Çeviren: Ali Serdar Gültekin
Dijitalleşme, Covid-19 salgını ve aşırı hava koşulları gibi şoklarla birlikte çalışma dünyası hızla değişiyor. Ancak bu dönüşüm, işçilerin pasif bir şekilde katlanmaları gereken bir çaresizlik haline gelmemeli. Aksine, işçiler tarafından şekillendirilen ve kararlaştırılan demokratik bir süreç olmalıdır. Avrupa Sendikalar Enstitüsü’nün Eşitlik Planı konferansının oturum aralarında, ekonominin yeniden düzenlenmesi çağrısında bulunan yeni bir kitabın yazarlarından olan Isabelle Ferreras ile 21. yüzyıldaki demokratikleşme çalışmalarını konuştuk.
Green European Journal: Dijitalleşme ve otomasyon, çalışma şeklimizi dönüştürüyor. Çalışma hayatının yeni yüzünü nasıl görüyorsunuz?
Isabella Ferreras: Dijitalleşmeyle ilgili en dikkate değer şey, işin fizikselliğini kaybetmesidir. İşler, uzaktan veya bilgisayar destekli çalışmaya izin veren teknolojik araçlar benimsediği anda, işçiler aynı yerde bir araya gelmeyi bırakır. Marx’ın, endüstriyel kapitalizmin ilk çağına ilişkin analizinde, işçilerin fabrikalarda yoğunlaşması, sınıf bilincinin gelişmesinde önemli bir faktördür. Bu olgu işçi sınıfının “kendiliğinden sınıf dediği şeyden “kendi için sınıf”a geçmesini sağladı. Endüstriyel kapitalizmin dayattığı bir sıklıkta tek bir yerde bir araya gelme fırsatı, işçilerin birbirlerini tanımaları, birlikte mola vermeleri, birbirleriyle konuşmaları anlamına geliyordu. Çok benzer yaşamları ve ortak çözümlere ihtiyaç duyan sorunları paylaştıklarını fark ettiler.
Ekonominin dijitalleşmesi ise iş deneyimini bireyselleştiriyor. Delhi’den bir mühendis, Boston’da bir başkası ve Güney Afrika veya Ukrayna’dan bazı kod satırlarını yazmak için taşeronluk yapan ve aynı proje üzerinde çalışan üçüncü bir mühendis bulabilirsiniz. Tüm bu insanlar, birbirlerini tanımadan ve bir iş için gerekli olan aynı “iş yatırımının” parçası olduklarını fark etme fırsatı olmadan çevrimiçi bir platform aracılığıyla etkileşime girebilirler. İş yatırımı ile, başarılı bir şekilde bir şey üretmek veya bir hizmet sunmak için gerekli tüm çalışanları kastediyorum.
Yani dijitalleşmenin getirdiği işin parçalanması, daha az sosyal bir iş deneyimine ve sonunda işçiler için güç kaybına mı yol açıyor?
Bu parçalanma kök saldıkça, işçiler daha bilinçli hale geldi. İşçiler başka bir şeye talip. Bunu iki şekilde görebiliriz. Birincisi, pandemiden bu yana, daha anlamlı bir iş yapmayı arzuladıkları için kariyer değiştiren insanlarda büyük bir artış var. Bu arayüzle evde sıkışıp kalmış bilgisayarlarının önünde köle olarak çalışan “zorunlu olmayan” işçiler için gerçek bir sefalet vardı. Bazı İngiliz şirketleri, çalışanlarını ellerinde tutma umuduyla tam kapsamlı bir deneye giriştiler: Birleşik Krallık’ta şimdiye kadarki en büyük dört günlük çalışma haftası denemesi başladı. Aynı maaş için daha iyi bir iş-yaşam dengesi sunan yaklaşık 50 işletme bunu uyguluyor. İşçilerin dört gün boyunca aynı şekilde üretken olmaları ve daha iyi bir yaşam kalitesi kazanmaları bekleniyor.
İkincisi, işletmeler iş memnuniyetini artırmak için büyük çaba sarf ediyor. Bu, esasen, şirketlerin iş memnuniyetini artırmak için çalıştığı ve böylece çalışanların sadık kalması için bir elde tutma stratejisidir. İşverenler, evden ve ofisten çalışmayı birleştirmek gibi kendilerini etkileyen kararlarda işçilere daha fazla söz hakkı veriyor.
