Türkiye seçimlerin ardından oldukça kaotik ve belirsizliğin olduğu bir atmosfere girdi. Siyasetten beklentiler çok azaldı ve umutsuz bir bekleyiş hali yayıldı. Bir kabulleniş gittikçe yaygınlaşıyor. Dünyanın içinde bulunduğu koşullar da farklı değil. ürkütücü kabus senaryoları için her şey var. Ülkede özellikle seçim sonuçlarının etkisi ile iyice ağırlaşan bu ortamda, Yeşiller Partisi’ni kurma girişiminin de her türlü çabaya rağmen yasaları çiğneme pahasına engellenmiş olması, kaçınılmaz olarak Yeşiller arasında büyük bir moral motivasyon düşüşüne yol açtı. Yeni bir çıkış arayışında olan Yeşiller’in geçmişten buyana hem somut deneyimler hem de ideolojik çerçevede bir değerlendirme yaparak yola devam etmesi, belki de aranan çıkış yolunu bulmak konusunda bir ışık olabilir. Yeşil Siyaset Dergisi olarak, 40 yıllık geçmişi olan bu hareketin deneyimlerinin aktarılmasını da sağlayacak bu temelde bir tartışmanın, hareketin üstüne çöken ağır havayı dağıtacak bir esintiye yol açabileceğine inanıyoruz. Böylece yeni dönemde en doğru çıkış rotasının bulunması da kolaylaşabilir, yeni umutlar güçlenebilir. Bunu ummak için hareketin geçmişinde yeterince özgün, yaratıcı deneyimin olduğunu bu söyleşi de gösteriyor. Bunların yeniden hatırlanması ve yeni bakış açılarından gözden geçirilmesi bu işi kolaylaştırabilir.
Bu amaçla planladığımız söyleşi ve tartışma serisinin ilki olarak, geçmişte kurulan 3 partinin ve son olarak kurma girişimi sürecindeki 4. parti dahil başkan ve eş sözcülük yapmış 6 lideri ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Her biri, hareketin geçmişinde pozisyonları itibariyle yaşananları en önde ve en iyi deneyimleyen insanlar. Dolayısı ile onların aktaracakları değerlendirmelerin, geleceğe ilişkin görüş ve önerilerin mevcut tıkanmada yeni bir nefes olmasını ummamak için bir neden yok.
Sözünü ettiğimiz çerçevede bu söyleşiyi iki bölümde planladık. İlk bölümde her başkan ve eş sözcüden dönemlerinde bu görevi üstlenirken neler düşündüklerini ve planladıklarını, daha sonra yaşananlar ile birlikte değerlendirerek deneyimlerini aktarmalarını istedik. İkinci bölümde ise, bu geçmişi de göz önünde tutarak son dönemde yaşananları değerlendirerek, gelecek için görüş ve önerilerini sorduk. Ortaya bu anlamda düşüncelerimizi doğrulayan, ilham verici bir söyleşi çıktı. Bu söyleşiyi okurken Yeşiller’in geçmişte yaptıklarını ve ne kadar özgür, yaratıcı bir siyaset izlediklerini görerek bugün yaşananları anlamlandırmaya çalışırken, zaman zaman zorlandığınızı hissedebilirsiniz. Dönemler arasında oluşan ciddi değişimi görmek, kuşkusuz olaylara bakarken sahip olduğumuz perspektifin ne kadar geniş olması gerektiğini de fark etmemizi sağlayacaktır. Söyleşinin ilk bölümünü aşağıda veriyoruz. İkinci bölümünü, hem içeriklerinin farklı olması açısından hem de okuma sürecini kolaylaştırmak için ayrı bir yazıda sunuyoruz.
Yeşil Siyaset Dergisi: Hoş geldiniz, davetimizi kabul ettiğiniz için hepinize teşekkür ederim. Parti kurma girişiminin ardından yaşananlar aslında herkes için beklenmedik bir süreçti. Sürecin bu denli kararlı ve uzun bir şekilde devam edeceği hiç öngörülmemişti. Sonuçta bunun etkileri diğer nesnel koşulların da katkısıyla başka bir boyutta çok farklı bir sürecin yaşanmasına neden oldu. Türkiye genelinde de son dönem benzer bir durum yaşandı; yani iktidarın seçimlerde kaybedeceği ve yeni bir dönemin başlayacağı beklentisi çok yüksekti ama aniden bambaşka bir realiteye düşüldü ve hem siyasette, hem toplumsal hayatta büyük bir boşluk oluştu. Bu boşlukta da her zaman olduğu gibi herkes birbirine düştü ve bütünü değil tekili kavrayan yerlerden dağınık, birbirinden kopuk söylemler ile başlayan tartışmalar kavgaya dönüşmeye başladı. Kısaca bu, hem ülke hem de Yeşil Hareket açısından geçerli. Ama Yeşiller Hareketi, Türkiye’de tarihi olan bir hareket. Yani yeni bir oluşum değil. Önemli bir geçmişi var. Ancak politik anlamda bugüne gelinceye kadar yaşanan her dönemin koşulları kendine hastı ve doğal olarak her birinde de Yeşiller’in duruşu ve pratiği bugünkünden farklıydı. Sonuç olarak yeşil hareketin kendi dönemlerinde geneline en hakim pozisyonda olan eş sözcü konumundaki arkadaşlarımızın o zaman neyi nasıl gördüklerini, nasıl kararlar verdiklerini bilmek ve anlamak günümüze bir ışık tutabilir. Aynı zamanda bu yeni bir deneyim aktarımı olabilir. Ve nihayet yeni tartışmalara da bir zemin hazırlayabilir diye düşünüyorum. Buna kronolojik olarak yaklaşırsak, dönemini aktarmaya şu anda en eski eş sözcülerimizden olan Bilge Contepe’den başlamak istiyorum. Bilge, ilk partinin genel başkanı olarak neler aktaracaksın bize?
Bilge Contepe: Evet ben şimdi biraz eleştiriler de söyleyeceğim. Ben ilk Yeşiller hareketini bireysel olarak kendim izleyerek, yaşayarak hissettim. Biz İstanbul’dan Bodrum’a, bir yolu falan olmayan Turgut Reis’ten Akyarlar yolu üzerinde bir tatil köyü inşaatına gitmiştik. Okulu yeni bitirmiştik ve eşimle gazeteden bulduğumuz bir ilan ile gelmiştik bu işe. Ben sol bir hareketten geliyordum; yani 68 – 78 kuşağının içinde olduğu birçok olayı yaşadım. Devrimci radikal bir çizgideydim. Ama oraya taşınınca ben gerçek anlamda doğayı keşfettim, doğanın oradaki canlılığını güzelliğini keşfettim. Mandalina bahçeleri, Bodrum’un eski yüzü ve zaman içinde de bu değerlerinin nasıl ranta kurban edildiğini gördüm, izledim. Çoğu İstanbul’dan gelen kapitalist insanların köylüleri meyhanelere götürüp kandırarak oradaki arsaları nasıl talan edip el attıklarını gördüm. Bu arsalarda nasıl büyük yapılar ve kendi özel malikanelerini oluşturduklarını gördüm. Bununla mücadele etmenin gerektiğini birey olarak hissetmeye başlamıştım. Artık doğanın kurban edilmesinin karşısında durmanın gerekliliğini görerek birçok yanlışlığı orada incelemeye başladım. Türkiye’de de bu tip hareketler başladı. Caretta Caretta’lara gidenler oldu, Ankara’da Güven Park eylemi başladı. Bodrum’da aynı düşüncede olduğum birçok arkadaşla buluştum. Kendi aramızda toplantılar yapmaya başladık. Derken İzmir’de Yeşiller toplantısı olduğunu duymuştuk, buraya birkaç kere davet edildik ve oraya gittik.
Avrupa Parlamentosundaki Yeşiller’in eski 68 kuşağı Petra Kelly ile Daniel Cohn Bendit, Joschka Fischer gibi kişilerin de oradaki çabaları ve politik çizgileri bizi çok etkiledi. Bu hakikaten devrimci bir hareketin yeni bir yüzü olarak bizi çok heyecanlandırıyordu, açık söylüyorum. Yani bizim gibi 68 – 78 kuşağından gelen insanları. Ve Bodrum’da bayağı çok sayıda arkadaşlarla buluştuk; İstanbul’dan kentlerden gelip oraya yerleşmiş ve bunu hisseden insanlarla buluştuk; toplantılar başladı kendi aramızda. İzmir’e toplantılara gidip geldik birkaç kere. Ondan sonra benim derdim ise: emek ekseni Yeşiller’de ne olacak? Her zaman bunu derim bizim eksen kayıyor, kayıyor diye… Benim hep arkadaşlarım bilir, hep söylediğim odur. Yani biz tamamen doğaya çaba gösterirken, mesela burada işçi sınıfı, köylü, bunlarla ilişkilerimizi nasıl götüreceğiz? Çünkü biz solda, emek eksenli bir sol kuşaktan geldiğimiz için, beni bu eksen çok kaygan gibi hissettirmiştir oldu bitti. Yani biraz daha köklü bir siyasi yapının yeşil politikada oluşması, arkadaşlarımla konuşmalarımızda hep bu vardı; Yeşiller’in yeşil politikada oluşması, bir eksende daha sağlam durması gerekiyor. Mesela biz burada yakında bir eylem yaptık. Burada bir fabrika var, pirina fabrikası, müthiş bir şekilde zeytin küspesi yakıyor. Fakat tabii bütün kimyasallar var ve çok koku yapıyor. Yine benim ilişkilerimle büyük bir grup oluşturup fabrikaya gittik; ama işçiler emekçiler etrafına dizilip fabrikayı korudular. Biz aynı şeyi Yatağan Termik Santrali’nde yaşadık; işçilerden dayak yedik; yani bayağı tekme tokat üstümüze gelindi, yani emekçi ile ekoloji hareketi bir şekilde nasıl buluşturulabilir, veya sendikalarla bunu nasıl şey yapabiliriz? Mesela Yatağan’daki Termik Santrali vermişler, çok korkunç, çok eski bir teknoloji, müthiş bir yanlışlıkla çalışıyor; müthiş kirleticileri var ve orada çalışan fabrikadaki işçilere yoğurt ve süt veriyorlar mecburi. Sendika bunu söylemiş. Fakat işçiler bunu maaşlarına eklensin diye almıyorlar ve fabrikada o zehirli işleri bunları yemeden içmeden yapıyorlar. Sendika ile görüşmelerimizde bunu anlattığımızda bunun artık kendi tercihleri olduğunu öğrendik. Bunu nasıl çözebiliriz; yani Yeşiller bunu çözmek zorunda; o zaman işçilerle fabrika ve kirletici sanayiler arasında ilişki kuramıyoruz. Bu her zaman Yeşiller’in önüne çıkacak bir problem olacak. Bakir yerler demek istemiyorum. Mesela daha çok termik santraller, fabrikalar, bütün kirleticiler ile Yeşiller, eylemlerimiz veya çevreciler nasıl baş edecekler? İçinde çalışan emekçiler bize karşı durdukça bunun nasıl bir çözümü olacak? Onun için bir eksen, yani emek ekseni, ekoloji ekseni arasında kaygan bir durum var. Bunu nasıl konuşup çözebiliriz? Sendikalarla mı konuşacağız, kendimiz öneriler mi götüreceğiz? Mesela benim hep kafamda bu sorun var; açık söyleyeyim.
