Yazan: Amitav Ghosh [1]
Çeviren: Bürge Abiral
Seyahat kısıtlamaları nedeniyle 2020 boyunca uluslararası uçuşların ortadan kalkmasıyla birlikte, pek çok havayolu şirketi hiçbir yere gitmeyen uçuşlar için bilet satmaya başladı. Bir bilet fiyatı ve bir uçuşun saldığı emisyon değeri karşılığında yolcular, 35.000 feet yükseklikte içkileriyle arkalarına yaslanıp, tam olarak kalktıkları yere inmeden önce her şeyin normal olduğunu farz edebiliyorlar böylece. Ünlü romancı Amitov Ghosh In The Great Derangement (2016) [Büyük Delilik] adlı kitabında, gelecek nesillerin, geriye dönüp baktıklarında, çevresel çöküşün ölçeğini kavrama konusundaki başarısızlığı ahmaklık olarak değerlendireceklerini öne sürüyor. Yazarla, iklim krizi ve pandemi arasındaki paralellikleri ve her şeyin birbirine bağlı olduğu dünyamıza dair alternatifleri hayal etme üzerine konuştuk.
Jamie Kendrick [2]: “Eşi benzeri görülmemiş” ifadesi 2020 yılı boyunca çokça kullanıldı. Modern toplumun daha önceden görülmemiş olana hazırlık yapamamasının bizi savunmasız kıldığını öne sürmüştünüz. Sağlık krizi ile iklim krizi arasında ne gibi paralellikler görüyorsunuz?
Amitav Ghosh: Aralarındaki ilişki nedensel olmadığı hâlde ikisi arasında birçok süreklilik mevcut. En bariz bağlantı ise iklim krizi ve pandeminin her ikisinin de, dünyanın istikrarlı biçimde ivmelenmesinin etkileri olması. 1990’lı yıllardan bu yana artan üretim, tüketim ve seyahat oranları, habitatlarımızın yok edilmesi ve ormansızlaşma hızları, bizi Çin’deki küçük bir pazardan, ufacık bir varlığın, dünyayı aniden çığlık atarak durdurabileceği noktaya getirdi.
Başka açılardan ise elbette farklılar. Salgın, bir hastalık; iklim krizi ise, dudak uçuklatıcı orman yangılarından tutun, Atlantik’te patlayan çok sayıda kasırgaya kadar uzanan olağanüstü hava olaylarında kendini göstermekte. Dünyanın bunlara tepki verme şekilleri de önemli bir fark oluşturuyor. Pandemi süresince, hepsi değilse bile çoğu hükümet, uzmanlardan tavsiye alma ve bilim insanlarına danışma konusunda hızlı davrandı. Çin, Yeni Zelanda, Vietnam ve diğer ülkelerde bu strateji işe yaradı.
The Great Derangement’da aşırı hava olaylarını tarif ederken “tekinsiz” sözcüğünü kullanıyorsunuz çünkü bu terim hem bir yabancılığı hem de bir tanınırlığı bir araya getiriyor. Pandemi de bu hissiyatı çağrıştırıyor: yabancı fakat tanıdık; salgınların ve karantinaların kolektif hafızasını geri çağırıyor. Pandemi bizi kendimizle ilgili bir şeyi hatırlamaya mı zorluyor?
Umarım bu salgın, 18. yüzyıldaki Büyük Lizbon Depremi’nin yarattığı etkilerin benzerini yaratır. 1755’teki depremden önce Avrupalılar, doğa üzerinde hâkimiyet sağladıklarını düşünmeye başlamışlardı; doğa insanların fethedebileceği, onlardan ayrı bir şeymiş gibi. Büyük Lizbon Depremi, Aydınlanma Döneminde, insanların doğaya hâkim olmak bir yana dursun; asıl, doğanın insan varoluşu üzerinde tam bir hâkimiyete sahip olduğunu birden fark ettikleri bir andı.
Büyük Lizbon Depremi, Aydınlanma Döneminde, insanların doğaya hâkim olmak bir yana dursun; asıl, doğanın insan varoluşu üzerinde tam bir hâkimiyete sahip olduğunu, birden fark ettikleri bir andı.