Fransa’da, Association Pour l’Emploi des Cadres (Yönetici İstihdam Derneği) (APEC) tarafından Ocak 2021’de yürütülen bir anket, 10 yöneticiden 9’unun pandemi nedeniyle çok daha fazla dinlediğini, ekipler arasında bağlar kurduğunu ve çalışanları güçlendirdiğini ortaya koydu. Bu yakalamak için bir fırsattır. 16 Aralık 2021’de Avrupa Parlamentosu, diğer şeylerin yanı sıra European Works Council (Avrupa Çalışma Konseyi) Direktifinin gözden geçirilmesini talep eden tarihi bir kararı kabul etti. Democratize Work’te (Çalışma hayatını demokratikleştirin) , şirket kurulları veya iş konseyleri tarafından alınan kararları etkileyebilmeleri için işçilere toplu veto hakkı çağrısında bulunuyoruz.
Tersi eğilim, bakım sektöründeki işin artan fizikselliğidir. Hem insanlar hem de gezegen için artan bakım ihtiyacı, çalışma dünyası için ne anlama geliyor?
Otomasyona yönelik eğilimin yanı sıra, daha fazla insan emeğine ihtiyacımız olacağının idrakı geliyor; umalım ki, daha fazla kıymeti bilinmemiş ve ücretsiz sömürüye değil. Hem gezegene hem de diğer insanlara bakmak, mesela kamu hizmetleri aracılığıyla, giderek daha fazla çalışmayı gerektiriyor ama kimse bu iş için para ödemekten bahsetmiyor. Bakımın ücret tarafının ihmal edilmesi, işin geleceği hakkındaki yanlış anlamalardan kaynaklanmaktadır.
Her teknolojik devrimle birlikte tüm işlerin içsel içeriği değişti. Ancak burada kavramamız gereken temel konu, artık enerji kölelerimize [insan emeğinin yerini almak için gereken enerji miktarına] bağımlı olmamamız için yapmamız gereken daha çok iş olduğudur. Bakım sektörünün, kadın emeğini sadece sömüren kısmını da resmileştirmeliyiz. Yaşam standartlarını eşitlemek ve erkeklere ve kadınlara aynı sayıda fırsat vermek, örneğin çocuk bakımına büyük yatırım yapmak anlamına gelir.
İklim ve biyoçeşitlilik acil durumu, ekonomi ve çalışma hayatını da yeniden şekillendirecek. AB, bu değişimi Avrupa Yeşil Mutabakatı ve “adil geçiş” vaadiyle yönetmeye çalışıyor. Bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
AB’nin “adil geçiş” süreci, gerekli hızı ve yaklaşımı sağlayamıyor. Geçişi yönetmek için demokratik ilkelere gerçek bir adanmışlıktan yoksun. İlgili herkes, kendilerini etkileyecek kararları kendilerinin alması için seferber edilmelidir. Aynı zamanda bir etkinlik sorunudur. Bazı endüstriler yeterince hızlı bir şekilde karbondan arındırılmayacaktır, bu nedenle bazı şirketleri kapatmayı öngörmeliyiz. Şirketlerini nasıl devre dışı bırakacakları veya nasıl kapatacakları konusunda söz sahibi olmayan kaygılı çalışanları hayal edin? Geleceklerini piyasaya mı bırakıyorlar? Bu delilik! Kim bunun doğru bir yaklaşım olduğunu düşünür?
İşçilerin gerçek bir nüfuza sahip olması için şirketlere demokratikleşme ilkesini enjekte etmek hayati önem taşımaktadır. Bu, işçiler için toplu veto hakkı yoluyla yapılabilir. Birçok ülkede gerekli kurum zaten mevcuttur: iş konseyi. İşçiler, sendika örgütleri aracılığıyla bu konuda temsil edilmektedir. Geçişle ilgili her karar için, özellikle şirketlerinin kapanacağı koşullar konusunda, işçiler tam ortak karar vericiler olmalıdır.
İnsanların kendi şirketlerini kapatmayı kabul edeceklerini hayal etmenin gerçekçi olmadığını düşünebiliriz, işte bu yüzden işin “metadan arındırılmasına” da ihtiyacımız var. Bireysel kariyer güvenliği sağlamakla ilgilidir. Bu nedenle, AB tarafından finanse edilen ancak yerel olarak yönetilen, Avrupa düzeyinde bir iş garantisi uygulama fikri. Çalışmayı Demokratikleştirmeye yol açan ve Pavlina Tcherneva’nın çalışmasından ilham alan fikir yazısında önerdiğimiz şey buydu. Böyle bir plan, insanlıktan çıkarılmış işyerlerinden ziyade bir bölge ve o bölgenin insanları için anlamlı olan pozisyonlar yaratabilir ve doldurabilir. Mikro alanın (yaklaşık 8500 nüfuslu) ihtiyaçları üzerinde anlaşmak için tüm paydaşları masaya getiren bir yerel istihdam komitesi gerektirecektir.