“Behice Boran’dan sonra benim gibi böyle biraz marjinal tarz, giyimi kuşamı farklı, tayyör giymeyen, çevreci, doğacı, hayvan-sever farklı bir kadının çıkması çevreden çok ilgi topladı.”
YSD: Peki ilk Yeşiller Partisi kurulduğunda bir şey yapabildiniz mi bu konularda?
BC: İlk Yeşilliler partisi kurulduğu zaman yani kurucu olarak Bodrum’dan gidemedik, İzmir’den arkadaşlar falan gitti. Ankara’dan dediler ki, “biz çok marjinaliz hani böyle şeyiz, biraz daha derli-toplu bir başkan bulalım”. Ankara’da temiz hava çalışması olan, daha önce Avrupa Parlamentosu (AP) milletvekili olmuş bir hocayı, Celal Ertuğ’u, -ama iyi bir insandı yanlış anlamayın, ben onu sevdim, biz sevdik yani onu- başkan yaptılar; sonra da pişman oldular hepsi. Daha çok İzmir’dekiler pişman oldular; dediler “ay bu adamı nereden seçtiler, biz Yeşiller ne dersek olmuyor”. Kavgalar oldu falan. En nihayet olağanüstü bir kongrede beni önerdiler. Dediler ki “Bilge sen [başkan] ol; çünkü Celal Ertuğ sana karşı gelemez; bize gelir; biz kavga ettik; ama seninle etmez”. Ben de bunu kabul ettim ve ilk -o zaman eş sözcülük yoktu- Yeşiller’in genel başkanı oldum, Celal Ertuğ’dan sonra. O zaman gençtim; orijinal giyiniyorum, blucinler şunlar bunlar… ve basının çok ilgisini çekti; bir kadının parti başkanı olması çok ilginç. Ankara’da TRT’ye gittik. O zaman bütün parti başkanlarının bayramlarda resimleri çıkıyor; altında da bayram kutlama tebrikleri var. Biz de ona yazıldık; arkadaşlar götürdü yani illa, “Bilge bu reklamdır” diye. Aman o ne kadar çok etkili oldu. Herkes yazılar yazıyor; üyelerden tebrikler geliyor; hapishaneden bize yardım edin mesajları, köylerden şeyler… Ben tabii bütün erkeklerin arasında bir tane kadın çıkıyorum. Benim mesela o zaman kıyafetim de ilgi topladı. Ondan sonra benim eş sözcülüğüm yani genel başkanlığım çok kısa süreli oldu; fakat çok etki yarattı, Türkiye’de Behice Boran’dan sonra o zaman. Tansu Çiller’i benden sonra çıkardılar. Behice Boran’dan sonra benim gibi böyle biraz marjinal tarz, giyimi kuşamı farklı, tayyör giymeyen, çevreci, doğacı, hayvan-sever farklı bir kadının çıkması çok ilgi topladı, yani çevreden çok ilgi topladı. Biz de devamlı eylemler halindeydik zaten. Bir tek Bodrum civarında bile birçok eylemimiz oldu. Termik santraller konusunda çok aktif çalışmalar yaptık. Yatağan, Yeniköy, Kemerköy yeni yapılıyordu. Hiçbirinde de baca gazı filtresi yok o zamanlarda. Müthiş bir şekilde çocuklara biz okullarda maske dağıttık, sokağa çıkmayın dedik; ölürsünüz, vs köylerde kampanyalar yaptık falan ve zar zor etkilerimizle bacalara filtre takıldı. Tabii bu filtreler ne kadar etkiledi zararı, çok da değil yani. Kemerköy konusunda Yeşiller olarak çok büyük aktiviteler yaptık; orada çok eylemler yaptık, termik santrali işgal ettik, birkaç kere gözaltına alındık. Daha sonra ben ilk kongrede, -ki benim hep derdim odur, çabuk kaçarım nedense; yani görevimi yapayım gideyim düşüncesi vardır bende-[görevimi devrettim] ve benden sonra olan arkadaşımızın ne yazık ki sorunları oldu, bir şey yapamadı. Bu kadar büyük bir mücadele ve bu kadar tanınmadan sonra Parti kendine döndü. Herkes de çekiliveriyor, anlamıyorum bu Yeşillerde? Bir var oluyor insanlar, üç gün sonra nereye kayboluyorlar bilmiyorum; yani arıyorsun, “buradayız” diyorlar, ama yoklar. Yani insan yapısında çok gelgeç hareketler var. Bu neden oluyor? İşte bunu sorgulamamız lazım; ya politik kayganlıktan oluyor ya eş sözcülere, başkanlara güvenmemek gibi bir şeylerden oluyor. Parti kapandı, Parti kapatıldı; zaten yürümüyordu yani. Parti kapandıktan sonra ben devam ettim, Yeşil bir kadın olarak hiç bırakmadım; eylemler, nükleer santral eylemleri, köylülerle eylemler, hepsine devam ettim ve basın ‘Yeşiller’in eski genel başkanı’ falan diye… Sürekli böyle hep medyadaydık yani. Bırakmadım ben niye bırakayım; ben bu görevimi sürdürdüm. Sonra ÖDP’den devam ettim……
YSD: Bugün Türkiye’de çok yol alınmış gibi görünmüyor mu? Yani şöyle; o tarihlerde toplumun yer yer tepki gösterdiği bir yeşil hareket, Yeşiller var. Yeşiller’in kendini gösterme çabası var. Bugünse en çok konuştuğumuz şey siyasette büyük bir Yeşiller boşluğu olduğu. Yani ihtiyaç var, her yerde belli bir ilgi var. Bu çerçevede bakınca sanki oradan buraya yeşil hareket epey yol almış gibi görünüyor diye değerlendirebilir miyiz?
BC: Evet. ÖDP’de yine ters düştüm ben. Bir köy kampanyasında. İşte Saruhan [Oluç] ile falan tartıştık. Köylünün su kaynaklarına ÖDP’liler el attı, ben de onlara karşı eylem yaptım. Köylüleri ÖDP Genel Merkezine götürdüm falan. Oradan Disiplin Kurulu’na verdiler. Disiplin Kuruluna verdikleri için Parti Meclisi’nde bir konuşma yapınca Parti birdenbire ikiye bölündü. Bir çok istifalar ile, ben de istifa ettim. Yani birçok grup da aynı gün istifa etti; benim onlarla çok ilişkim olmadığı halde. İstifa ettikten sonra ben İstanbul’da arkadaşlarımla buluştum. Ya dedim, olmuyor orada burada, tekrar bir Yeşiller Partisini biz kuralım, ihtiyaç var diye başladık işte. Ümit [Şahin] ile, Ender Eren ile görüştüm. Birçok arkadaş, eski arkadaş, Yeşiller’den yeni insanlarla konuştuk. Burada büyük bir hata yaptık. Kurulması için senelerce konuştuk. Bu ikinci parti için çok uzun muhabbet, çok toplantılar oldu. Tartışmalar çoğaldı, gruplar oluştu, çok uzadı çalışmalar, iki sene falan sürdü. Ondan sonra burada tabii öğretmenler çıktı: “ben daha iyi bilirim, sen yaparsın, ben yaparım” derken ayrılmalar, aramızdan kopuşlar oldu ikinci parti kuruluşunda. Sonra ben yine geçici eş-başkan, -Ümit bana “sadece bir sene, bir dönem için sen eş sözcü olur musun?” diye sormuştu; ben de “beraber olursak, olurum” dedim- oldum. Ama Ümit bir süre sonra ayrıldı. Ondan sonra ben tek başıma bir dönem [başkanlık] yapmak zorunda kaldım. Ben yalnız bırakıldım. Ondan sonra, yalnız bırakıldım ama yine de hakkı ile çalıştığımı düşünüyorum. Birçok [yerel] örgütün kurulmasına çaba gösterdim. O zaman Kürt sorunu vardı. İkinci parti sürecinde bunda çok ağırlıklı bir çalışma yaptım; bölgeye çok gittim, oradaki toplantılara çok katıldım; her toplantıda Yeşiller Partisi olarak çağrılı oldum, her eylemde var oldum. Sonra da işte zaten Ümit’le pazarlığımız bir dönemdi; vaktim geldi bıraktım. Çok da kalabalık bir kongre yaptık en nihayet; o kongreyi unutamıyorum. Aslında hep başlarken ufak ufak başlıyoruz, ama bitiş kongreleri, -yani benim parti kongrelerim- çok kalabalıktı. Hakikaten öyle güzel bir kongre ile teslim ettim. Ondan sonra da işte ben kendi hayatıma döndüm.
