir şekilde hazırlanıp kurulmasından çok şey öğrenebileceğimizi savunuyor. “Geleceği İcat Etmek” adlı manifestolarında, nihayetinde tüm dünyayı dönüştürmeyi başaran neoliberal ekonomistler kulübü Mont Pelerin Cemiyeti’nin tarihini ve yöntemlerini yeniden kuruyorlar. Friedrich Hayek (1899-1992) ve meslektaşları, uluslararası bir düşünce kuruluşları ağı kurmaları, büyük üniversitelerde kilit kurumsal pozisyonlar elde etmeleri, çeşitli hükümetler nezdinde lobi faaliyetleri yürütmeleri ve fikirlerini çok okunan gazete ve dergilerde makaleler halinde yayınlayarak yaygınlaştırmaları sayesinde on yıllar boyunca sabırla etkilerini genişlettiler. Mont Pelerin Cemiyeti, hem geniş halk kitlelerinin hem de seçkinlerin görüşlerini aktif bir biçimde şekillendirerek, sonunda yeni bir sağduyuya yol açan bir dinamiği salıverdi.

Bugün, küçülme düşüncesi mevcut ideolojik manzarada büyük ölçüde namevcut: açıkça destekleyen neredeyse hiç politikacı yok ve giderek artan görünürlüğüne rağmen, nüfusun büyük çoğunluğu eğer bu kavramın farkındaysa bile, henüz bunu geçerli bir seçenek olarak kabul etmiyor. Ekolojik ve sosyal krizlerin baş döndürücü hızı, hegemoni karşıtı stratejiler için hem engeller hem de fırsatlar ortaya çıkarmakta. Bir yandan, Mont Pelerin Cemiyeti’nin hedeflediği değişimi gerçekleştirmesi için gereken onlarca yıla sahip değiliz; diğer yandan, artan aciliyet duygusu, temelden farklı bir sosyal model için zihinlerin olgunlaşmasını hızlandırabilir – ancak tabii ki bu modelin mevcut modelden daha adil ve sürdürülebilir olacağının garantisi yok.

Küçülme düşünürlerinin hegemonya savaşında mücadele etmesi gereken önemli bir alan da ekonomidir. Üniversitelerde verilen dersler, televizyon ve gazetelerdeki uzman yorumları, saygın ekonomi dergilerindeki analizler, hükümetlere ve şirketlere verilen tavsiyeler hala büyümeyi sağlıklı bir ekonominin temel koşulu olarak gören eşsiz bir kalemin izini taşıyor. Dahası, elitlerin görüşlerini değiştirme girişimlerinin mutlaka uluslararası ölçekte gerçekleşmesi gerekecek. Gerçekten de, son derece küreselleşmiş bir ekonominin halihazırdaki bağlamında, tek tek ülkelerin kökten farklı bir rota çizme özgürlüğü nispeten sınırlı.

“Hegemonya, neyin siyasi olarak mümkün, gerçekçi, gerekli ve arzu edilir kabul edilip neyin edilmeyeceğinin sınırlarını çizer.”

Kitlelere hitap etmek

Hickel’in “Çoğu Zarar Azı Karar” kitabının anlaşılmaz bir akademik çalışma değil de çok satan, okunabilir bir kitap olması, özellikle Gramscici bakış açısından çok iyi bir şey. Erişilebilir olması, uzman olmayan pek çok okuyucuyu hakim ekonomik görüş ve uygulamaların tümüyle yıkıcı doğası ve alternatif modelin avantajları konusunda ikna edebileceği anlamına gelmektedir.Kamuoyunu geniş ölçekte etkilemek için kullanılan ve neredeyse otomatik olarak uzak durduğumuz bir kelime var: propaganda. Propaganda yine de etkili bir hegemoni karşıtı stratejinin önemli bir parçasıdır. Hickel’inki gibi sağlam bilimsel veya gazetecilik araştırmalarına dayanan rasyonel argümanlar verimli bir kamusal tartışma için çok önemli olsa da, siyasi iletişim aracı olarak çoğu zaman yetersiz kalmaktadır. Gramsci’den yola çıkan siyaset bilimci Chantal Mouffe, Siyasal Üzerine’de siyasetin makul bir konsensusa varmak değil, birbiriyle çatışan alternatifler arasında hegemonik bir mücadele olduğunu varsayar. Bu görüş, iklim değişikliği ve çevre ile ilgili bilimsel raporların kamuoyu ve politika üzerinde neden genellikle sinir bozucu derecede sınırlı bir etkiye sahip olduğunu anlamamıza yardımcı olur.