Doğaya ilişkin Avrupalı anlayış; onun düzenli olduğunu, kendi hızına sahip olduğunu ve doğal süreçlerin önceden tahmin edilebilir biçimlerde ortaya çıktığını savunmakta. Şimdi ise durumun öyle olmadığını görüyoruz. The Great Derangement’ı 2015’te yazdım. Bu yıkıcı etkilerin, 2020’de gösterdiği gibi, birdenbire vuku bulmasıyla birlikte üzerimizde olacağını, o zamanlar asla hayal edemezdim. İklim değişikliği ve edebiyat üzerine çalışmaya ilk başladığımda arkadaşlarım ve yayıncılar şaşırmışlardı; “Bunun yazarlarla ve yazmayla ne ilgisi var?” diye soruyorlardı. Artık bu yorumu duymuyorum. İklim değişikliğinin hepimizi saran bir kriz olduğunun herkes farkında. 2018 dönüm noktası oldu. İnsanlar bu konunun gelecekle değil, şimdiyle alakalı olduğunu fark ettiler ve 2020 de bunun tüm gücüyle yüzümüze çarptığı yıl oldu.
BM Çevre Programı Başkanı Inger Andersen, dünyanın bize korona virüs krizi ve iklim değişikliği ile ilgili bir mesaj gönderdiğini söyledi. Katılıyor musunuz?
Kesinlikle katılıyorum; fakat bir şey haricinde: Dünyanın bize mesaj gönderdiğini söylemek, dışarıdaki birinin bizimle iletişim kurmaya çalıştığı imasını doğuruyor. Gerçek şu ki, Dünya bize karşı son derece kayıtsız. O yalnızca, orada ürettiğimiz uyaranlara tepki veriyor. Dünyanın bize mesaj gönderdiğinden bahsetmek, atalarımızın yaptığı şey. Dünyayı ve etraflarında bulunan her şeyi izlerlerdi ve ne demek istediklerini anlamaya çalışırlardı. İşte unuttuğumuz şey bu.
Geçtiğimiz birkaç yıldır, bu korkunç krizler ortaya çıkarken, en azından Birleşik Devletler’de giderek daha fazla insan, yükselen deniz seviyeleri sonucu sular altında kalacak olan ve orman yangınları tehdidi altındaki bölgelere taşınmakta. Phoenix, Arizona; ABD’deki en sıcak yerlerden. Sahip olduğu tek su kaynağı Colorado Nehri. Phoenix’de yaşam ancak, 1940’larda icat edilen, çok sayıda klima sistemleri sayesinde mümkün. Arizona’nın tamamı, 1940’lar sonrasında inşa edildi ve son beş yıldır inanılmaz bir hızla gelişmekte. Buradaki çılgınlığı hayal etsenize – durmak bilmeden genişleyen, tam anlamıyla sürdürülemez olan bir şehir. İnsanlar, ömrümüzün bir noktasında kesinlikle yaşanılamaz hâle gelecek yerlere taşınıyorlar.
Bunu neden yapıyorlar? Çünkü verilen mesajları dinlemiyorlar. Peki, bunun yerine neyi dinliyorlar? İnsanın doğayı daima yeneceğini söyleyen, 18. yüzyıla ait aklı dinliyorlar. Bilimin ve aklın daima üstün geleceğini. Teknolojinin onları gözeteceğini. Ve dünyamızın tamamen pasif ve fethedilmiş olduğunu. Yaşadığımız anla ilgili kritik ve tekinsiz olan şey tam da bu: akılla yönetilen bir toplumda yaşadığımıza dair 18. yüzyıla ait tüm bu fikirler, gözlerimizin önünde parçalanıyor.
Bilim, iklim krizinden kaçmanın potansiyel bir yolu olarak, ispatlanmamış teknolojileri öneriyor. Ancak küresel ısınmayı kavrayabilmek için iklim bilimi de kritik öneme sahip. İklim değişikliğine karşı koymak için bize yardımcı olmada bilimin yeri ne olmalı?
Bilimi bölünmez tek bir varlık olarak düşünmeye karşı temkinli olmalıyız. Örneğin, iklim bilimcilerin toplumla kurduğu ilişki, epidemiyologların ve biyologların kurduğu ilişkiden farklıdır. Pek çok iklim bilimci, politikaya yaklaşımlarında son derece hümanisttir ve iklim adaletiyle ilgilenir. Fakat iklim bilimcilerin önemli bir kısmı da Marslı filmindeki Matt Damon gibi tepki verecektir: “Haydi bilim, bunun icabına bir güzel bakalım”. Temelde fikirleri, sorunlara jeo-mühendislik yoluyla müdahale etmek; Harvard ve Yale gibi seçkin kurumlar da bunun normalleşmesine giderek daha çok ön ayak oluyor.