Fransa’da “Uzun Vadeli İşsizliği Sıfır olan Bölgeler” (Territoires zéro chômeur de longue durée — TZCLD) ile ilgili olanlar bu açıdan oldukça önemlidir. Fransa’da şimdiye kadar yaratılan işlerin yüzde 40’ı insanlara, yüzde 40’ı da gezegene yönelik. Bu bahar, Belçika’daki Valon hükümeti de benzer bir planın denenmesi için 100 milyon avro ayırmaya karar verdi. 19 proje teslim edildi. Bu alanlar, son çare işveren olarak hareket eden devlet tarafından finanse edilen bir iş garantisi için zemin hazırlayabilir.
Sıklıkla AB üye devletlerinin farklı sosyal refah modellerinden bahsediyorsunuz. Gerçekten ortak bir Avrupa sosyal modeli hayal edebilir miyiz?
Sorunların büyüklüğü göz önüne alındığında, Avrupa düzeyi en uygunudur. Avrupa düzeyinde demokrasinin derinleşmesine doğru ilerlemeliyiz. Bu, Thomas Piketty’nin yeni bir Avrupa demokratik antlaşmasına yönelik önerilerinin yanı sıra Avrupa’nın Geleceği Konferansı tarafından sağlanan umut verici ilerlemenin itici gücüdür.
” Sendikalar kendilerini demokrasi laboratuarları olarak görmeli ve kapsayıcılık şampiyonu olmalıdırlar”.
Avrupa düzeyinde bir “iş garantisi”nin duyurulması, konu Avrupa düzeyinde bir demokrasi açığı sorununa gelince çok güçlü bir sinyal olacaktır. Avrupa’nın ne olursa olsun bir işi garanti edebileceğini hayal edin? Krizden, şirketinizin kapanması veya hızlı bir geçiş yapma ihtiyacından etkilenseydiniz, bunun nasıl görüneceğine yerel topluluğunuzla birlikte karar verirdiniz. Dominique Méda‘nın dediği gibi, geçişte kontrolü ele alan Avrupa değil, gerçek bir yeşil geçişi destekleyen ve sağlayan Avrupa olacaktır.
Bir noktada, örneğin Gençlik Garantisi ile bu yönde bir hareket oldu. Doğru model mi?
Hayır, Gençlik Garantisi yeterli değil. Ancak, daha büyük etki için üzerine inşa edebileceğimiz bir başlangıç. Örneğin Brüksel’de, bölgenin kamu istihdam kurumu, genç işsizliği 2014 ile 2018 arasında yüzde 32’den yüzde 25’e indiren Gençlik Garantisi’nin çok kapsamlı bir versiyonunu uygulamaya koydu. iş ve işsizlik gibi konularda Avrupa düzeyinde hareket etmek. Bana öyle geliyor ki bu bir siyasi irade ve siyasi öncelikler meselesi.
Avrupa sendikal hareketinin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şu anda şüphesiz geriye gidiyoruz. Belçika gibi otomatik olmadığı ülkelerde sendika üyeliği düşüyor.
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki çalışmalarım sırasında, Avrupa’da sahip olduğumuz fikrin aksine, sendikaların bir zamanlar orada çok güçlü olduğunu keşfettim. Ancak örgütleri, uyumlu kapitalist çabalarla yok edildi. Bugün, Amerikalı işçilerin sadece yüzde 6’sı sendikalı. Ancak bir canlanmanın birçok işareti var. Amazon, Starbucks, Apple ve diğerleri, yeniden canlanan sendikalar karşısında panikliyor. Bu kavgalar Amerika bağlamında çok zorlu çünkü bir birlik tarafından temsil edilme hakkını elde etmek için vaka bazında bir oy kazanmanız gerekiyor; her seferinde bir site veya mağaza. İşçi hakları, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yer almasına rağmen, ABD’de hiç ciddiye alınmamaktadır. İş kanununun tamamen elden geçirilmesini talep eden Clean Slate for Worker Power (İşçi Gücü için Temiz Sayfa) raporu gibi cesur girişimler, mevcut taban örgütlenmesi ile birleştiğinde umut için zemin sunuyor.
