İKLİM KRİZİ İLE MÜCADELE VE GEÇMİŞİN HAYALETLERİ

Berkay Erkan

Yirminci yüzyıl bir ‘Sovyet Yüzyılı’ olarak tanımlanmayı hak eder. Gerçekten de Birinci Dünya Savaşının koşullarında Rusya’da gerçekleşen bir sosyal devrim ile doğan SSCB, dağıldığı 1991 yılına kadar yüzyıla damgasını vurdu. Bu etki sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik vb. her alanda görülebilir. Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan nükleer silahların varlığı ile bir dehşet dengesi üzerine oturan iki kutuplu dünya, soğuk savaş ortamında günümüze kadar büyük bir savaş yaşamadan gelirken, SSCB nin varlığı bunda en büyük rolü oynadı. 1991 yılında Sovyetler Birliğinin dağılması ile birlikte bu anlamda bir boşluk doğurdu. Nükleer denge Rusya üzerinden devam etse de dehşet dengesi görece yumuşadı. Siyasi anlamda “batı” olarak nitelenen ABD ve diğer gelişmiş kapitalist blok Rusya’nın eskiden SSCB’nin olduğu kadar küresel etkisinin zayıflamasından da yararlanarak fırsatı değerlendirme hamleleri zamanla yeni bir çatışmanın fay hatlarını harekete geçirdi. Sonuçta Şubat ayında Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline kadar gelen bu süreç işgal ve travmatik etkisi küresel dengelerde bir kırılma yarattı. Olayların 20. yüzyılda yaşananlar ile benzerlikleri ve savaşın çağrıştırdıkları etrafımızda geçmişin hayaletlerinin dolaştığı bir korku iklimi oluşturdu. Sonuçta, iklim krizinin sisleri içerisinde umut veren bir gelecek tahayyülü yeterince zor iken, savaş ile ortalığı kaplayan geçmişin korkuları ilerisi için her şeyi daha da kararttı, zorlaştırdı. Ancak diğer yandan bu savaş elbette durup dururken ortaya çıkmadı ve Rusya’nın işgali ile gelinen bu durumu kapitalizmin bunalımından bağımsız düşünmek mümkün değil. Bu şekilde ulaşılacak sonuçlar yüzeysel kalır ve gelecek açısından yanıltıcı olabilir.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından tarihin sonunu ilan ettiren zafer coşkusu kısa süre sonra kapitalist sisteme özgü iç çelişkilerin güçlenmesinin sonuçları ortaya çıkmaya başladıkça yavaş yavaş dağıldı ve dünya kendisini yeni bir paylaşım ve denge mücadelesinin içinde buldu.  Kapitalist sistemin içinde finans ve reel sektör arasında gittikçe açılan makas ve küresel boyutta tekelleşme sürecinin hızlandığı koşullarda başta Çin’in dünya ticaretinde aldığı payın ve etki alanının giderek büyümesi gibi faktörler tek kutuplu bir dünyada kaçınılmaz şekilde yeni hakimiyet çekişmelerine yol açtı. Aslında Çin başlığı altında bir olası jeopolitik gelişmeler hakkında bir tartışma çok önemli sonuçlara bizi götürebilir. Örneğin bugün sahnede ABD ve Rusya arasında geçen bir küresel çatışma görsek de Çin’in bütün bir Afrika kıtası boyunca her yerde önemli bir güç kazanmakta oluşu daha şimdiden geleceğin yeni çatışma sahnesini hazırlıyor olabilir. Bu koşullarda 2008 yılında ABD’de finans sektörü kaynaklı krizin patlaması, etkileri görece atlatılmış gibi görünse de küreselleşen dünyaya yayılarak mevcut dengeleri bozdu ve istikrarsız bir ortam doğurdu. Hala işsizlik, durgunluk gibi etkileri ile boğuşan kapitalist dünyada bütün bu dinamiklerin sonucu artan kaynak ve pazar çekişmeleri yeni çatışmalar doğacağının işaretlerini çok önceden veriyordu. Nihayet SSCB’nin dağılmasının ardından yaşanan sistemin bu bunalım süreci yeni bir küresel dengenin oluştuğu noktaya kadar yol almış değil, üstelik ne olacağı, hangi yönde ilerleyeceği de henüz netleşmiş değil. Dolayısı ile yeni gelişmeleri böyle bir dengeye gelmeden önceki küresel çekişmeler çerçevesinde değerlendirmek gerek.