İklim değişikliğine endüstriyel ve bilimsel çözümler getirmek aynı anlama gelecektir. Bu, hastalığı tedaviyle karıştırmaktır.
Jeomühendislik Küresel Kuzey’e fayda sağlayacaktır; ama Küresel Güney için felaket olabilir. Bu nedenle, iklim krizi jeopolitik bir sorundur. Çok hayranlık duyduğum ve tamamen desteklediğim Greta Thunberg, “Bilim insanlarını dinleyin” diye sürekli tekrar ediyor. Fakat tüm bilim insanlarını aynı kefeye koymak hata olur. Bilim, bir sorunu teşhis edebilir; ama bir problemin asla tek bir çözümü yoktur. İklim değişikliğine endüstriyel ve bilimsel çözümler getirmek, benzer anlamlara gelecektir. Bu, hastalığı tedaviyle karıştırmaktır.
Hindistan pandemiyi nasıl deneyimledi?
Pandemi her yerde büyük zorluk yarattı; fakat Hindistan en kötüsünü yaşadı. Sayılar korkunç. Olumlu olan tek şey ölüm oranlarının nispeten daha düşük görünmesi; ancak, Hindistan’daki toplam ölüm sayısı, muhtemelen diğer herhangi bir ülkeyi geçecektir. 1918’deki İspanyol Gribi Salgını sırasında bile kurbanların büyük bir yüzdesi Güney Asya’dandı.
Covid-19 Pandemisi, Hindistan’da topyekün bir sınıf savaşına dönüştü. Hükümetin tepkisi, yoksul göçmen işçilerin hayatını mahvetti. Güvencesiz çalışan milyonlarca insanı, elden ayaktan düşürdü. Çalışamaz hale gelince, korkunç Mayıs sıcağında karayolları boyunca yürüyerek yurtlarına gitmek zorunda kaldılar. Hindistan’da, görece müreffeh olan Batı’daki kentli çalışan sınıfların ve göçmen işçilerin neredeyse tamamı Bangladeş’ten veya Doğu Hindistan’dandır. Bu bölgeler, iklim değişikliğinden zaten kötü etkilenmiş bölgeler ve deniz seviyesinin yükselmesinden ötürü pek çok kişi yerinden edilmiş durumda. Bu insanlar eve dönerken, dehşet verici bir fırtına -Amphan Kasırgası-, anakarayı vurmadan önce Bengal Körfezi’nde patladı. Bu yaşananlar, şu anda gördüklerimizin kusursuz bir örneği: felakete yol açan şekillerde birbiriyle etkileşime girmiş çok sayıda afet.
The Great Derangement; kültürün ve edebiyatın, iklim değişikliğiyle ve ekolojik krizle boğuşmayı başaramadığını savunuyor. Bu başarısızlığı nasıl açıklarsınız?
Bu argüman yazarlardan ziyade edebi ve sanatsal ekosistemle ilgiliydi. Bugün ciddi edebiyat olarak değerlendirilen nedir? Ciddi edebiyat, neredeyse her zaman, şu ya da bu biçimde kimlikle ilgili olmuştur ve bu uzun zamandır böyle. İklimle ve çevresel meselelerle ilgili yazan herkes, otomatik olarak tür yazarı olarak kabul edilir. Ne var ki, iklimle ilgili yazmak bilimkurgu demek değil; gelecekle ilgili ve spekülatif de değil. Bu, şu anda içinde yaşadığımız gerçekliğin kendisi.
Yazarlar, dünyaya çıplak bir biçimde bakmakla övünürler. Fakat yazma pratiğinin bizzat kendisi; insanları, bizi çevreleyen en acil meselelerden uzaklaştırmaya eğilimli olagelmiştir. Ursula Le Guin gibi inanılmaz derecede yenilikçi pek çok yazar, çevresel konuları ele aldı. Keza, Ursula Le Guin, kitapları bugün hâlâ günümüzle alakalı olsa da, bilimkurgu yazarı olarak marjinalleştirildi. Bu nedenle, birçok sözüm ona ciddi yazardan çok daha yaygın biçimde okunmakta. Gelgelelim, edebiyat ve sanat çevreleri 2018’den beri kayda değer biçimde değişti ve iklim üzerine üretilen yazı ve eserlerde bir patlama yaşanmakta. İnsanlar etrafımızdaki felakete uyanmış durumdalar.
