Yazan: Jamie Kendrick[1], Kohei Saito[2]
Çeviren: Ali Serdar Gültekin
Fukuşima nükleer felaketinin ardından ekolojiye yönelen bir Marksist olan Japon filozof Kohei Saito, ‘küçülme komünizmi’ üzerine yaptığı çalışmalarla uluslararası alanda dikkat çekti. Green European Journal’a verdiği röportajda Saito, sosyalizm ve çevreciliğin birbirlerinden neler öğrenebileceğini ve ekonomik durgunluk ve salgın hastalıklarla boğuşan Japonya’nın neden küçülme fikirleri için verimli bir zemin olduğunu açıklıyor.
Kohei Saito’nun 2020 yılında Japonya’da yayınlanan kitabı “Capital in the Anthropocene (Antroposende Kapital)” beklenmedik bir başarı elde ederek yaklaşık beş yüz bin kopya sattı. Kitabın İngilizce çevirisi Slow Down: The Degrowth Manifest’in 2024 yılı başlarında yayımlanması bekleniyor.
Jamie Kendrick: Marx ve ardından ‘küçülme komünizmi’ üzerine çalışmaya nasıl başladınız?
Kohei Saito: Marx ve Engels’in eserleriyle 18 yaşında Tokyo Üniversitesi’ne başladığımda, genç işçileri korumak için faaliyet gösteren öğrenci grupları aracılığıyla tanıştım. Başlangıçta daha çok işçilerin sömürülmesi ve daha sonra 2008 ekonomik krizinde Japonya’da daha da akut hale gelen daha geniş eşitsizlikle ilgilendim. Bunlar tam da Marx’ın uyardığı sorunlardı ve gelecekte daha da önemli hale geleceklerdi. Marx üzerine daha fazla çalışmak için Almanya’ya gitmeye karar verdim.
2011 yılında Japonya’da meydana gelen deprem ve Fukuşima nükleer felaketinden sonra, kapitalizmin sadece insanların sömürülmesiyle ilgili olmadığını, aynı zamanda kâr amacıyla yaratılan ve nihayetinde Japonya’daki pek çok insanın hayatına felaket getiren bu devasa teknolojilerle de ilgili olduğunu fark ettim. Yaklaşık 2013’ten itibaren sürdürülebilirlik ve ekoloji gibi genel konulara daha fazla ilgi göstermeye başladım ve Marx’ın doğa bilimleri üzerine not defterlerini okumaya başladım ve gördüğüm kadarıyla Marx da tarım, ormancılık ve benzeri sürdürülebilirlik konuları üzerinde çalışıyordu.
Yani ekolojiye iklim meselelerinden ziyade nükleer mesele üzerinden mi geldiniz?
Başlangıçta teknolojinin gelişimi konusunda daha iyimserdim; ancak Fukuşima felaketinden sonra teknoloji ve kapitalizm üzerine düşünmeye başladım ve o kadar iyimser olamadım. Ayrıca 2014 yılında ve Naomi Klein’ın İşte Bu Herşeyi Değiştirir kitabını okuduktan sonra iklim değişikliği konusuna daha fazla dikkat etmeye başladım. Yine de elektrikli araçlar, yenilenebilir enerji ve Yeşil Yeni Düzen olasılıkları konusunda iyimserliğimi korudum. Daha fazla planlama ve iş garantisi ile bazı sosyalist politikaların eşitliğin yanı sıra daha fazla sürdürülebilirlik getirebileceğini düşündüm. Ama sonra daha fazla okumaya başladım ve Jason Hickel, Giorgos Kallis ve daha genel olarak küçülme/büyümeme düşüncesinin çalışmalarıyla karşılaştım.
2018 yılına gelindiğinde Greta Thunberg, yeşil kapitalizm ve yeşil büyüme mitine karşı hareketin sesini yükseltmeye başlamıştı. İyimserliğim üzerine düşünmek zorunda kaldım ve yeşil büyüme olasılığından vazgeçtim. Elbette Marx ve yeşil büyüme arasında bir gerilim vardı; Marx ve iklim krizi etrafında bir gerilim vardı; bu yüzden Marx’ın sonraki çalışmalarını okumaya başladım. Onun fikirlerini, özellikle de kapitalizm öncesi toplumlara ilişkin çalışmalarını yeniden yorumlamaya başladım. Marx’ın kapitalizm öncesi toplumlarla ilgilendiğini fark ettim; çünkü bu toplumlar temelde durağan devletlerdi ve büyümeye yönelik değillerdi. Yine de herkes için yaşam kalitesinin yanı sıra sürdürülebilirliği de garanti altına almayı başarmışlardı. Küçülme/büyümeme komünizmi tezine bu şekilde ulaştım.