“Demokratik olduğunu iddia eden bir toplumda artık şirketleri despotik istisnalar olarak toplu olarak tolere edemeyiz”.
Her yerde sendikalar kendilerini içeriden yenilemelidir. Tarihsel meşruiyetleri varsa ve gelecekte buna sahip olacaklarsa, bunun nedeni işçi temsili için kolektif araçlar olmalarıdır. Fransız iş sosyolojisinin vaftiz babası Georges Friedmann’ın dediği gibi, işyerinin ötesinde dayanışmayı inşa edebilirler – “şirketler arası” dayanışma. Şu an için, hala güçlü oldukları sektörlere bağlı kalıyorlar, genellikle geleneksel işçi tiplerinin, diğer bir deyişle beyaz erkeklerin kazanılmış çıkarlarını savunuyorlar. Bu tehlikeli. Kendilerini demokrasi laboratuvarları olarak görmeli ve kapsayıcılık şampiyonu olmalıdırlar. Göçmen kökenli işçileri, kadınları ve işyerinde bulunan ancak sendika kuruluşlarında görülmeyen tüm azınlıkları çekmeyi başarmaları gerekiyor.
Bununla birlikte, Avrupa sendikacılığının yenilenmesine inanmak istiyorum. Sendikalara bir tavsiye vermem gerekirse, bu, toplumsal dönüşüm hedefleri söz konusu olduğunda, her zaman kendi içlerinde vaaz verdiklerini uygulamalarını söylemek olurdu. Bunun için daha güçlü olacaklar.
Diğer kilit aktör devlet. Karşılaştığımız pek çok zorluk küresel ama kamu otoritesi ulusal kalıyor…
Çalışmamın merkezinde şirketlerin politik varlıklar olduğu fikri yatıyor. Demokratik olduklarını iddia eden bir toplumda despotik istisnalar olarak artık toplu olarak bunlara tahammül edemeyeceğimizi anlamalıyız. Bu şirketleri demokratik mimariye sokmanın bir yolunu bulmalıyız. Devletlerimiz güçlüyken ve sınırlar sermayeye kapalıyken (1970’lere kadar) despot şirketleri “denetliyor” ve vergilendiriyorlardı.
Bugün, bu uzlaşma çöktü. İşçilerin durumuyla ilgilenmemiz yalnızca ahlaki nedenlerle değil, aynı zamanda politik ve demokratik nedenlerle de olmalıdır. Bu varlıkları yönetme hakkını tekelleştiren, ulusötesi olan ve hükümetten kaçan ve sonunda ulusal siyasetimizde çok önemli bir konuma sahip olan özel aktörlerin elinde böyle bir siyasi güce artık tahammül edemeyiz. Devletlerimiz, toplumlarımızın siyasi önceliklerinin korunmasını sağlamak için gerekli otoriteyi artık kullanamayan siyasi cücelerdir – gezegensel sınırlara saygı mutlak kritik önceliktir.
İki seçenek var. Teknolojinin bizi kurtaracağını, birkaç kapitalist şirketin aydınlanmış despotizminin iklim dahil tüm sorunlarımızı ele almamızı sağlayacağını düşünen Elon Musk’ın tekno-despotizmine doğru bir kayma var. Tamamen hayal ürünü. Ancak bir alternatifi var: bu varlıkların demokratikleştirilmesi ve politik mimariye yeniden yerleştirilmesi.
Modern devlet bu görev için donanımlı mı?
Avrupa’da öyle. Avrupa Birliği’ne bakarsak, inşasında zaten çok ilerlemiş durumda ve her an kendi topraklarında faaliyet gösteren şirketlere demokrasiye müdahale etmelerini yasaklamak gibi koşullar dayatmaya karar verebilir. AB ve üye devletleri, şirketler içinde dahili demokrasi için koşullar belirleyebilir – başka bir deyişle, onları demokratikleştirebilir.
Avrupa’da zaten bir aracımız var: Avrupa çalışma konseyleri. Avrupa düzeyinde aktif sayılabilecek kadar büyük ve bir Avrupa çalışma konseyi kurmuş 1000’den fazla şirket var. Bu, 1982 yılına dayanan ve yeniden gözden geçirilen bir yönergedir. Tabii ki şirketler, bu konseylerin daha az yetkiye sahip olması için bu direktifin mümkün olduğunca az revize edilmesini istiyor. Ancak Avrupa Sendikalar Konfederasyonu haklarını genişletmek istiyor. İyi haber şu ki, Avrupa Parlamentosu tarafından 16 Aralık 2021’de alınan bir karar bunu destekliyor.