Bu kurgu eserlerinizde, değişen çevreye nasıl değinmeye çalıştınız? Romanlarınızın çoğunda sel, fırtına ve diğer hava olayları başlıca role sahip.
Kendi başına bir mesele hakkında bir kurgu yazmak, yapmak istemediğim bir şey. Şimdiki yazılarımı öncekilerden hiç de farklı görmüyorum. Yaşadığımız dünyanın gerçeklikleri üzerine yazmak istiyorum ben. İklim ve salgın sorunları, bu dünyayla ilgili meseleler, ondan ayrı şeyler değil. Yazarlığım büyük ölçüde Bengal’deki kökenim üzerinden şekillenmiştir. Bengal, gezegendeki en çok tehdit altında bulunan bölgelerden biridir. Bengal üzerine ve özellikle de delta ve oradaki mangrov ormanlarıyla alakalı yazdığım için, bu bölgelerin nasıl etkilendiğinin, belki de Kutuplar dışındaki herhangi bir yerden çok daha fazla etkilendiğinin son derece farkındayım.
İçinden geçmekte olduğumuz sürece alternatifler hayal etmemizi sağlamada kültürün ve kurmacanın rolü nedir?
Söylemesi güç. Edebiyata dair büyük savlarda bulunmak isterim; fakat bunlar artık inandırıcı gelmiyor. 1980’lerde, yazmaya ilk başladığımda, edebiyat ve romanlar kültürün merkezindeydi. İnsanlar ofiste su sebilinin etrafında toplandıklarında, kitaplardan bahsederlerdi. Şimdi ise televizyondan ve Netflix’den bahsediyorlar. Edebiyat dünyası büzülüp, arka planda kaldı.
İklim değişikliğinden söz ederken daima kapitalizmi ön plana almak, gerçek sorunun feci bir biçimde yanlış okunmasına yol açar.
Bildiğimiz hâliyle modern edebiyat, 18. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmıştı. Bir nevi Batı pratiğiydi ve kabul edelim ki Batılı beyaz üstünlüğüne ve onunla bağlantılı fikirlere dayanıyordu: boyun eğdirilmiş bir Dünya ve gezegenin dört bir yanındaki boyun eğdirilmiş, sömürgeleştirilmiş insanlar. Modern burjuva kültürünün kalbinde bu hikâyeler vardı. Bugünün dünyasına uyumlanacaksak, kendimize daha öncekilerden farklı olan ve yalnızca insanlarla ilgili olmayan hikâyeler anlatmak zorundayız. Modern edebiyatın yükselişi diğer tüm varlıkları devre dışı bıraktı. Modern edebiyatın hikâyeleri temel olarak insanlarla ilgiliydi. Ancak Avrupa’da ve kesinlikle Afrika’da, Asya’da veya Latin Amerika’da durum her zaman böyle değildi. Modernitenin yükselişinden önce insanlar, içinde daima diğer varlıklar – hayvanlar ve hatta Yunan rüzgâr tanrısı Aiolos gibi kişilik verilerek konuşturulan hava olayları – olan hikâyeler anlatırlardı. Başka varlıkları da içine alan hikâye anlatıcılığı biçimleri tarih boyunca her yerde var olmuştur. İnsan olmayan varlıklara, – örneğin bir virüse -, nasıl ses verileceği, zamanımızın esas edebi meselesidir. Bir virüsün canlı olup olmadığını bilmiyoruz fakat öyle olduğunu gösteren biçimlerde yaşamlarımızla etkileşim kuruyor. Modernitenin bize unutturduğu şey, yaşamlarımızın hastalıklardan fosil yakıtlara kadar pek çok başka şeyle iç içe geçmiş olduğudur.
Pandemi, küreselleşmiş bir dünyada birbirimizle ne kadar bağlantılı olduğumuzu gösterdi. Ibis üçlemeniz, Hindistan, Çin ve Avrupa’daki insanları bir araya getiren çatışma olan Afyon Savaşı aracılığıyla kaderleri birbirine dolanmış karakterlerin hikâyelerinin izini sürüyor. Günümüz çevre sorunlarında imparatorluk çağının bıraktığı miras nedir?