YSD: Bilge, bence tam olarak güzel bir yere getirdin buradan da Ümit ile devam edelim.
Ümit Şahin: Ben hikayeyi anlatmaktan ziyade ikinci Yeşiller Partisi döneminin tablosunu genel olarak çizmeye çalışayım. Bilge’nin bahsettiği gibi onun ÖDP’den ayrılmasının ardından 2002 başında yaptıkları çağrıyla çalışmalara katıldım. Tabii ondan önceki 10 sene boyunca da hem nükleer karşıtı hareketin hem de çeşitli şekillerde yeşil hareketin içindeydim. Ama tam da Bilge’nin ÖDP’den kopması ve ÖDP’nin dağılmaya başladığı o dönem, Yeşiller’in tekrar ortaya çıkmasında önemli bir dönüm noktasıdır. O dönemi anlamak ve özellikle de son dönemden farkını anlamak için birkaç noktaya dikkat çekmek lazım:
Birincisi o dönemki partinin, yani ikinci Yeşiller Partisi’nin kuruluşundaki en önemli kaynaklardan bir tanesi nükleer karşıtı harekettir. 1990’lar boyunca nükleer karşıtı hareket, yani Akkuyu mücadelesi, o kadar güçlenmiştir ki kendi içinden bir parti çıkma olasılığı çok erken belli olmuştur. Daha birinci Yeşiller Partisi’nin kapatılmasından hemen sonra, 1994’te Ankara’da yeniden Yeşiller Partisi kuralım mı diye bir toplantı yapılmıştı, benim katıldığım Yeşiller Partisi ile ilgili ilk toplantı oydu. Demek ki daha 1994’te ilk parti kapatılırken ikincisine yönelik çağrılar ve konuşmalar başlamıştı. Ancak o çalışmalar, 90’larda bir yere varamadı. Nükleer karşıtı hareketin çalışmaları çok yoğundu, başka mücadeleler vardı; ve ancak 2000 yılında nükleer karşıtı mücadelenin başarılı olmasının ve Akkuyu Projesinin iptal edilmesinin ardından hareket içinde aktif olan Yeşillerin rahatlamaları ve ÖDP içindeki birkaç kişinin de bağımsız hale gelmeleri ortamı hazırladı. Nükleer karşıtı hareketin başarısı da pozitif bir hava yarattı tabii ve o sürecin bitmesiyle insanların daha fazla zamanı oldu. En önemli nedenlerinden biri budur. Yani Türkiye’deki ikinci Yeşiller Partisi ilginç bir şekilde nükleer hareketin içinden çıkmış bile sayılabilir. Ama zaten birinci Yeşiller Partisi’nden gelen insanların da nükleer karşıtı hareketi ve dönemin, yani 90’lı yılların diğer ekoloji mücadelelerini oluşturmaktaki payları önemlidir. Böyle ilginç bir ilişki var.
“90’lı yıllardaki mücadelenin içinde solun yarattığı büyük hayal kırıklığı ile birlikte, hem gençlerde hem de önceki kuşaklarda bir yandan yeşil düşünceye yönelik ilginin bir yandan da aktivizmin artması…”
İkincisi, 90’lı yıllardaki mücadelenin içinde solun yarattığı büyük hayal kırıklığı ile birlikte hem gençlerde hem de önceki kuşaklarda bir yandan yeşil düşünceye yönelik ilginin bir yandan da aktivizmin artmasıdır. Mesela yine o yılarda Greenpeace kuruldu, başka örgütler ortaya çıktı falan, önemli bir dinamizm vardı. O dönemdeki, 90’ların sonlarındaki ve 2000’li yılların ilk yarısındaki dinamizmin ben bugün hiçbir şekilde olmadığını düşünüyorum. Bugün yeşil düşünce açısından bile öyle bir arayış yok toplumun genelinde. O zamanlar toplumda enteresan bir arayış vardı; dergiler çıkıyordu, fanzinler yayımlanıyordu, sürekli toplantılar yapılıyordu falan. Şu anda işler çok kurumsallaşmış durumda. Yeşil düşünce de kurumsallaştı, bir heyecan eksikliği var. Oysa durum tabii çok daha vahim iklim krizi nedeniyle.
Yine o dönemin önemli iki belirleyici dışsal özelliği vardır: bunlardan bir tanesi Kürt sorununda barış sürecidir. İkinci Yeşiller Partisi’nin kurulmasından önceki dönem açısından çok kritiktir bu. Yeşiller, Kürt sorununda şiddetsiz çözümü savunan, ama aynı zamanda Kürt halkının mücadelesini de destekleyen bir hareket olarak o dönemde enteresan bir pozisyon kazandı. EDP ile birleşmeye doğru giden yolda yaşananlar açısından da bu önemlidir. Bence Yeşiller’in Kürt sorununda aktif tutum alması, ama bunu pasifist bir barış dili ile yapması, Bilge’nin demin söylemeyi unuttuğu Barış Ağacı Kampanyası gibi yine Yeşiller’in 90’lı yılların ilk yarısında yarattığı ilk kampanyalarla böyle bir yolun açılmış olması da tabii, bence önemliydi. Ama sonradan bu Yeşiller için çok da pozitif bir şeye dönüşmedi maalesef. Dönüp dolaşıp Yeşiller’in zararına oldu hatta, ama ne yapalım? Bir diğeri ise ÖDP’nin bir solu birleştirme projesi olarak çıkıp solu dağıtması, Yeşiller’in de 2000’lerde yeniden doğmasının nedenlerinden biridir. Tabii bir şey daha var: O yıllar siyasetin daha açık olduğu bir dönemdi, bugün ile kıyaslandığında, hiç kıyas kabul etmeyecek kadar hem de. Siyaset yapmak görece mümkündü ve bir arayış vardı.
Üçüncü ve en önemli konu da 1999’dan itibaren özellikle de 2000’lerin ortasında Avrupa Birliği sürecinin başlamış olmasıdır. Türkiye’de demokratikleşme konuşuluyordu. Bugünden bakınca rüya gibi bir şey yani. Bugün yaşadığımızın tam tersi. O zaman da tabii demokrasi yoktu Türkiye’de ama, demokratikleşme süreci ya da siyasi yapının az ya da çok demokratik bir nitelik taşıması yeşil siyaset için olmazsa olmaz ön koşuldur. Bu nedenle de o dönemin yeşil siyasetin ortaya çıkması için uygun bir dönem olduğu söylenebilir. Gerçi zayıf bir kadroyla ortaya çıktık, yeterince örgütlenemedik; ama dış şartların daha olumlu olması, daha demokratik bir ortam olması, ikinci partinin yapıp ettiklerini etkilemiştir diye düşünüyorum.
YSD: Evet Sevil, senin anlatacakların ile devam edelim.
Sevil Turan: Aslında ikincinin çıkışını Ümit daha da iyi anlatır; ama ikinci bölümde ona yer vermek lazım. Çünkü partinin çıkışında, çünkü şöyle bir süreç vardı aslında: Ümit’in bahsettiği ülke siyasetindeki koşullar, gidişat, aslında bir miktar Yeşiller’i de eritmeye başlamıştı ve biz o dönem bir çıkış arıyorduk. Çünkü küçük bir aktivist grup gibi hareket eden bir yapı vardı. Fikirsel olarak oluşturduğumuz bir alan vardı; ama bunun Türkiye siyasetinde ya da etki alanındaki varlığı gittikçe zayıflıyordu. Bu parti içi sorunlara da sebep oluyordu. Aynı şekilde Parti kendi kurumsallaşmasının yükünü de bir anlamda götüremiyordu. Çünkü ikisinin arasında bir yerde bir formatta ilerliyordu. Ben de o dönem, Parti’nin son dönemlerinde, daha çok aktivist, sokakta hareket eden insanlardan bir tanesiydim. Hatta o Parti’nin son dönemlerinde biz yerel seçim kampanyasını Yeşiller olarak yapmıştık. Bence bu da önemli bir dönemeç noktası; o deneyimleri de konuşmak önemli. Bence çok doğru bir adımdı bunu o şekilde yapmak o dönemde, gerekli ve önemliydi. Ama bunun sonucunda ve devamındaki çıkarımlarında ise şöyle bir tartışma da olmuştu.
YSD: Parti kendi adıyla girdi ama değil mi?
ST: Evet, parti bağımsız adaylar çıkarttı. Hatırladığım kadarıyla adaylar, İzmir Konak’ta Derya Özgüzel, Hatay Samandağ Tomruksuyu beldesinde Sarpkaya Öz’dü. Kadıköy’de Birlikte Başarabiliriz Platformunun ortak belediye başkanı adayı olan Nursel Şengür desteklendi. Bursa Nilüfer’de Sevgi Mutlu, İstanbul Şişli’de Sabri Ender Eren, Tekirdağ Merkez’de eski Yeşiller’den Kahraman Şahin Belediye Meclisi üyeliklerine aday oldular. Samandağ’da %10 oy alındı.
YSD: Bu bile bayağı ciddi bir iş yapıldığını gösteriyor o zaman.