Avrupa çalışma konseylerinin, kararları tıpkı yönetim kurulları gibi onaylaması için, onlara kurumsal yönetimde eşit güç vermemiz gerektiğini savunuyorum. Bu, devletler ve şirketler arasındaki ilişkiyi değiştirecektir. Bugün şirketler, hükümetlerin kendilerini düzenleme ve vergilendirme yeteneğini sınırlamak için her şeyi yapıyorlar. Ancak insanların kendileri hem toplumda hem de iş yerinde vatandaşlardır. Bugün şirketlere katılan genç neslin iklimle ilgili tüm bu endişeleri olduğu aşikar. Democratize Work‘de (Çalışma hayatını demokratikleştir) tartıştığımız gibi, yönetişim kararlarının (kurumsal strateji) işçi temsilcilerinin çoğunluğu tarafından imzalanması gerekseydi, Avrupa düzeyinde getirilen herhangi bir çevre düzenlemesi şirketler tarafından farklı şekilde karşılanacaktır.
İşin hayatımızdaki rolünü sorgulamak da kültürel bir değişimi temsil ediyor. Eğitim sistemleri işin anlamının dönüşümünü nasıl destekleyebilir?
Gramsci’nin talep ettiği iradenin iyimserliğini besliyorum. Eğitim sektöründe olup bitenleri takip ediyorum ve aktif öğrenme metodolojilerinin nasıl ana akım haline geldiği ve Montessori’nin bir ölçüt haline gelmesi beni çok etkiledi. Üniversitede artık çoğumuz 20 yıl önce düşünülemez olan ters yüz öğrenmeyi kullanıyoruz. Eğitim sistemimiz bağımsızlık için bastırıyor. Ancak ihanet, gençlerin ekonomik sisteme girmesiyle ortaya çıkıyor. İster şirketlerde ister kamu sektöründe olsun, işlerini etkileyen kuralları ve kararları etkileme yetenekleri elinden alınıyor. Daha fazla isyan olmaması şaşırtıcı. Özellikle kronik hastalık ve tükenmişlikteki patlama bu kırılma noktasını vurgulamaktadır. İşlerini etkileme yeteneklerinin elinden alınması, işçiler için dayanılmaz hale geldi.
İş dünyası, pandeminin önemli ölçüde baskı altına aldığı organizasyonlarda yetenekleri elde tutmak ve motivasyon kaybıyla mücadele etmek için aniden “işin anlamı” ve “misyonumuzun anlamı” ile ilgilendiğini söyledi. Anlam her şeyi ima edebilir, ancak ekonomide siyasi hakların yokluğunda, terimin Marksist anlamıyla bir yabancılaşma salgını var. Şirketler, gençleri nasıl çekeceklerini merak ettiklerinde ve insanların iş yerinde yeterince dinamik olmadığından şikayet ettiklerinde, uyguladıkları şiddeti anlamaları gerektiğini söyleyerek yanıt veriyorum. Gençler değişen iklimle birlikte zor bir dünyaya girmek üzereler. Onlara sorumlu davranmalarını ve harekete geçmelerini ama kurumsal dünyada sessiz kalmaları gerektiğini söylüyoruz. Bu, oldukça dayanılmaz bir yabancılaşma deneyimi. Ama uzun süreceğini sanmıyorum.
[1] Isabelle Ferreras, Belçika Ulusal Bilim Vakfı’nın kıdemli bir akademik üyesidir. Université catholique de Louvain‘de sosyoloji profesörüdür ve burada Sosyal ve Siyasal Bilimler Bölümü’nde ders vermektedir. Isabelle, CriDIS’in (Centre de recherches interdisciplinaires Democracy, Institutions, Subjectivity) daimi araştırmacısı olarak görev yapmaktadır. 2004’ten beri Harvard Hukuk Fakültesi’nde Çalışma ve İş Hayatı Programı’nın bir ortağıdır ve şu anda Kıdemli Araştırma Görevlisi olarak görev yapmaktadır. 2017 yılında Ferreras, Belçika Kraliyet Bilimler, Beşeri Bilimler ve Sanatları Akademisi, Sınıf Teknolojisi ve Toplumu üyeliğine seçildi.
Bu yazının aslı, İngilizce olarak 14 Eylül 2022 tarihinde Green European Journal’da yayımlanmıştır.
Görsel Tasarım: Olcay Özkaplan