İklim değişikliğinden söz ederken daima kapitalizmi ön plana almak, gerçek sorunun feci bir biçimde yanlış okunmasına yol açar. Kapitalizmden önce Avrupa imparatorlukları gelir. İmparatorluk, kapitalizmi mümkün kıldı. Kapitalizmi mümkün kılan her aşamada, imparatorluk, kölelik ile ödünç işçilik ve zorla çalıştırma vardı. Bunu unutmanın mümkün olmasının tek nedeni, Siyahların, yerli halkların ve beyaz ırktan olmayan insanların bu kadar dışlanmış olmasıdır. 1980’lerde, siyahi radikal düşünür Cedric Robinson, ırksal kapitalizm hakkındaki bu noktayı öne sürmüştü. Kapitalizmin bir şekilde Avrupa’ya içsel olduğunu savunan Marksist düşünce, bunu ilk etapta mümkün kılan iktidara ilişkin gerçeklikleri örtbas etmekte.
Bugünkü dünyaya bakıldığında, Batılı gücün temelini fosil yakıtların jeopolitiği oluşturuyor. İster petro-dolar ister Hint Okyanusu’ndaki stratejik hakimiyet olsun, iklim sorusu esasen jeopolitikle, imparatorlukla ilgilidir. Şirketler hukukunda yapılacak birkaç düzeltme ve kapitalizmin fiyat yapısı, bunu çözemez.
1945 sonrası Büyük İvmelenme, sömürgelerden çekilme (dekolonizasyon) ile aynı zamana rastladı. Bağımsız Hindistan ve Komünist Çin, Batı’nın gelişme modelinin aynısını takip ederek ilerledi. Çevresel yıkımın kökleri imparatorluk çağına uzansa da, Dünyanın bu gidişattan nasıl kurtulacağını görmek zor.
Hindistan hükümetinin yerli halklarla ve ormanlarla ilgili çevre politikalarında görüldüğü gibi; Hindistan, Çin ve Endonezya, yerleşimci-sömürgeci politikaları rahatsız edici derecede benimsedi. ABD, 1930’lar ve 40’lardan, fakat özellikle Washington Konsensüsü’nden bu yana, kendine özgü kalkınma modelini, evrensel bir ideal olarak dayattı. Bu geçiş, Hindistan, Endonezya ve Çin’de 1990’larda sahiden başarılı oldu; yani iklim krizinin ivme kazanmaya başladığı on yılda. Batılı söylem, “Sorunu nasıl çözebiliriz?” diye soruyor; fakat bu cümledeki “biz” kim? Çözüm artık Batı’da değil. Çözüm, bugün dünya ekonomisinin ABD ve Avrupa’dan çok daha büyük bölümünü oluşturan Hint Okyanusu Pasifik Bölgesi’nde yatıyor. Atlantik dünyasının 19. yüzyıldaki hakimiyeti tarihi bir anormalliktir. Dünya, ekonomik faaliyetin çoğunun Hint Okyanusu etrafında gerçekleştiği bir sisteme geri dönüyor.
İklim hareketi sıklıkla, Küresel Güney’in iklim krizinden en kötü şekilde etkilenecek bölge olduğuna dair uyarıyor. Pandemi ilk önce, Wuhan, İtalya’nın kuzeyi ve New York gibi sanayi merkezlerini vurdu ve orman yangınları, ABD’nin Batı Kıyısını kasıp kavurdu. İklime bağlı etkilerin genişlemekte olan uluslararası menzili, gelecek yıllarda harekete geçmek için de daha büyük bir itici güç yaratacak mı?
Hindistan’da ve Küresel Güney’de yaşamaya alışkın olduğumuz türden afetler, şimdi başka yerlerde de kendilerini gösteriyorlar. 1970’lerde ve 1980’lerde, afetler, seller veya sıcak dalgalarıyla baş etmek durumunda kaldığımızda, Batı’daki arkadaşlarımızın bizim için endişelendiğini hatırlıyorum. Şimdi durum tersine döndü. Britanya sellere boğuldu ve İtalya ile Almanya tuhaf hava durumlarından etkilenmekte; bunlar 30-40 yıl önce hayal edilemezdi. Geçmişte bizim alışkın olduğumuz afetler ve siyasi facialar, şimdi en istikrarlı demokrasilerde giderek normalleşiyor.