ST: İkinci parti sürecinde oldu bu. Özellikle bu seçim kampanyası iyi bir örnekti. Partinin bir yandan kurumsallaşarak siyasette adım atması, bir de siyaset biçimlerinde o kısma dair birkaç şey söyleyeceğim: Ama Ümit bence buraya geri dönüp bir daha o dönemi yorumlasa iyi olur. Çünkü o süreçte partinin eş sözcülüğünü de götürdüğü için bence önemli. Ama ben ona dair birkaç şey söyleyeceğim. Birincisi, şu anda yürütülen kampanyada da yürütülen bir birkaç şeyi değiştirerek o dönemde yapmıştık: mesela böyle genç insanları ve bağımsız isimleri aday göstererek aslında bir farklılaştırma, o dönemin seçim kampanyalarında böyle bir şey yapmıştık. O dönemde bir takım koalisyon ortaklıkları vardı. Koalisyon adını şu anda hatırlamıyorum, galiba “emek ve özgürlük” idi, onlarla beraber hareket ederken bir yandan biz bağımsız adaylarla girmeye karar vermiştik. Buradaki hedef esasında, bu Yeşiller Partisi’nin bir parti olduğunu, hep parti olmayan partiden bir parti olduğuna dair bir ismi öne çıkarmaktı. Ama asıl önemlisi, o dönem yeşil politikalar, iklim meselesi, çevre mücadelesi birazcık ikincil bir siyaset meselesi görüldüğü için aslında bunu yüksek perdeden bir siyaset olgusu olduğunu söyleyebilmek için özellikle böyle bir girişimde bulunmuştuk. Ben o dönem Bursa’da idim; Sevgi’nin kampanyasını yürütmüştük, Sevgi ile beraber. ‘Muhacirler’ denilen Bursa’da bir grup var, Sevgi de oradan geliyordu; o ekibe yoğunlaşarak, aslında oradaki mahallere yoğunlaşarak, bayağı mahalle çalışması yapmıştık. Bence bu açıdan çok önemliydi. İzmir’de başka bir formatta oranın dinamiklerine göre bu kampanya yürütüldü. Tekirdağ’da aynı şekilde. Hatay Samandağ’da ayrı bir kampanya yürüttük ki bence aslında şu anda tartıştığımız işte Yeşiller Partisi nasıl siyaset yapar vizyonuna dair önemli hususlardan bir tanesi de Samandağ idi. Çünkü adayımız seçimi kıl payı kaçırdı gibi bir durum olmuştu. Seçimin kazanılması için birincisi, daha çok seküler bir coğrafyadan, yerelden ve vizyoner olan, Yeşil olan bir insanın aday gösterilmesi; ikinci, oradaki yerel dinamikleri bilerek, görerek hareket edebilecek bir kampanyanın oranın özelinde hazırlanması bu şeyi kolaylaştırdı. Öte yandan, kampanyanın kaybedilmesinde ise aslında bence Yeşiller’in seçim kampanyasının içinde kurumsal olarak fazla destek sunamaması; yerel dinamikleri kurumsal siyaset düzeyinde işbirlikleri ile destekleyememesi bu süreci etkiledi. Çünkü Sarp çoğunlukla bu kampanyayı tek başına yürüttü ve Yeşiller’in orada bir etkinliği yoktu. Sadece bireysel ilişkilerden yürüdü bu çalışma orada. Daha güçlü olan partilerle bir şekilde iletişim ve işbirliği ve kurumsal ağırlıklı yapılsaydı, belki bu seçim kampanyası farklı da olabilirdi.
“Genç bir ekibin de orada olması ile o dönemden sonra zaten seçme ve seçilme yaşı değiştirilmişti.”
YSD: Bunları öğrenmek şimdi şaşırtıcı aslında; çünkü bilmeyen ve sadece yakını ve bugünü gören için gerçekten şaşırtıcı. Bu kapsamda ve böyle bir işin o gün yapılmış olması önemli bir deneyim.
ST: Evet bu çok şeyde çıkmıştı, mesela o dönemde ben de adaylardan bir tanesiydim, o dönemde tabii başka bir Türkiye vardı. Başka daha genç arkadaşlar da vardı. Bir grup işte yaşlarımız tutmadığı için mesela biz aday olamamıştık. Türkiye siyasetinde demokrasi nasıl değişiyor bence önce iyi bir izlenci. O dönemde sivil toplumda, sivil siyasette de bu yaş kampanyası da götürülmüştü. Biz de böyle düşük profilli o kampanyayı desteklemiştik. Genç bir ekibin de orada olması ile o dönemden sonra zaten seçme ve seçilme yaşı değiştirilmişti.
İkinci partinin son dönemlerinde evet böyle aktif, böyle mobilize olan bir örgütlülük hali vardı. Eylemlerdeydik, yerel hareketlere desteğe gidiyorduk; sadece Beyoğlu Partisi değildi gerçekten. O çevre hareketlerinin nabzını tutabilme konusunda aktivist ruhu güçlü bir Parti idi o dönem. Ama seçimlerden sonraki süreçte seçim çalışmasının bir takım aktif üyeler üzerinde biriktirdiği yükün de etkisiyle sanırım tekrar toparlanmakta da oldukça güçlük çektiğimiz bir dönem olmuştu açıkçası. Böyle bir içe dönme ve küçülme dönemi olmuştu o dönem de…
YSD: Ne olmuştu, neden içe dönülmüş ya da kapanma olmuştu? Şimdi olduğu gibi bazı tartışmalar mı oldu?
ST: Değil, bizim seçim sonrasında “seçime girme kararı, kapasitemiz açısından doğru bir karar değildi” tartışmaları oldu. Ama o kısmı biraz daha genel merkezde olduğu için bence Ümit’e bırakacağım. Ben çünkü yerel örgütte bir üyeydim sadece bir sürece kadar.
ÜŞ: O seçimden sonra 12 Eylül referandumu geldi; asıl orada tartışmalar koptu.
ST: Seçimle ilgili de bir tartışma vardı. Seçime girilmemesi gerektiğini düşünen bir ekip vardı; ama Yeşiller’de konsensüs kültürü bir çok tartışmalı konunun önünü açmıştı. Yol verme denilen ve bu süreçte işleyen bir sistem bence Parti kültürü açısından önemliydi. Çok aykırı düşünceler olsa bile bu yol verme kültürü işliyordu; ama işte seçime bu kapasiteyle girilmemesi konusu da mesela tartışma oldu. Yetmez ama evet tartışması, buna dair çok sert eleştirilerin yapılması, Parti’den bir takım kopuşları getirdi. O dönem parti evet-hayır ve boykutçular arasında partinin tüm farklı pozisyonlarını içeren bir açıklama yapmıştı ve ortak bir karar çıkaramamıştı. O dönem yeşillerin yaptığı parti açıklaması şöyle idi:
“Yeşiller Partisi olarak 12 Haziran secimlerinde Emek, Özgurluk ve Demokrasi Bloğu’nun bağımsız adaylarını destekliyor, herkesi Blok adaylarına oy vermeye çağırıyoruz.
Üyelerimiz ve aktivistlerimiz Blok adaylarının kampanyalarında aktif olarak çalışıyorlar. Ayrıca seçim kampanyasında çalısan bütün aktivistler için “2011 Seçimlerinde Yeşil Politikalar” başlıklı bir de broşür yayınladık. Bu broşürle amacımız, partimizin seçime ilişkin görüşlerini ortaya koymak değil, Blogun seçim bildirgesinde yer alan ekolojiye iliskin politikalara daha detaylı bir şekilde bakmak, gerekli arka plan bilgilerini ve yeşil bir bakiş açısıyla hazırlanmış politik önerileri el altinda bulunacak bir şekilde derlemekti. Bu broşür hem web sitemizde, hem de seçim bürolarında bulunabilir.
Bu bildiride Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloğu’nda yer alan siyasi partilerden biri olarak hem bu desteği bir kez daha ifade etmek, hem de seçim sürecinde sık sorulan bazı sorulara yanıt vermek istedik. En sık sorulan sorular neden Blok adaylarını desteklediğimiz ve neden parti olarak seçime girmediğimizdi. Aşağıda bu soruların yanıtlarını bulabilirsiniz.”
Üçüncü döneme, üçüncü partiye geçeyim. Ümit bu döneme dair Yeşiller Partisi nerede doğru konumlandı ve aslında üçüncü döneme geçişteki tartışmaları birazcık daha detaylı analiz eder.
BC: O dönem milletvekili adaylığımız da vardı. Ben İzmir’den milletvekili adayı olmuştum.
ÜŞ: Evet ama parti kurulmadan önceydi o Bilge. 2007’de kurulmadan bir sene önce sen İzmir’den, Neriman Eren de Bursa’dan 2 kadın adayla seçim çalışması yaptık; kurulmadan önce.
ST: Tamam, üçüncü dönem aslında birazcık bunların gölgesinde devam ederek gitti. Çünkü Parti bir miktar eriyordu ve o dönem Türkiye’deki siyaset düzlemi değişiyordu. İşte AKP’nin böyle daha da otoriterleşmeye başlaması, o dönemin öncesinde sivil alanın açılması ile bir çok partinin siyasi örgütlenmeye girmesi, sivil toplumun etkinleşmesinin etkisiyle toplumda aslında başka bir eğilim de başlamıştı. Bir yandan AKP iktidarının başlangıçta yarattığı o göreceli özgür ortamda insanların politikadan uzaklaşması, toplumda genel eğilimin bu yönde olması; diğer yandan da aslında bu otoriterleşen ortam ile başlayan bir değişim de vardı. Bu şekilde siyasete bir mesafe ve tepki de oluşmaya başlamıştı. Bu yüzden siyaset yapma alanının da zorlaştığı kısımlar oluyordu ama bir yandan da bu partinin kendi iç sorunlarıyla yeni bir vizyonu artık o dönemde ortaya koyamamasıyla, değişen ortamda bir şekilde Parti’nin altyapısının güçlendirmek ve seçime girmek amacıyla EDP ile birleşme meselesinin tartışması yapıldı. Süreçte müzakereler yapıldı, bir yol haritası çıkarıldı; bunun nasıl olacağı ve anlaşmanın ilk şartı da şu oldu: Bir sonraki Genel seçimlerde bağımsız, parti olarak seçimlere girmek hedeflenecekti. Bence bu oldukça iddialı ve siyasi parti ve yapı için oldukça da yerinde bir karardı. Sonra 2012’de yeni parti kuruldu ve bu aslında Yeşiller’in çok alışkın olduğu siyasi ortamdan bambaşka bir zemine de geçiş yapılmış oldu. O zamana kadar Yeşiller’de olan herkesin bir miktar sol partilerden gelen politikalarda bir takım deneyimleri vardı; ama Yeşiller’in içinde olan, benim gibi Yeşiller içinde yetişmiş bir grup da vardı. Bu süreçte yeni parti ile birleşmesinden itibaren bu ekipte büyük bir şok yaşandı. Yeni bir parti kültürü ile karşılaşmanın şoku yaşandı. İşte parti toplantıları farklı, ilk aşamada partide yeni bir siyaset kültürüyle karşılaşmak, Yeşiller’in parti kültürü içinde olmayan tartışma, siyaset yapma biçimi, kelimeler ve geleneklere kadar bir çok konuda büyüklü küçüklü çatışmalar yaşanmasına neden oldu ve bu durum sürekli bir karşıtlık halinde sürdü.