Küçülme ve komünizmi nasıl bağdaştırıyorsunuz? Kabaca, komünistler daha fazlasını, küçülmeciler ise daha azını istemez mi?
Marksizm ve çevrecilik geleneğindeki gerilim budur. Sosyalist politikalar herkes için daha fazlasını getirecek teknolojik gelişmeyle ilgilidir: daha fazla gelişmeye, daha fazla ilerlemeye, daha fazla verimliliğe ihtiyacımız var. Çevrecilik ise çok fazla tüketim ve aşırı üretim olduğunu vurgular; bu nedenle doğayı korumak için yavaşlamakla ilgilidir.
Ancak, Marx’ın her iki konuyla da ilgilendiğini fark ettim: herkesin hayatını korumak ve doğayı korumak. Kapitalist anlamda daha fazlasına sahip olmak gerekli değildir. Marx bolluktan bahsederken özel jetlerimiz ya da malikanelerimiz olmasını kastetmiyor. Eğer herkes için tıbbi bakıma, herkes için ulaşıma, barınmaya, suya, elektriğe ve paranın aracılık etmediği garantili temel ihtiyaçlara sahip olursak, bolluk içinde yaşayabileceğimizi, iyi bir hayat sürebileceğimizi kastediyor.
Bu tür bir bolluk, sosyalizm ya da komünizm için yeni bir temel olabilir; çünkü bu eşitlikle ilgilidir. Ancak bugünkü anlamda daha fazlasına sahip olmak istiyorsak, bu sadece ekolojik felakete yol açacaktır. Orta yol, bolluğu yeniden tanımlamaktır; Jason Hickel’i izleyerek ben buna radikal bolluk diyorum. Bu, bir şeyleri paylaştığımız, birbirimize yardım ettiğimiz ve güvenlik hissine sahip olduğumuz çok farklı bir bolluk türüdür.
Peki ya sosyalistler? Gezegenin durumuna bakınca üretimci eko-sosyalizm inandırıcı mı? Eski Marksist rüyanın sona erdiğini fark etmeleri gerekiyor mu?
Çevrecilik olmadan sosyalist politika, daha fazla üretip daha fazla tüketerek daha fazla eşitlik yaratmayı konu alacaktır. Ancak tüm dünya Bill Gates gibi yaşayamaz. Tüm dünya, Almanya’daki üst orta sınıf gibi de yaşayamaz. Bu sürdürülebilir değildir. Sosyalistler kapitalizmi eleştiriyorlar; ama aynı zamanda hala kapitalist değerlere hapsolmuş durumdalar.
“Çevrecilik olmadan sosyalist politika, daha fazla üretip daha fazla tüketerek daha fazla eşitlik yaratmayı konu alacaktır .”
Ayrıca, daha fazla enerji ve kaynak tüketirsek, Küresel Güney’de daha fazla kaynak, enerji ve işgücü sömüreceğimizi de unutmamalıyız. Dolayısıyla, gezegen ölçeğinde eşitlik ve sürdürülebilirlik hakkında gerçekten düşünmek istiyorsak, sadece teknolojiye güvenemeyiz; aynı zamanda yaşama biçimimiz, bir şeyleri nasıl ürettiğimiz hakkında da düşünmek zorundayız. Burada sosyalist politika yine çok önemli, çünkü bu aşırı üretim ve tüketimden sorumlu olanlar, zenginler. Bu yüzden zenginleri vergilendirmeli ve özel jetler, turistik gezi gemileri ve devasa evler gibi malları yasaklamalıyız.
Bunu yaparsak, çok daha az üretim ve tüketime sahip oluruz; ama daha fazla boş zamanımız olur; refahımız artar ve Küresel Güney’de kalkınma için bir miktar alan sağlarız. O halde, özellikle Küresel Kuzey’de maddi tüketimimizi azaltmayı düşünmeliyiz. Teknolojiye duyulan aşırı güven, yaşam biçimimizin sürdürülebilir olmadığı gerçeğini gizlemekte.
Bazıları “Sağlıklı bir çevre ve istikrarlı bir iklim istiyorum; ama bu ideolojik gündemi istemiyorum” diyebilir. Çevrecilik gerçekten de anti-kapitalist olmak zorunda mı?
Evet, çevreciler kapitalizme meydan okunması gerektiğinin farkında olmalı. Bugün bir karbon vergisinin sorunu çözebileceğine inanmak, fazla iyimserlik olur. Kirli endüstrilerin yasaklanması ve reklamların azaltılması gibi daha agresif önlemlere ihtiyacımız var. Bu önlemler kapitalizmin mantığı ile çelişmekte.