İklim değişikliğine karşı savunmasızlık, tıpkı pandemide de olduğu gibi, GSYİH ile ilişkili değil. İklim krizi beklenmedik biçimlerde vuku bulacak.
Batı’daki iklim aktivistlerinin anlatmaktan hoşlandığı, dünyanın en yoksul kesimlerinin, mesela Sahel’in, krizden en büyük darbeyi alacağı hikâyesine hiçbir zaman inanmadım. İklim değişikliğine karşı savunmasızlık, tıpkı pandemide de olduğu gibi, GSYİH ile ilişkili değil. İklim krizi, öngörülemeyen biçimlerde vuku bulacak. Vietnam, kişi başına düşen milli geliri çok küçük olmasına rağmen, en iyi Covid-19 sonuçlarını aldı. En iyi performans gösteren ülkelerden bazıları Afrika’da. Salgının başlarında, Melinda Gates gibi Amerikalı hayırseverler, üzüntüden ellerini ovuşturarak, “Afrika mahvolacak!” diyordu. Gerçekte ise, Somali İtalya’ya doktorlar gönderdi. GSYİH, iklim krizi için de iyi bir tahmin unsuru değil. Gözlemlediğimiz şey, çok daha mantığa aykırı: iklim krizi, Kaliforniya ve Avustralya’nın güneydoğusu gibi, Avrupalı görünmek adına ekolojilerini yeniden tasarlayan, ekolojik müdahalelerin en yoğun olduğu yerleri vuruyor. İklim hareketi, en yoksulun en büyük darbeyi alacağı fikrini kabul ettirmeye çalışarak bir hata yaptı. Ahlaki bir tepki yaratmak şöyle dursun; pek çok Batılıyı bunun karşısında, “Peki, o hâlde sorun yok” diye düşünmeye sevk etti.
Geçtiğimiz yıllarda İklim İçin Gençlik ve Yokoluş İsyanı gibi gruplar ortaya çıktı. Yeni iklim hareketini nasıl anlamlandırıyorsunuz?
Greta Thunberg, Yokoluş İsyanı ve Sunrise Hareketi ile olanlar inanılmaz derecede umut verici. Bu hareketler, alternatif bir tür politika yaptıkları için halkın yoğun ilgisini çektiler. Sadece ekolojik farkındalığa değil, çok içgüdüsel bir şeye hitap eden bir politika. En nihayetinde, Dünya’nın yaşayan bir varlık olduğu hissimizi cezbediyorlar. Hikâye anlatıcılığı bu hareketlerin temelidir. Bu sebeple yazarlarla ve hikâye anlatıcılarıyla el ele veriyorlar.
[1] Amitav Ghosh Kalküta’da doğmuştur ve Hindistan, Bangladeş ve Sri Lanka’da büyümüştür. İki kurgu dışı kitap, bir dizi deneme kitabı ve on roman yazmıştır. 2018’de, Hindistan’ın en saygın edebi ödülü olan Jnanpith Ödülü’nü alan ilk İngilizce dilinde yazan yazar olmuştur. Son yayımlanan kitabı, Gun Island (Silah Adası) adlı romanıdır.
[2] Jamie Kendrick, Green European Journal’ın baş editörüdür.
30 Kasım 2020 tarihinde Green European Journal’da yayımlanmıştır.
https://www.greeneuropeanjournal.eu/storytelling-in-the-eye-of-the-storm-the-pandemic-through-thelens-of-environmental-breakdown/ adresinden indirilmiştir.
Görsel için kaynak: https://www.aopa.org/news-and-media/all-news/2016/september/flight-training-magazine/weather
BU YAZI, YEŞİL AVRUPA VAKFI’NIN DESTEĞİ İLE YEŞİL DÜŞÜNCE DERNEĞİ VE YEŞİL SİYASET DERGİSİ ORTAKLIĞIYLA YAYIMLANMIŞTIR.
BU YAZI, AVRUPA PARLAMENTOSU’NUN YEŞİL AVRUPA VAKFI’NA SAĞLADIĞI FİNANSAL DESTEK İLE ÇEVRİLMİŞTİR. AVRUPA PARLAMENTOSU, YAYININ İÇERİĞİNDEN SORUMLU DEĞİLDİR.