Hatta buna şöyle bir örnek vereyim: kongre birleşme günü ben eş sözcü adayı olacağımı bilmiyordum, bu konu hala net değildi; çünkü Yeşiller’de bu konular gönüllülükle ve devirle ilerliyordu. O gece yapılan toplantıda bu durum netleşti; ama ben bir siyasi iddia taşımak motivasyonundan ziyade yeşillere olan sorumluluk ve temsiliyet gerekliliği ile bu pozisyonu kabul etmek durumunda kaldım. Ben ertesi gün kendimi kongre sahnesinde bulmuştum ve çıktığımda heyecandan ellerim ayaklarım titriyordu. Ben salona girdiğimde sanırım 5.000 kadar insan vardı salonda, büyük bir kongre olacağını biliyorduk ama 5.000 insanı buraya çeken bütün ana akım basının orada olacağı bir kongre olması benim için beklediğimden ötesi olmuştu.
Partinin de genel başkanı resmiyette ben olmuştum. Böyle bir ortamda kongreye girmiştik. O kongrede kültür çatışmasına dair vereceğim örnek şuydu: genç yeşillerin olduğu bir ekip bir hazırlık yapmıştı ve kongre konuşmamdan sonra sahneye çıkıp dans etmişti. Konuşmamda Emma Goldman’a atıfla dans ede ede geleceğiz diye bitirmiştim. Genç Yeşiller ekibi de bunun ardından salonu coşturmak için Yeşiller’in kullandığı sloganlarla sahneye çıkmıştı. Sloganların biri cinsel devrim ve LGBTİQ+ hareketinin de çok kullandığı Faşizme karşı bacak omuza idi. Faşizme karşı diye başlayınca kongrede herkes o anda ayağa kalkıp böyle yumruklarını havaya kaldırıp slogan atmaya başlamıştı. Sonra bacak omuza sloganı gelince içerisi bayağı karıştırmıştı. Bu durumun kavgası da kongre sonrasında parti içinde uzunca süre sürmüştü. İlk karşılaştığımız politik kültür farkına dair en net örneklerden biri idi bu.
Bu dönemde parti içinde siyaset yapma pratikleri ve dili üzerine tartışma ve sorunlar devam etmesine rağmen, biz parti politikalarından çok nasıl bir parti olduğunu anlatıyorduk. Üçüncü partinin bu döneminde yoğun bir şekilde biz programatik içeriği iyi bir şekilde hazırlamıştık. Bu arada yani o kurumsallaşmanın gerekliliğini çok çeşitli bir ortamda sadece iki partiden gelen insanlar değil işte bağımsızlar, feminist gruplardan gelenlerle iyi bir zeminde sağlamıştı. Programatik içerik bence çok iyi bir şekilde hazırlanmıştı; ama orada asıl mevzu bence, ilk siyasi etik denilen konumda yaşanan sorundu. Çünkü aslında o iki partinin birleşmesi, insanların, davet ettiğimiz insanların ajandalarının altında bence başka bir ajanda ile gelen partinin bazı isimlerinin orada olmasaydı. Asıl mevzu buydu ve bu açıklıkla tartışılmadığı için de bütün o olması gereken demokratik parti mekanizmalarından geçmeyen, açık siyasi tartışmalarda yapılmayan süreçlerden geçmediği için oldukça yıpratıcı bir sürece dönüştü ve bunun çoğuna biz kültür çatışması diyorduk; ama aslında bu Türkiye’nin işte belki bir miktar ‘geleneksel sol hastalığı’ diye tanımlayabileceğimiz siyaset yapma alışkanlığı İle açıklamak daha doğru olacaktır ki, buna dair de bence en trajikomik hal ise, biz o dönem çok iyi politik program oluşturmuştuk ve maalesef siyaseti çok iyi yapamadık o dönem. İlk önce anlatırken politik program kadar biz nasıl bir parti olduğumuzu anlatıyorduk sürekli. Yani o dönem verdiğimiz röportajlara falan da baktığımızda, Yeşiller Partisi başka bir parti asılı bezin altında, ilk önce burada başlıyor noktası ile başladı. Ki bizim eş sözcülüğümüz var, bizim böyle katılımcı demokratik süreçlerimiz var, şöyle şeffaf falan meselesinden nasıl bir parti olduğumuzu anlatıyorduk; ama içeride işler öyle pek bu şekilde ilerlemiyordu. 2012 Kasım’da partiyi kurmuştuk ve o dönem kurduğumuz politik içerikler, Gezi’nin olmasıyla beraber böyle çok ilginç bir karşılaşma, gerçekleşme oldu bizim için. Hatta buna dair örneklerden biri de Gezi’de de o dönem kullanılan ellerle olan iletişim aracı, Yeşillerde yıllardır kullandığımız işaretlerdi. Gezi boyunca o işaretleri kullanarak insanlar temel iletişimi kurdu. Onun dışında feminizm, lgbti, çeşitlilik, çoğulculuk meseleleri de Gezi ile beraber Türkiye’deki politik gündemin, siyaset tartışmalarının ana unsuru haline gelmişti. Ama biz tabii burada çok aktif bir siyasi aktör pozisyonunda yer almadık . Yani bunun bir tanesi, hareketin önünde durmamak ilkesi idi bir yandan. Ama diğer mesele ise, içeride olan çok ciddi tereddütlerdi. Ben o dönem parti MYK (Merkez yönetim Kurulu)’sındaki insanları Gezi’ye çıkarmak için saatlerce dil dökmüştüm. Bir grup gelmemişti. Partide, partinin bütününü hareket ettirmeden önce gidişatı görmek isteyen bir eğilim oluşmuştu. Buna rağmen ilk günden itibaren parti içinde benim de dahil olduğum daha çok gençler, kadınlar ve bağımsızlardan gelen bir kesim yer aldı. Yani YSGP içinde o dönemde evet böyle bir tereddüt vardı. Partinin bir kesimi çok tedirgindi. Bunun gerekçelerinden bir tanesi, bu 12 Eylül’de yaşanan olumsuz deneyimler; ikincisiyse, tabii ki dar alanda siyaset yapma algısı vardı.
Barış süreci devam ediyordu, partide HDP ile yakın pozisyonda konumlanan bir kesim, HDP’nin pozisyonunu beklediler.
Yeşillerin, bizim siyasi söylemlerimizi haykıran böyle bir kitlesel hareket olmasına rağmen, biz o dönemi çok aktif bir şekilde götüremedik. Ki buna dair önemli diğer eleştirilerden bir tanesi de aslında bizim eriyen Yeşiller’den gelerek, “Yeşiller o dönem hiç aktif değildi” şeklindeydi. Ben de o dönemde, -demiştik ya- yalnız hissediyorum kendimi, ben de aynı şekilde hissetmiştim, yapayalnız bir süreçte partide oradaki tek şey gibi. En azından -MYK gibi üst düzeyde diyeyim- Partinin üst karar kurullarında bu şekilde işleyen bir süreç vardı. İl, ilçe örgütleri de o kadar büyümüştü ve genişlemişti ki, yani oradaki aktif olan insanlar oradaydı; ama oradaki kavga ve çatışmalardan da başka bir şey yapmaya fırsat bulamıyorlardı. Bir de önemli bir şey daha söyleyeceğim: Gezi’den şöyle edindiğimiz bir nokta da var, bu da çok önemli çünkü; eleştiriyi ben şuradan yapacağım: başka bir gündemin olması, kültür çatışmasının olması, Yeşiller’in çok geri planda kalması ve Partinin siyasetinin alanlarını belirlemesi konusunda yeterince aktif olamaması gibi konular, eleştirilerdi. Gezi ile ilgili, bence parti için de dönüm noktası olduğunu düşündüğüm şeylerden bir tanesidir: Gezi’nin ikinci günüydü sanırım; tabii 2 ya da 3. gün olması gerekiyor. Barış bayraklarını biz bastırıp götürmüş ve dağıtmıştık. O dönemde işte hareket böyle bambaşka bir yere gidiyordu. İnsanlar orada ne yapacaklarını bilemiyorlardı, bu durumdaydılar ve Gezi’nin sonuna kadar da bu barış bayrakları, diğer bayraklarla beraber ana sembollerden bir tanesi olmuştu. Bence o da çok önemli; yani öyle bir hızlı reaksiyonu orada hareketin içinde olarak almak… Ama bunu siyaset zeminine taşıyamadık biz. Ve tabii ki 3. Partide de bu bahsettiğim birkaç noktada eleştirilere dair birkaç nokta var. Bizim, Yeşiller’in, kendi siyaset yapma biçimi bence -birazcık safkanlık mı demek lazım ona- o tartışmalarda yeterince aktif ve hızlı pozisyon almamamızdı. Yani grup kurmak, rest çekmek; belki bazıları için deneyimsizlikti bu ve alınacak başka siyasi hamlelerle de bu süreç başka türlü evrilebilirdi. Çünkü o döneme baktım da, Parti kurulduktan sonraki 6 ay içinde ben yaklaşık 20-25 il, ilçe gezmişim. 6 aydan belki daha kısa süre içinde 3 ay içinde bunların hepsini gezip; il, ilçe örgütlerini kurmuştuk. Yani böyle bir tempo ile çalışıyorduk, bir yandan içeride fırtınalar koparken. Kurulan her ilçe örgütünde insanları ikna etmek; oraya gittiğimizde sadece orada bulunan insanların kendisi ile değil, orada bulunan gruplardan diğer insanlarla konuşmak; lgbti hareketinden olan insanlarla buluşmak gibi aslında Türkiye siyasetinde bayağı önemli olabilecek şeyleri hatırlıyorum. Mersin’de ilk lgbti örgütü, orada bizim Parti’nin kuruluşu ile beraber, bizden aldıkları feyz ile süreç şekillenmişti. Bizim kongremize gelmişlerdi; ilçe örgütünün kuruluşuna gelmişlerdi; toplantılarımıza gelmişlerdi. Böyle alanlar da açılabilmişti. Orada esen havanın politik dayanışma ve örgütlülük açısından, lgbti örgütlenmesi açısından etkisini görmek güzeldi.