Benzer şekilde, temelde ahlaki sicillerle ilgilenen siyasi propaganda da başarısız olmaya mahkumdur. Mouffe’un açıkladığı gibi, siyasi “rakibinizi” ahlaki açıdan kınanacak biri olarak gösterdiğinizde – ‘iyi’ demokratlara karşı ‘kötü’ sağcı popülistleri ya da ekolojik olarak sürdürülemez tüketicinin şeytanlaştırılmasını düşünün – onu bir ‘düşmana’ dönüştürmüş olursunuz. Yani artık onlara, derin farklılıklara rağmen tartışmaya girebileceğiniz eşit bir siyasi rakip olarak saygı duymuyorsunuz demektir. Bu tür bir ahlakçı yaklaşım genellikle ters etki yaratır: rakibi zayıflatmak yerine güçlendirir ve en kötü durumda kin ve şiddete yol açar.

Mouffe’un kendisi de duygu ve tutkuların harekete geçirici potansiyelini vurgular. Temsili bir demokraside, siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri, iyi düşünülmüş programların yanı sıra, vatandaşların duygusal olarak özdeşleşebilecekleri ilham verici kolektif kimlikler geliştirmelidir.

Bu durum, küçülme düşünürlerinin kötü şöhretli iletişim stratejisti Edward Bernays’ten (1891-1995) neler öğrenebileceği sorusunu gündeme getirmektedir. Reklam ve propaganda konusundaki fikirleri, tüketici ürünlerinin yanı sıra politikacıların, ideolojilerin ve programların nasıl sergilendiğini temelden değiştirdi. Amcası Sigmund Freud’un (1856-1939) teorilerinden esinlenen Bernays, insanların düşünce ve eylemlerinin çoğunun bastırmak zorunda hissettikleri arzulardan kaynaklandığını savundu. Hem tüketiciler hem de seçmenler olarak yaptıkları seçimlerin çoğu, rasyonel değerlendirmelerden ziyade bu daha derin duygusal dürtülere dayanmaktadır; son derece bireysel olan ancak aynı zamanda sayısız başkalarıyla paylaştıkları dürtüler. Propaganda kitabında Bernays bu görüşü çok kısa bir şekilde özetlemiştir: “İnsan arzuları, sosyal makinenin çalışmasını sağlayan buhardır.” Bir satışçı bir arabayı motorun teknik özelliklerini sıralayarak değil, makineyi erkekliğe, özgürlük ve macera arzusuna hitap eden bir şey olarak sunarak satacaktır.

Duygulardan faydalanma

Yaşanabilirlik siyaseti için etkili bir propaganda yapmak istiyorsanız, bu amaç için hangi duyguları ve kimlikleri harekete geçirebilirsiniz? Belli ki, sınırsız bireysel seçim özgürlüğüne ilişkin baskın kurguyu, gezegensel sınırlar ve küçülme politikaları fikriyle bağdaştırmak zordur. Tüketicilere sunulanların görünüşte sonsuz çeşitliliği, gerçekte Büyük Petrol, Büyük Tarım, Büyük Moda ve benzerlerinin yıkıcı monokültürleri arkalarında gizleniyor olsa bile -kitlelerin arzuları için çok büyük ölçüde güçlü bir mıknatıstır.

Ancak, insanlar sadece tüketici değildir. Bizler aynı zamanda güvenlik, istikrar, sağlık ve aidiyet duygusu için yanıp tutuşan endişeli varlıklarız. Kamuoyunu çevresel felaketin gerçek boyutu ve koşullarıyla yüzleştirmek için hala kullanılmayan büyük bir iletişim potansiyeli var; onlara daha fazla bilgi sağlayarak değil, bilgiyi somut ve duygusal olarak ilişkilendirilebilir bir şeye dönüştürerek açığa çıkacak bir potansiyel. Ya felaketin kendi günlük yaşamlarımız, yerel çevremiz, kendi bedenlerimiz ve sevdiklerimiz üzerindeki potansiyel etkisini daha somut bir şekilde hayal edebilseydik? En başta, tüm bu kıyamet tellallığı karşısında kayıtsız kalanlar böyle davranıyorlar,  çünkü şok edici bilgiler ihtiyacımız olan radikal politika değişikliklerine yol açmıyor.