Ama yerinden oynayan taşların iklim krizi koşullarında tekrar nasıl yerine oturacağı netleşinceye kadar geçecek süreç şimdi daha  kritik. İklim krizinin jeopolitik dengelerde giderek artan etkisi yeni bir parametre olarak gelişmelerin dinamiğinde önemli bir role sahip. Diğer yandan bu çekişme koşullarına sıkışan uluslararası ilişkiler yüzünden iklim krizi ile mücadele de bundan olumsuz etkilenecek. Ama küresel ısınma ve iklim krizi açısından zar zor alınan kararlar ve çözüm adımlarının acil konumunu korumak bugün de hala en öncelikli görev olmaktan çıkmadı. Dolayısı ile önümüzdeki süreçte pek çok başlıkta yeni/yeniden yapılacak değerlendirmelere ve gelecek için yapılacak stratejik plana ihtiyaç var.

Olayların etkisi, iklim krizi anlamında her şeyi geri plana itmeye teşvik edici olsa da bunun sonuçlarını öngörmek pek zor değil. Örneğin enerji sorunu ve kaynaklar, savaş ve bunalım koşullarında yeniden eski köklerine tutunmak için mevcut düzen güçlerine ekstra imkanlar verecek. Petrol savaşları olarak nitelenen çatışmalar bu defa doğal gaz başlığı altında devam edecek görünürken nükleer enerji, Hidrojen gibi sistemin merkezi hiyerarşik yapısına kolay adapte olan tercihlerin öne çıkması doğal karşılanacak.

Bu koşullarda yeşil siyaseti de oldukça zorlu sınavlar bekliyor. Bu dönemde hem iklim krizine dönük çözüm adımlarının hızla hayata geçirilmesini sağlamak hem de dünyanın yeni paylaşım çatışmalarına alet olmayacak bir yol izlemek üstlenilmesi gereken önemli bir misyon. Ama her ne şekilde olursa olsun iklim krizine çözüm için atılacak adımlar yeni koşullarda da değişmeyecek; tek değişen öneminin daha da artması olacak. Bu bağlamda yeşil politikaları “en iyi strateji, radikal ve yenilikçi önerilerle ana akımı kökten bir değişim için zorlamak” şeklinde bir çerçevede değerlendirerek yapılması gerekenlere değinen Yağız Eren Abanus, yazısında buna çeşitli örnekler vererek işaret ediyor. “İklim krizini aşmak: Başka bir dünya ama nasıl?” başlıklı yazım Abanus’un anlattığı somut adımlar ile inşa edilecek gelecek vizyonunun önemine dikkat çekerken bütün bu değişim hareketinin toplumsal gücünü nasıl kazanabileceği konusunda bir pencere açmaya çalışıyor.

Green European Journal’dan aldığımız ve MERICS’de kıdemli analist ve bağımsız stratejist yazar Roderick Kefferpütz, yeni dünya ekonomik düzeni üzerine yazısında savaş ile daha güncelleşen jeopolitik tartışmaların da odağında yer alan Çin Halk Cumhuriyeti ve etkilerine değiniyor. Çin’in ekonomik güçlenmesi ile beraber jeopolitik yükselişinden hareketle yeni küresel koşullarda karşılıklı bağımlılığın nasıl bir silah olarak kullanılabileceği gibi örnekler ile Dünya ticaretinde ve ekonomisinde yeni denge ve politikalar, çatışmalar açısından oluşan yeni fay hatları hakkında bir perspektif ortaya koyuyor.

Büyük bir Fransız enerji firmasında çalışan Asya uzmanı Eric Armando da aynı şekilde gücü ve etkileri bağlamında yükselen Çin’in 21. yüzyıl ipek yolu projesi etrafında küresel ekonomik ve güç çekişmelerini inceliyor.

İzmir barosu avukatlarından Özlem Altıparmak yazısında yüzyılın bütün bu yeni denge ve çatışma koşullarında iklim krizinin etkileri ile gündeme gelen yeni bir suçu; doğanın yok edilmesi veya uzun vadeli ve ciddi zarar verilmesini kapsayan ekokırım suçunu gündeme getiriyor. Aslında dünyanın içine düşeceği yeni çatışma ve kaos ortamında sadece iklim krizini engellemenin ne kadar zorlaşacağına değil; aynı zamanda doğaya verilen ve bu suç ile tanımlanan zararların da gözden kaçarak ne denli büyük tehlike yarattığına işaret ediyor.