YSD: Yeşiller’in, Yeşiller Partisi’nin tarihinde böyle daha netleşmiş bir politika çizmesi bu dönemde olmuş sanki. Anlatımların böyle bir şey düşündürüyor. Elbette bir Yeşil duruş her yerde her dönemde var; ama duruş ve birtakım şeyler böyle aktivizmden biraz daha söylemi öne çıkartmak gibi daha proaktif bir hat belirleme gibi bu dönemde başlamış sanki.
ÜŞ: Aslında tam tersine, daha çok ikinci Yeşiller Partisinde politika yapma var; yani ikinci parti daha çok politika üretti.
YSD: YSGP dönemi için diye değil, yani 2 ci ve 3.cü Parti dönemini ayrı bir dönem olarak değil bir düşünerek. Çünkü partiler daha çok devamı gibi.
ÜŞ: İkinci Parti daha çok politika üretti; kampanya yaptı; daha çok şey yaptı. YSGP’de ise açıkçası Doğa Hakkı kampanyası dışında hiçbir politika üretilemedi. Sevil’in de anlattığı gibi Gezi’de bile politika üretemedi. Yani tam tersi bence.
ST: Ben aslında siyaset yapma anlamında tanımlamıştım bunu da. Politik metin çok sağlamdı, yani bütün o belgeler iyi hazırlanmıştı, kavramlar çok iyiydi. Belki tanınmamıştı, ama siyaset yapacak zemin ve araç asla yaratmadı. Yani gidilmedi, o olmadı, bu olmadı. Hatta biz o dönem alışkanlıkla, Yeşiller’den gelen alışkanlıkla, -şimdi o döneme baktım- Parti kurulduktan sonra yerel ile bağlantıyı nasıl kuracağız diye biz Ümit ile, son bir test dönemi şey çok aktifti 2. parti döneminde ve onun devamında da ekoloji hareketlerinin formatı değişmeye başladı; iklim meselesi ve ekoloji meselesi yerelleşmeye başladı; yereldeki hareketlerle güçlenmeye başladı derinlikli mesele, ekolojik meselesi. Diğer yandan da bu ana hatlar, işte o Greenpeace, 350 Derece gibi yapılar kurulduğunda, artık 2010’lar itibariyle sivil toplumda profesyonelleşme başladığı için o dönemde aktivizm yapacak insanlar siyaset kanalına kaymaya başladı ve onun etkisiyle de aslında Yeşiller, ikinci Yeşiller Partisi’nin alanı da bir şekilde arttı; ama sivil toplumla ve hareketlerle çok iç-içeydi. Sivil toplum hareketleri çok profesyonelleştiği için yerel ekoloji hareketlerindeki bu şey parti hattı üzerinden çok daha önemli olmaya başladı. Çünkü sivil toplum aslında bağını koparmaya başladı. O profesyonel ilişki dışında, yerel hareketler dışında; 3. partide, YSGP döneminde bunu sağlayacak alanı, siyaset yapma araçları bize kurdurtulmadı. Bir yandan da o iç kavga, uyuşmazlık sebebiyle kurdurtulmadı. Biz o dönemde Tortum’da Leyla’nın davasına gitmiştik, o vardı. İşte Sinop’ta büyük bir nükleer eylemi yapılmıştı, ona gitmiştik, büyük şenlik birlik vesaire. Sonra Tekirdağ’da bir takım girişimler vardı; onu hatırlamıyorum o dönem, neydi herhalde yine bu sanayi atıkları ile ilgili idi. Yani aktif olarak daha iyiydik ve evet bir ekip vardı. Ama parti içindeki bu tartışmalar, hatta yapılan bu hamleler de “buraya kim gitti, niye gitti, burada kim niye konuştu?” kavgaları ile o kadar boğmaya başlamışlardı ki Yeşiller’den gelen ekibi de, artık o siyaset alanını da yapabilmek mümkün olmamaya başlamıştı bir süre sonra. Ben toparlayayım, böyle bu kadar şimdilik.
YSD: Emine ile mi yoksa Koray ile mi devam etsek karar veremedim. Şunun için; Parti’nin kuruluş sürecinin nasıl geliştiğinden de biraz bahsetmek lazım. Bu dönemde sürecin içinde hanginiz daha çok vardı tam bilmiyorum; ama bence ilk sözü, yani o meclis dönemi de dahil kuruluş macerasında hanginiz daha çok içinde oldu ise ona vererek devam edelim.
Emine Özkan: Yani ben Yeşil Meclis sürecinde daha aktiftim. Sonrasında da Koray daha aktifti. O yüzden daha mantıklı olur diye başlayabilirim. Biraz akışı takip ediyorum, her eş sözcünün bu şeyden bir geçmesi iyi olabilirmiş diye de düşündüm. Belki bundan sonrasında bu tarihsel akış böyle gerçekten göreve kim gelecekse aktarılabilir. Çünkü bağlantıları görmek besleyici. Bu arada ben Bilge ile hiç tanışmadım, -Bilge diyorum inşallah uygundur-, çok memnun oldum gördüğüme de. Aslında Sevil’in bıraktığı yerden, hani sivil toplumun profesyonelleşmesi falan dediği için bence önemli bir nokta, benim sürece nasıl dahil olduğumu ifade edebilmem adına: Benim sivil toplumla başlayan bir aktivizm hikayem var. Dolayısıyla daha çerçevesi belli, daha kurumlar üzerinden ve görece daha az tehlike barındıran şekilde sivil toplumda böyle yumuşak bir aktivizm yapıyorduk biz. Dolayısıyla sivil toplum o zamanlar benim için itiraz yapabileceğim, sesimi çıkarabilmek açısından işte ne bileyim çok önemli bir alandı. Ama “siyasi alan” o kadar dardı ve yapabileceğimiz en kolay görünen yer sivil toplumdu ki, kendimi orada buldum diye düşünüyorum. Yani belki siyasi bir şeyle tanışsam daha farklı akardı hikaye, bilemiyorum. Ama tabii ki ülkedeki gündemden ve ülkedeki gelişmelerden de bağımsız olduğunu düşünmüyorum bu süreçlerin. Sonrasında Yeşil Düşünce Derneği (YDD) ile tanıştım; onu ayrı bir yerde tutuyorum. Bu arada ben YDD’den önce, daha yumuşak bir aktivizmi başka STK’larda yapıyordum. YDD daha politikayı da anlatan bir yerde duruyordu. Zaten orayla tanışmakta, “bir dakika bizim yaptığımız şey gerçekten etkili bir şey mi? Yoksa biz kendi kendimizi mi avutuyoruz? Yani bu işin daha siyasi bir ayağı var; hani aktivizmi başka bir yerden görmek gerekiyor” diyerek biraz YDD’de vakit geçirmeye başladım ve Yeşil Meclis sürecinin oluşmasının başlangıcında da elimden geldiğince kolaylaştırıcılık yaptım. İlkelerin oluşturulması süreçleri, insanların bir araya gelme süreçleri gibi yerlerde de yer aldım. Oradan da partiye evrilen bir süreç oldu aslında. Benim eş sözcülük sürecine gelişimde, -belki Sevil’inki kadar hani böyle kendini bir anda orada bulmak gibi değil ama- kendimce hiç cesaret edemediğim ve hiç yapabileceğimi düşünmediğim, -çünkü siyaset yapmayı bildiğimi düşünmediğim için, bunu en başta da söylüyordum çünkü-, hiç kendime kondurmadığım için, ama Sevil başta olmak üzere çevremdeki insanların desteklemesi ile, yapabilirsin diyerek cesaretlendirmesiyle, biraz görme, deneme ve yanılma süreci oldu açıkçası. Yeşil Meclis sürecine dair şunu söyleyebilirim: şimdi anlattıklarınıza bakınca sanki hep başa sarmış gibi hissettim ben. Çünkü biz Yeşil Meclis sürecinde de sanki o ilkeleri böyle hiç tartışmamışız da, 90’lardan itibaren Yeşillerin Türkiye’de hiç külliyatı yokmuşçasına böyle büyük kavgalar vererek yeni baştan yaptık. Yani tabii ki var olan ilkeleri günün şartlarına göre revize etmek gerekir; tabii ki yeni insanlarla bunu tartışmalı idik. Hatta toplumsal cinsiyet eşitliğine dair ilkeye feminizm gibi bir vurgu eklenmişti falan. Buralar çok besleyici idi; ama sanki sizin anlattıklarınıza bakınca bu kadar külliyatı olan ve getirilen bir süreç varsa, bunları üzerine koyarak daha kolay aşabilmeliydik; ama öyle olmadı, yani çok yıpratıcıydı. O dönemde çok yıprandık. Ben birkaç toplantıdan gerçekten ağlayarak ayrıldığımı hatırlıyorum mesela; “yapamıyorum, yani kolaylaştıramıyorum, insanlar da uzlaşmıyor, ne yapacağımızı bilemiyorum ve çok çaresiz hissediyorum…” falan deyip kapatıp, hüngür hüngür ağladığımı falan hatırlıyorum. Ağlamak benim kişisel meselem ama yani zorlayıcı bir deneyim vurgusu için söylüyorum. Sonrasında Parti kuruluşu bence heyecanlı olduğumuz için bir miktar daha kolaydı. Yani oradaki handikapımız, pandeminin patlamasıydı. O bizi yine biraz böyle afallattı ve ne yapacağımızı bilemediğimiz bir zemine düştük. Kurarken de dertliydi yani, hani burada imza toplamaya çalışıyoruz birilerinin yerine, bir şeyler oluyor, işte Koray orada tek başına evrak teslim ediyor falan. Böylesi bir dönemde Parti kurulduktan sonraki