Bu küresel ekolojik kriz karşısında elbette yenilenebilir enerjiler gibi yeni teknolojilere büyük yatırımlar yapmamız gerekiyor. Ancak bu teknolojilere yatırım yapsak ve yenilerini geliştirsek bile, çok sıkı, çok uzun saatler çalışmaya ve daha fazla tüketmeye devam edeceğiz. Son 100 yılda çok fazla teknoloji geliştirdik, ancak hala uzun saatler çalışıyoruz.
Kapitalizmde, verimliliği artırsak bile, teknoloji sadece daha fazla üretme hatırına kullanılır. Bu maksatla biz depara kazanmak için daha fazla çalışmak zorundayız ve bu böyle devam eder. Verimlilik arttıkça daha fazla üretiyoruz ve dolayısıyla daha fazla kaynak ve enerji tüketiyoruz. Bu, iklim krizini çözmemize yardımcı olmayacaktır. Ancak bunları – sosyalizm ya da komünizmin yanında çevrecilik ya da büyümenin azaltılmasını – bir araya getirerek yeni bir toplum vizyonu ortaya koyabiliriz.
“Capital in the Anthropocene” kitabınız Japonya’da neden bu kadar popüler oldu?
Çok şaşırtıcı oldu. Marx ve küçülme Japonya’da genellikle çok popüler konular değildir; ancak yaklaşık yarım milyon kopya sattı. Almanca çevirisi Der Spiegel’de en çok satanlar listesinde ilk 10’a girdi bile. Yani bir şeyler oluyor. Japonya’da kitap pandeminin ortasında çıktı. O dönem yaşam tarzımızı yavaşlatmak zorunda kaldığımız bir dönemdi. Restoranlar kapandı; insanlar evden çalıştı ve dışarı çıkmadı. Bunun yerine aileleriyle daha fazla vakit geçiriyor ve evde yemek pişiriyorlardı. Yavaşladıkça, önceki yaşam tarzımız üzerine düşünmek için vaktimiz oldu. Neden her gün bir saatten fazla işe gidip geliyorduk? Neden her gece gerçekten sevmediğimiz insanlarla bira içmeyi seviyorduk? Neden bu kadar çok kıyafet alıyorduk? Bu yaşam tarzının herhangi bir mutluluk getirmediğini fark ettik; bunu sadece alışkın olduğumuz için yapıyorduk. Ama bunu değiştirebilirdik.
Aynı zamanda, pandemi sırasında, COVID-19 riskine maruz kalan, ancak çok düşük ücret alan ve uzun saatler çalışmak zorunda olan “temel çalışanlar” olarak adlandırılan insanlar vardı. Bu arada, iyi para kazanan insanlar, çok daha güvenli olan evlerinde çalışıyorlardı. Pandemi sırasında daha da fazla para kazanıyorlardı. Bu ekonomik eşitsizlik Japonya’da sosyal bir skandal ve çok büyük bir endişeydi. Ben bu konuyu sol bir perspektiften eleştirdim ve insanlar kapitalizmin bir sorun olduğunu kabul etti.
Japon ekonomisi pandemi öncesi seviyelere geri dönüyor gibi görünüyor. Ancak on yıllardır düşük büyüme ve durgun nüfusuyla biliniyor. Bu da cazibenin bir parçası mıydı?
Kitabımdan önce Japonya’da büyüme sonrası hakkında konuşan insanlar vardı. “Ekonomi zaten büyümüyor; neden büyüme-sonrası (post-growth) bir topluma geçiş yapmıyoruz?” diyorlardı. Ancak bu insanların çoğu yaşlanmaya başlamış kişilerdi ve olan şey, genç insanların aynı fikirde olmamasıydı. Genç nesiller, 1980’lerde Japonya’nın dünyanın lider ekonomisi olduğu eski güzel günlerin tadını çıkaranların, kendilerine ‘büyümeyi önemsememelerini’ söylemesinden memnun değildi. Yoksulluk çeken ve kötü çalışma koşullarına sahip olan pek çok genç, bu insanların aslında ikiyüzlü olduğunu düşünüyordu. Benim durumum farklı – bu genç nesillere ait olmama rağmen, öncelikle iklim değişikliği nedeniyle ve aynı zamanda yaşamı daha güvenli ve eşit kılmak için büyüme sonrası topluma geçiş yapmamız gerektiğini savundum.