Savaş ile başlayan yeni dönemin iklim krizi açısından atılması gereken adımları da engelleyici ya da en azından eski düzenin devamı açısından yeni olanaklar sağlayıcı özelliğine işaret etmiştik. Bu konuda zaten tartışmalı bir enerji kaynağı olan hidrojenin yenilenebilir enerji kaynağı olarak fosil yakıtların yerini almasının sonuçlarını Güney İspanya’dan siyasi ekolojist Mario Diaz ile Şili’den Gabriela Cabana yazılarında gündeme taşıyorlar ve kapitalizmin bu dönüşümle nasıl yayılmacı ve sömürgeci yeni bir güç kazanacağını tartışıyorlar. Lordlar kamarasının Yeşil bir üyesi olan Natali Bennet, benzer bir yaklaşımla kapitalist sisteme sahip çıkan devletler tarafından demokrasi filizlerinin on yıllar boyunca yok edilmesini, demokratik toplumların gelişmesine olanak verilmeyerek jeopolitik geleceğin umutsuz olarak görülmesine neden olmalarını değerlendiriyor. Bu anlamda “uluslararası manzaraya dair korkulacak çok şey var” diyerek başladığı yazısında, adeta önceden bugünlere de işaret ederken önemli bir noktaya parmak basıyor: “Bugünün dünyası, Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Fransa ve diğer Avrupa devletleri tarafından baskıcı ve yozlaşmış rejimlerin uzun süreli desteklenmesinin yaralarını taşıyor. Çok uluslu, dev şirketlerin çıkarları doğrultusunda yürütülen, mazur görülemez savaşlara ve insan hakları ihlallerine manevi ve pratik destek sağlandı.” N.Bennet yine de pek çok ilerlemenin etkileri olduğunu ve zamanla sonuçlar doğurabildiğini savunarak aşağıdan yukarıya inşa edilecek bir dünya perspektifi ortaya koyuyor ve bu şekilde gücün ve nüfuzun iyilik için kullanıldığı bir jeopolitikanın oluşabileceğini anlatmaya çalışıyor.

Sözlerine “Sosyoekonomik koşullar enerji politikalarından, enerji politikaları ticari ilişkilerden, ticari ilişkiler jeopolitik dinamiklerden, jeopolitik dinamikler ise kritik ham maddelerin ve kaynakların kontrolünden ayrılamaz. [Neredeyse] her şeyin birbirine bağlı olduğu bir dünyaya hoş geldiniz.” diyerek başlayan Avrupa Sendikalar Enstitüsü (ETUI)  kıdemli araştırmacısı Mehtap Akgüç, Avrupa’nın bu kadar her şeyin birbiri ile bağlı olduğu bir dünyada stratejik özerkliğini sosyal politikalar ekseninde değerlendiriyor. Gazeteci Nick Ashdown, ülkelerin yurtdışında yaşayan toplulukları olan diasporanın muhalif unsurları yoğunlaştığı zaman uzaktan nasıl baskı altına alındığına ilişkin Türkiye ve AKP yönetimi üzerinden bir değerlendirme yapıyor ve AB ülkelerinin bu bağlamda yeterince etkin ve güçlü karşı çıkamayışları ile sadece bu diaspora açısından değil; kendi insanları ve hakları açısından da tehdit oluşunu anlatıyor. Diasporaları pek çok açıdan ele alırken böylece birbiri ile kesişen çeşitli politikaları da eleştiriyor.

Bu sayımızı halen Georgetown üniversitesinde profesör olan İngiliz yazar ve ödüllü gazeteci ve dış politika analisti Roderic Kefferpütz’ün Anatol Livien ile iklim değişikliği hakkında yazdığı kitap için yaptığı röportaj ile tamamlıyoruz. Röportajda Livien, önümüzdeki yüzyılda Avrupayı ve medeniyeti tümüyle yok edecek tehlike Rusya ya da Çin değil, iklim değişikliği diyerek adeta son günlerin jeopolitik pusulasındaki sapmayı düzeltirken küresel ısınma ve iklim değişikliğinin asıl güvenlik sorunu olarak ele alınmasının önemine işaret ediyor. Bunun neden yapılmadığına ise şöyle cevap veriyor:

“Sebebi muazzam, kurumsallaşmış çıkarlar: askeri-endüstriyel kompleks, askeri kurumlar ve bunlarla bağlantılı politika enstitülerinin bünyesinde var olan koskoca bürokrasi ve hepsinden önemlisi, eskide kalmış geleneksel zihniyetlerimiz. Klasik güvenlik anlayışımızdan uzaklaşmalı ve 20. yüzyılın çok alışık olduğumuz tehditlerini değil, 21. yüzyılda toplumlarımızın karşılaştığı gerçek tehdit unsurlarını dikkate almalıyız. Kimi askeri ve güvenlik uzmanları hala Birinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş karışımının arefesinde imiş gibi yaşıyor. Bu söz sahibi kişilerin fikirlerini değiştirmemiz gerekiyor.”

Ukrayna’nın işgali ile başlayan bu dönemde küresel tehditte hala bir değişiklik yok: Küresel ısınma ve iklim değişikliği. Şimdi ısrarla bu asıl tehdide odaklanmanın önemine işaret etmek sadece iklim krizi açısından değil aynı zamanda sistemin kendi iç çelişkilerinin en az hasarla atatılmasına da yardımcı olabilir. Bütün tehditlerin engellendiği ve demokratik bir dünyada barış içinde bir yaşam dileğimizle yeni sayılarda buluşmak üzere.