süreçte de pandeminin çok büyük bir etken olduğunu hep söyledik zaten; ama oralara dair benim en büyük gördüğüm şey, bize şimdiye kadar anlatanlar hep böyle Türkiye siyaseti ve hareketin ne yaptığını ne yapamadığını falan anlattı. Bence bizim konuşmamız gereken en önemli şeylerden biri, pandemi döneminde kendini gösterdi: parti içi ilişkiler ve demokrasi meselesi. Sözde demokrasi var, sözde birçok şey var bu Partide, kağıt üstünde birçok şey var; ama iş pratiğe geldiğinde, iş yapma biçimlerine geldiğinde çok tıkandık bence ve o tıkanmaların en büyük kaynağı insanların birbirleriyle olan diyaloglarda çok fazla kişiselleşen meseleler olmasıydı. Dolayısıyla bu çok zorlayıcı idi benim için. Yani benim pozisyonum veya bir başkasının pozisyonu üzerinden yaptığımız işi tartışıp, birbirimizi destekleyip beslemek yerine biz sürekli birbirimizin altını oyarken bulduk kendimizi bence. Bu çok yorucuydu. Herkes bir şekilde yalnız kaldığını hissetmiş şimdiye kadar, ben de hissettim. Bunun sadece bana özgü olmaması bir yandan çok mutluluk verici, bir yandan yaşarken çok zor. Mesela “neden insanlar kalmıyor, neden insanlar bir var bir yok?” Çünkü insanlar bağ kuramıyor bence. Parti ile, Parti’nin değerleri ile Parti’nin inandıkları ile planladıkları ile bu bağ da böyle çok söylemler üzerinden kolay kurulmuyor. Yani böyle bilmiş bilmiş konuşarak kurabileceğimiz şeyler değil, ilişkilendirilmemiz gerekiyor. Ama o ilişkilenme biçiminin içine işte dijital şeyler çok girdiği için de, yani belli değerler üzerinden bağ kurmayı beceremiyoruz, yani bence beceremedik. Beceremediğimiz için de insanlar bir var bir yok oluyor. Mesela yok olanlardan biriyim. Tabii ki üzülüyorum, kendi içimde bir dolu şey yaşıyorum, hani şu an burada onun önemi yok; ama tekrar var olmakla ilgili bir harekete geçmiyorsam ya da yeterince sorumluluk hissetmiyorsam bunun tek sebebi ben değilim; hareketle birlikte ne yaptığımız ve ne yapamadığımız. Kadın, LGBTİ artık çok vurgulanıyor. Benim eş sözcülük dönemimde hissettiğim şey, ben vitrin miydim mesela. Yani bu, bunlar bence biz çok dışarıya dönük bir şey yapamadığımız için.
“Yeşiller’in kağıt üzerinde çok güzel söylemleri olduğunu biliyoruz; ama bunları pratiğe geçirmekle ilgili ciddi problemler yaşayan bir örgüt şimdiye kadar.”
Orada da denemelerimiz oldu; Koray onları daha çok anlatır. Ben özellikle görevi de bırakmış biri olarak, hani biz şunu da yaptık, bunu da yaptık demek istemiyorum. Yani ben çünkü pes ettim bir yerde. Oralara daha çok Özlem ve Koray’ın bence hakkı var; ama ben bırakan biri olarak içerideki dinamikleri konuşmadığımızı, yani bir parti var etmekle ilgili yeşil geleneğin belli paternleri olduğunu ve bunların hiç konuşulmadığını düşünüyorum. O yüzden biraz oralara dikkat çekmek istedim. Ben Yeşiller’e ilgi var vesaire vesaire gibi şeylerin de altını doldurmakta zorlandığımızı düşünüyorum. Öyle bir ilgi illüzyonu yaşamaya gerek yok. İlgi olmasını tabii ki arzuluyoruz; ama o ilgi olsaydı biz 300-500 kişiyiz deyip, üç beş kişi toplantıda buluşup, bir şey konuşuyor olmazdık; ya da işte MYK’mız dağılmazdı, eş sözcüler kendilerini yalnız hissedip bir yerlerden bir yerlere iş sürüklemeye çalışmazdı. Dolayısıyla iş yapma pratiklerinin zayıflığı, insanların iş yapmaktan çok konuşmayı sevmesi… Bence bir duygudaşlık, bir güven ilişkisi olduğunu düşünmüyorum, düşünmedim kendi dönemimde. Şu anı bilmiyorum; ben o döneme dair konuşuyorum; o yüzden anlıyorsunuz diye tahmin ediyorum. Bunlar için illa kişi olarak birbirimizi sevmemiz de asla gerekmiyor, hiç öyle bir yerde değilim zaten. Bıraktığım dönemde hissettiğim şey şuydu; ben bu birlikte yola çıktığım herkese çok güveniyordum ama gördüm ki iş öyle değil. Güven ilişkisi o kadar kendi kendine hayal etmekle olmuyor. Herkes canı nasıl isterse sana öyle davranırsa ve seni hatanla sevabınla kabul edip desteklemezse bu iş yürümüyor. O yüzden Yeşiller’in ilkeleri olduğunu biliyoruz; Yeşiller’in kağıt üzerinde çok güzel söylemleri olduğunu biliyoruz; ama bunları pratiğe geçirmekle ilgili ciddi problemler yaşayan bir örgüt şimdiye kadar. Umarım bundan sonra değişir. Anladığım kadarıyla geçmişte de farklı sebeplerle bu, bu şekilde akmış. Bütün bunların pandemi ile ilişkili olduğunu da çok düşünmüyorum; yani pandemi olmasaydı da ne kadar farklı akardı ben çok emin değilim açıkçası. Keza Koray ve Özlem’in eş-sözcülük döneminde pandemi yoktu; ama Koray Partiyi bıraktı. Yani bütün bunların “biraz da iç ilişkilerimize bakalım” noktasında not olarak durmasını isteyip sözümü tamamlayayım.
Koray Doğan Urbarlı: Şimdi benim hikayem biraz daha enteresan tabii. Ben 2002 yılında Bilge ablanın vosvosuyla eve bırakılarak yeşil hareketle tanışıp 2023’e kadar gelmiştim. Bilge Abla hatırlar mı onu bilmiyorum: SOS Akdeniz’in bir toplantısına katılmıştım 17 yaşında, oradan yeşil hareketle tanıştım. Ama benim biraz daha farklı olan kısmı şu; ben son iki üç yıla kadar hep taşrada, tırnak içinde yani İstanbul dışında oldum. 2008’de, Ağustos’ta Parti kuruldu; Eylül’de bir parti tanışma toplantısına İstanbul’daki yeşil evde katıldım. Ondan sonra İzmir’e geri döndüm ve 2020-21’e kadar neredeyse İstanbul dışında yeşil hareketle bir şekilde ilişkilendim. Öyle olunca da biraz daha merkezde olanlardan farklı bir noktaydım. Mesela gezide hiç İstanbul’da değildim; hep Ankara’daki mücadele içerisindeydim. Sevil’in dediği gibi aslında Parti içindeki mücadele ile alakalı da belki bir şeyler söyleyebilirim. Yeşil siyasetle ilgili benim fikrimi değiştiren en önemli olaylardan bir tanesi 2009’daki yerel seçim adaylık süreçlerinde bir röportajı, DSP nin adayının röportajını okumamdı. Derya o zaman Konak Belediye Başkan adayı idi, bir önceki Konak Belediye Başkanı da DSP’den aday olmuştu. Klasik CHP’den aday gösterilmeyenlerin DSP’den aday olma hikayesinin aynısıydı ve Liman parselizasyonu hakkında böyle yarım sayfa röportaj verip görüşlerini açıklamıştı. Ben de röportajı okuyup bizim adayımızı aramıştım ve hakkında ne düşünüyorsun demiştim. Bana “bizim hiçbir zaman öyle bir gündemimiz olmadı” demişti. O zaman dedim ki “hani bak burada sadece belli şeyleri söyleyerek olmuyor bu işler”, -ki o da %1 oy falan aldı, biz de bayağı düşük oy almıştık- ama siyaset yapılacaksa, bir parti olarak siyaset yapacaksak her konuda var olmak, her konuda fikirlerimizi belirtmek her konuda ortada olmak gerekiyor gibi bir düşüncem vardı. İşte o zaman İzmir’de de ilk Yeşiller Partisinden gelen abilerimiz, ablalarımız vardı; onlarla konuşuyorduk biraz. Neden olmadı, neden yapılamadı falan filan. İşte o ilk Yeşiller’in rüzgarı daha büyük bir rüzgardı; daha toplumsallaşmış bir rüzgardı. Benim ailem hiçbir zaman Yeşil harekete öyle çok yakın duran insanlar değildi; ama Aliağa’daki eyleme gittiklerini hatırlıyorum. O insan zincirine İzmir’den katıldıklarını hatırlıyorum. Hatta Yatağan’daki eyleme de İzmir’den gidildiğini hatırlıyorum. Yani şimdi mesela İzmir’den 2 tane işte 4-5 yaşında çocuğu olan birilerinin Yeşiller’in düzenlediği bir eylem için Yatağan’a gitmesi falan çok mümkün gelmiyor bana. O bambaşka bir şeydi, Caretta Carettalar, Bulutsuzluk Özlemi’nin şarkısı, falan filan, yani o zaman başka bir toplumsal şey vardı. Ama tabii onun sönmesinin sebebiyle, olmasının sebebi de hemen hemen aynıydı. Yani 80 darbesi sonrasında diğer siyasetçilerin yasaklanması, insanları Yeşiller’e itti. Sonra diğer siyasetlerin önü açılınca insanlar kendi siyasetlerine döndüler. İzmir bunu çok yaşadı. Yani İzmir’de Savaş Emek’ler falan kendi siyasetine dönünce, İzmir’deki olay birazcık söndü denebilir. Sonra ikinci Yeşiller’e katıldım İzmir’de. İşte İzmir’de Konak İlçe, İzmir İl filan, orada bir şekilde mücadeleler veya yerel seçimle alakalı işler yapmaya çalıştık. Daha sonra tabii Sevil ve Ümit’in de anlattığı EDP ile birleşme süreci geldi. Aslına bakılırsa biz o zaman Yeşiller Partisinde 40 kişi kalmıştık İzmir’de. Yani 300 üyesi falan var Yeşiller’in ve 40 kişi kalmıştık ama aktif bir kişiyle. Parti kapatma toplantısına 41 kişi katılmıştı benim hatırladığım kadarıyla. 