Durgunluk (resesyon) ve küçülme iki farklı şeydir. Japonya’nın son on yıllarda yaşadığı küçülme değildir ve kapitalist bir toplumda sürekli büyümenin olmaması büyük sorunlar yaratır. Bunun yerine, büyüme sonrası topluma bilinçli bir geçişe ihtiyacımız var. Y kuşağı ve Z kuşağı, 1980’lerin ihtişamlı günlerini hatırlamıyor ve Japonya’nın gelecekteki gelişimi konusunda o kadar da iyimser değiller. Bu yüzden büyümeyi varsaymayan yeni bir toplum talep ediyoruz. Küçülme komünizmi ile önerdiğim şey bu.
Oraya nasıl ulaşacağız? Klasik komünizmde olduğu gibi küçülme komünizmine ulaşmak için bir devrime mi ihtiyacınız var?
Benim çağrıda bulunduğum şey, Rus Devrimi gibi bir devrim değil. İktidarı ele geçirerek bu sistemi yıkabileceğimizi düşünmüyorum. Ulusal parlamentoda iktidarı ele geçirsek bile, bu ekonomik sistemi değiştirmez. Daha gerçekçi olan, Rosa Luxemburg’un reform yoluyla devrimci reelpolitik fikri; örneğin zenginleri vergilendirerek azami bir gelir sağlamak. Reformlar ve politikalar, kapitalizmin hemen üstesinden gelmese de günlük algı ve davranışlarımızda pek çok değişiklik getirebilir. Ancak günlük yaşamdaki bilinç ve davranışlarımızı değiştirmek, daha radikal değişiklikler talep etmek için daha fazla alan yaratır. Bu şekilde kademeli olarak küçülme toplumuna geçiş yapacağımızı düşünüyorum. Almanya’da, Fransa’da ve hatta Amerika Birleşik Devletleri’nde insanlar ve özellikle gençler bu tür bir dönüşümü talep ediyor. Bu kademeli bir süreç; ama bence 2030’larda küresel düzeyde sistemik bir değişim yaratacak bu türden dönüştürücü bir değişim yaşanacak.
Japonya ve Almanya gibi gelişmiş kapitalist ülkeler küçülme komünizmi için en olgun ülkeler mi?
Amsterdam, Barselona, Paris ve New York gibi şehirler büyük bir potansiyele sahip. Donut ekonomisi gibi yeni fikirler yerel düzeyde uygulanmaya başlandı. Umduğum şey, Rus Devrimi’nde olduğu gibi yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya bir değişim- kent düzeyi, siyasete müdahale etmek ve dönüşüm yaratmak için daha fazla fırsat sunuyor. Kentler, daha fazla mücadele etmemiz gereken yerlerden bazıları ve umarım bu ulusal düzeyde de bir kıpırdanma yaratacaktır.
‘Küçülme komünizmi’ gereksiz yere korkutucu bir isim değil mi? Büyümenin azalması bazıları için zaten endişe verici ve siz bunun üzerine komünizmi ve 20. yüzyılın tüm yükünü ekliyorsunuz.
Bu yüzden “Capital in the Anthropocene”in Japonya’da bu kadar çok satmasını beklemiyordum. Ülkede güçlü bir Marksizm geleneği var, özellikle de akademide. Ancak üniversiteler dışında bu pek de olumlu bir terim değil. Japonya oldukça kapitalist ve insanlar Marksizm ya da sosyalizme inanmıyor. Ancak insanlar kapitalizmden bıkmış durumda ve Japon ekonomisi uzun yıllardır başarısız oluyor. Pek çok kişi daha radikal fikirler arıyor. Ama birçok kişi kitabı eleştirdi ve ben de ‘büyüme komünizmi’ fikrinin gereğinden çok güçlü olduğunu kabul ediyorum. Ancak ben bu terimleri bir tür provokasyon olarak kullanıyorum. Yapmak istediğim şey kapitalizmin işlemediğini ve onu düzeltmenin yeterli olmadığını söylemek. En azından yeni olasılıkları keşfetmek için küçülme ve komünizm gibi fikirlere ihtiyacımız var. İnsanlar kapitalizm dışında yeni fikirler hakkında konuşmaya başlarsa, kitabımın zaten başarılı olduğunu düşünüyorum.
Komünist devletler merkezi planlamalarıyla bilinirlerdi. Ekonomik planlama fikrini, yani devletin ne kadar mal üretileceği gibi ekonomik kararlarda daha fazla söz sahibi olması fikrini yeniden getirmeye ihtiyacımız var mı?