Bu nedenle biz de öfkeli yaratıklarız. Siyasi atalet, kendi güçsüzlüğümüz, hınç yüklü adaletsizlik duygusu: Nasıl oluyor da büyük kirleticiler büyük karlar elde etmeye ve hatta bazen sübvansiyonlar almaya devam ederken, sosyal merdivenin en altında giderek daha fazla insan ay sonunu getirmekte zorlanıyor? Meseleleri tekrar kendi elimize almak istiyoruz – ya da en azından siyasi temsilcilerimizin bunu bizim adımıza yapabileceğini hissetmek istiyoruz. Onları belediye meclislerine, parlamentolara ve hükümetlere bunun için seçtik, değil mi?

Olumsuz duygusal güdülerin yanı sıra birçok olumluları da bulunmakta. Nasıl bir kez daha tarihin  anlamlı bir şekilde ilerlemesini sağlayabiliriz? Zarar görmüş ekosistemlerin ve toplulukların onarılması ve yenilenmesi fikri, teknolojik inovasyonun pazarın, kârın ve büyümenin kısıtlayıcı mantığından kurtarılması gibi büyük bir heyecan yaratabilir. Hickel “radikal bolluk” kavramının potansiyel cazibesinden bahsediyor: kapitalizmin yarattığı yapay kıtlığa son verdiğimizde, hepimiz iyi yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz mallara daha fazla erişebiliriz. Yaşanabilirlik politikası aynı zamanda çeşitli insani özgürleşme biçimleri de sunmakta. Örneğin, pratik işçiler ile teorik eğitimliler arasındaki anlamsız değer hiyerarşilerini nihayet ortadan kaldırabilir ve nihayet bakım pratiğini eski cinsiyetçi karakterinden (sözde ‘kadınsı’ bir kavram olarak bakım) kurtarabiliriz.

Çalışma, tamamen bir anlam, öz saygı ve gurur kaynağı haline gelebilir. Aynı zamanda, iş ve boş zaman arasında daha iyi bir denge kurmayı, huzur bulmayı, kendimizi birçok farklı alanda geliştirme fırsatı bulmayı veya sadece birlikte vakit geçirmeyi arzuluyoruz. Sonuçta bizler de sosyal varlıklarız; bir topluluğa ait olmayı seviyoruz. Süpermarketler ve alışveriş merkezleri kaç yerel sosyal bağı kesti? Yaşasın küçük işletmelerimiz ve kahrolsun zincirler ve çok uluslu anonim şirketler. Köşedeki fırıncıyla, meyve ve sebze yetiştiricisiyle, marangozla, terziyle ve bisiklet tamircisiyle sohbet edebilmek istiyoruz. Satın aldığımız ürünlerin fiyatını tartışmak, nereden geldiklerini bilmek gibi şeyler istiyoruz.

Bu geniş duygu yelpazesi, bugün kolektif hayal gücümüze hakim olan tüketimcilik ve üretkencilikten daha sürdürülebilir bir “iyi yaşam” anlayışına dayanmakta. Bu duyguları, nasıl etkili propaganda malzemelerine dönüştürebiliriz? Hangi kitlelere, hangi kanallar aracılığıyla ve ne şekilde hitap etmeliyiz? Yeni bir ortak akıl oluşturmaya yardımcı olmak için ikna etmemiz gereken parti-politik aktörler ve sivil toplum örgütleri neler? 

Bu sorularla boğuşan kolektiflerden biri Brüksel merkezli Küçülme Propaganda Takımı (DGPS). Kolektif, küçülme politikasını hem hayat pahalılığı krizine hem de çevresel çöküşe bir cevap olarak sunmayı amaçlıyor. Kampanyaları ve aktivistler, akademik araştırmacılar ve sanatçılardan oluşan ağlarıyla, sendikaları, siyasi partileri ve diğer önemli karar alıcıları kazanmak için bir yaklaşım sergiliyorlar. 

DİPNOTLAR:

[1] Sébastien Hendrickx, DGPS’nin bir parçasıdır ve sahne sanatları alanında çalışmaktadır. Extinction Rebellion’ın aktif bir üyesidir ve ekolojik çöküş zamanlarında demokratik yenilenme için bir kampanya olan Yurttaşlar Parlamentosu’nu başlatmıştır. DGPS’ye [email protected] adresinden ulaşabilirsiniz.

Bu yazının aslı, İngilizce olarak 26 Nisan 2023’te Green European Journal’da yayımlanmıştır.

https://www.greeneuropeanjournal.eu/how-degrowth-can-win-political-favour-and-the-masses/ adresinden indirilmiştir.

Görsel tasarım: Olcay Özkaplan