Evet; işte bu yüzden küçülmenin, komünizmden ya da en azından sosyalizmden bir şeyler öğrenmesi gerekiyor. Sosyalizm uzun bir ekonomik planlama geleneğine sahiptir. Sovyetler Birliği’nin aşırı merkezi bürokratik planlaması gibi çok kötü planlama türleri vardır; ancak bu tek tür değildir. Planlamanın farklı ve daha demokratik yollarını keşfedebiliriz. Bu genellikle küçülmecilerin konuşmak istemediği bir konudur; çünkü her türlü planlamayı Stalinizm ile ilişkilendirirler ve orada burada küçük değişiklikler ve reformlar yapılmasını isterler. Bunun yeterli olduğunu düşünmüyorum. Ne tür endüstrilere daha fazla ihtiyacımız olduğunu ve neye hiç ihtiyacımız olmadığını planlamak hakkında da konuşmalıyız.
“Kapitalizm, doğayı korumak veya büyük altyapı projeleri inşa etmek için yatırım yapmayacaktır; bu, tek kelimeyle, kârlı değildir.”
Kapitalizm, doğayı korumak veya büyük altyapı projeleri inşa etmek için yatırım yapmayacaktır; bu, tek kelimeyle, kârlı değildir. Gezegeni korumak için bilinçli bir planlamaya ve devlet müdahalesine ihtiyacımız var. Bu, yapay zekayı da kullanabilir yerel demokrasiyi de kullanabilir henüz cevabımız yok; ama arzu ettiğimiz topluma geçişi nasıl planlayacağımızı hemen bulmamız gerekiyor.
‘Küçülme komünizm’de normal bir vatandaş için normal bir günü tarif edin.
Şu anda haftada beş gün ve genellikle 40 saatten fazla çalışıyoruz. Bunu hemen dört güne indirebiliriz ve teknolojilerle gelecekte üçe kadar düşebileceğimizi düşünüyorum. Yani haftada 25 saat çalışacağız. Tüm bu yeni zamanla ne yapacağız? Ailemizle daha fazla zaman geçireceğiz. Bahçeyle uğraşacağız, spor yapabiliriz. Biraz gönüllülük yapacağız ve ne üreteceğimizin ve yerel yönetimimizin ne yapacağının planlanmasında biraz siyasi katılımımız olacak. İşe arabayla değil, otobüs ve tramvayla gidip geleceğiz ve işyerimiz daha yatay olacak. Daha fazla iş rotasyonuna sahip olmalıyız. İşin en iyi kısmını her zaman aynı kişi yapmamalı ve sonra bazı insanlar onların kıyafetlerini temizlememeli. Yeni teknolojilerle işleri daha fazla paylaşabilir ve rotasyona tabi tutabiliriz. Örneğin ben bir üniversite öğretmeni olarak yerel topluluklarda ya da cezaevinde de ders verebilirim. Becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zamanımızı sadece para kazanmak için değil, aynı zamanda topluluklar inşa etmek ve yeni nesiller yetiştirmek için de kullanabiliriz.
Bunun dışında, temel şeyler hemen hemen aynıdır. Eve döndüğünüzde bir bira içebilir, belki saunaya gidebilirsiniz. Alışveriş merkezlerinde fazla vakit geçirmeyeceğiz ve hafta sonu için Kore veya Tayvan’ı ziyaret etmeyeceğiz. Doğada ve yavaşlayabileceğimiz yerlerde daha fazla zaman geçireceğiz. Fakat 120 yıl önceki yaşam tarzına geri dönmeyeceğiz; teknolojiyi kullanmaya devam edeceğiz ve arkadaşlarımız ve ailemizle güzel yemekler yemeye devam edeceğiz.
DİPNOTLAR:
[1] Jamie Kendrick, Green European Journal’ın genel yayın yönetmenidir.
[2] Kohei Saito Japon bir filozoftur. Tokyo Üniversitesi’nde doçent olarak görev yapmaktadır. Saito, Marksist bir perspektiften ekoloji ve politik ekonomi üzerine çalışmaktadır. “Capital in the Anthropocene” adlı kitabı, Japonya’da Marksist düşünceye olan ilginin yeniden canlanmasına ilham kaynağı olmuştur.
Bu yazı, İngilizce olarak, 5 Ekim 2023 tarihinde, Green European Journal’da yayınlanmıştır.
https://www.greeneuropeanjournal.eu/kohei-saito-degrowth-needs-to-learn-from-communism/ adresinden indirilmiştir.
BU YAZI, YEŞİL AVRUPA VAKFI’NIN DESTEĞİ İLE YEŞİL DÜŞÜNCE DERNEĞİ VE YEŞİL SİYASET DERGİSİ ORTAKLIĞIYLA YAYIMLANMIŞTIR.
Görsel tasarım: Olcay Özkaplan