40 kişi ‘evet’ 1 kişi ‘hayır’ demişti. Hatta o an, yani orada ‘hayır’ diyen, “Parti EDP ile birleşmesin diyen arkadaş da şu an hala Yeşil sol Parti (YSP)’de. EDP ile yapılan görüşmelerde altı çizilen şuydu: EDP seçime girme hakkı olan bir partiydi. EDP bizle birleştiğinde seçime girme hakkı vardı; SHP’den gelen bir seçime girme hakkı vardı. EDP tamamen 12 Eylül ile hesaplaşmak üzerine kendi politikasını oluşturmuş ve geçmişte belli bir tarihe, tarihin belli bir noktasına saplanıp kalmış bir parti idi. Bize geldiklerinde benim duyduğum veya okuduğum, görüşüp konuştuğum insanlar hep şöyle söyledi: “biz çok geçmişe takılıp kaldık; sizde gelecek var”, “bizim siyaseti bilmemiz, sizin gelecekte bir yere varabilmeniz falan, bunları birleştirirsek mükemmel olur” Fakat Yeşiller ve Sol Gelecek böyle mi çıktı acaba bilmiyorum; ama o ilk kongre gerçekten enteresan bir kongreydi. Yani hakikaten o ilk kongrede bir gün öncesinde mesela senin bilmediğin soruların yanıtlarını ve kongre günü öğrendiğin yanıtları bence birileri biliyor olabilirdi. Yani biz böyle bir yazılmış senaryoyu da oynamış gibiydik. Böyle bir şey olabilir mi? Üç isim oylandı; ama isimlere mesela bir hafta önceden karar verilmiş olabilirdi falan. Böyle bir garip işlerdi yani. Çünkü o zaman hatırlıyorum, biz kullanıldık değil ama çünkü sonuçta biz de ya da ben mesela, hiçbir zaman o kadar böyle olumsuz bakmadım o birleşmeye. Ama işte Ümit’in bahsettiği bu 12 Eylül referandumunda ‘hayır’ kampanyasında da Partide bayağı böyle aktif bir şekilde yapmaya çalışan, işte sağa sola yazılar yazan falan bir insan olarak, EDP gibi hani ‘yetmez ama evet’ değil, doğrudan ‘evet’ kampanyası yapan bir Parti ile birleşmek çok garip. Yani o birleşme olmasaydı, zaten o Yeşiller de 2016 yı görmezdi büyük ihtimalle. Çünkü o bir tek yol vardı gibi ve o seçildi. Buna kullanıldık diye bakmıyorum ben; ama tabii biz çok naif kalmıştık. İyi bir şey olarak söylemiyorum bunu. Aramızda bazı arkadaşlar mesela anahtar liste denen kavramla ilk EDP’liler ile tanışmışlardır. İlk PM toplantısında MYK seçilecek; bir anahtar liste dolaşıyor ortada. Bıraktılar bir yerde, kürsüde anahtar liste var; yani unutmuş bir konuşmacı. Bizden bir arkadaş “anahtar liste ne?” dedi; dedim ki onlara oy verilsin diye böyle bir liste hazırlamışlar, hani bize oy vermemek için falan filan. Arkadaş “ne demek yok ya?” dedi; “öyle saçma şey mi olur?”. Siyaset tahayyülünde böyle bir şey yoktu yani bizimkilerin. Yani EDP’liler de haklı bir taraftan: siyaset tahayyülünde anahtar liste yoksa parti de kurmayacaksın bir taraftan, o da var neyse. Ama EDP’nin tabii çok fazla bagajı vardı ve işte o SHP’den gelen yüklü borcun yeni partiye taşınmak istememesi falan filan… İşte borçtan kurtulalım diye seçime girme hakkını da kaybettik. Öyle bir durum vardı. Sonra o parti, Gezi evet, önemli bir durumdu mesela. Gezi’nin tabii İstanbul’un 2. günü ile Ankara’da 1. günü tam aynı zamanlara denk gelmiyor. Ankara’da Gezi’nin 1. günü Cuma; ama İstanbul’da sanırım Çarşamba 1. günüydü. Neyse, Gezi’ye katılmayı kesinlikle istemeyen çok geniş bir kesim vardı Partide. Bunun sebebini de şöyle ortaya koyuyorlardı: AKP, Kürt sorununda barış politikasını seçti. Bu Gezi, Kürt sorununda barış politikasına karşıdır. “Çıkın tamam; ama hani sakın ‘hükümet istifa’ falan diye de bağırmayın çocuklar” falan diye böyle telkinler vardı ve büyük siyaset guruları cumartesi halka gaz verdiler, Pazar da halkın gazını aldılar: “bu Gezi, 2 günde biter” dendiğini hatırlıyorum. “Çok fazla da abartmayın” falan deniyordu. Hatta hala bizde olan Ali Serdar, böyle bir hava karardı falan filan ve bir şeyler saçma; Serdar dedi ben çıkıyorum, gidiyorum Kuğulu Parka dedi ve Partinin karar almasını falan beklemeden gittik Kuğulu Parka, kurduk çadırı. Böyle enteresan bir durum vardı. Sonra mesela, bende Emine’nin anlattığı o parti kurma, o ilkelerle ilgili toplantılar falan yok; ben orada kaytarmışım. O zamanlar bende yok mesela. Yani ben biraz sanırım “yaaa ilkeler tamam yazalım, böyle yazılı şeyler olur da, bizim siyaseti nasıl yapacağımızdır esas, orada öyle ne yazarsa yazsın” gibi bir şeyler, çok girmemişim o bölgede Ankara’da olmaktan dolayı. 29 Eylül 2019’da ve 28 Eylül’de esas Kadıköy’deki toplantıya geldiğimi hatırlıyorum. Bir şekilde parti tabii 4.cü Yeşiller Partisi olarak kuruldu; ama tabii çok enteresan bir durumda kuruldu. Tabii bütün partilerin kendilerine yönelik rüzgarı arkasına aldıkları yerler var, rüzgarı karşısına aldıkları yerler var. İşte bizimki hani pandemidir şudur budur falan; ama mesela 8 Ekim 2020 arasında şöyle bir şey oldu: herkesin bir şekilde çevreciliğin ucundan tuttuğu, çevre mücadelesine katılmak için Yeşiller partisine ihtiyaç olup olmadığı konusunda insanların emin olamadığı bir döneme denk geldi. Ben de mesela o konuda Emine’ye katılıyorum. Mesela “Yeşiller’e ihtiyaç var” bir illüzyon bir taraftan, kerameti kendimizden menkul bulduğumuz şeyler yüklüyoruz; çok kıymetliyiz diyoruz; Yeşiller olarak neden çok kıymetliyiz bilmiyoruz falan. Böyle bir şeylerimiz var, değişik fikirlerimiz var; ama bunların toplumda çok karşılığı yok ve zaten şöyle bir durum var ki bizim söylediğimiz sözlerin bir bölümünü başka parti de söylüyor. Bu CHP olabilir, bazen AKP’nin yazdığı metinlerde de olabilir. Onlar metinlere hiç sadık kalmıyorlar; bunun için başka partiler de olabilir. Ne bileyim işte Meral Akşener çıkıyor bir şeyler, bir şeyler diyor. Yani orada sürekli böyle bir çevreciliğin ana akım olması, bizim parti olma nosyonunu… 3 Partide de aynı problem vardı aslında; yani bir siyasi parti kurduğunuzda insanların size üye olmasının sebebi aslına bakılırsa bunun sürekli büyüme ihtimalinin olmasıdır bana kalırsa. Bir şekilde seçime girecek, seçimde insanlar aday olacak; yani bir iki kişiden bahsetmiyorum. Konak belediye başkanlığına aday olduğunda, Konak İlçe Meclisine de aday olacaksın, bir şekilde yerel mücadeleleri vereceksin. Fakat biz sürekli partileri kurduk 2 ci Yeşiller partisi 5 ilde örgütlenmişti, 5 ya da 6 gibi düşün, şimdiki Yeşiller partisi de işte engellenmeseydi ve boğulmasaydı o da 4, belki 5 olacaktı ama yani hiçbir zaman evet yani bunlar seçime girebilecek kadar büyük bir parti oldular demeyeceklerdi.
“…siyasetçisiz siyasi parti olmuyor.”
Bunlar ellerini kaldırdığında şuraya 100.000 kişi getirirler, şuraya 1000 kişi getirirler gibi bir inanç hiçbir zaman insanlarda olmadı. Ve bir de tabii siyasi konjonktürden dolayı bizim etrafımızda partiler kuruluyor ve periyodik olarak 5 yılda bir yüzünü bir yere dönüyorlar, onlarla yüzünü döndükleri tarafta siyaset yapıyorlar, sonra kendi istikametine dönüyorlar. Sonra 5 yıl geçiyor tekrar yüzleri bu tarafa dönüyor ve orada siyaset yapmaya çalışıyorlar. Büyük bir sıkıntı oluyor, insanlar da “madem siz bizi toplayıp toplayıp enerjimizi buraya kanalize edeceksiniz, biz niye sizinle siyaset yapalım” diyorlar.
Son olarak şunu söyleyeyim çok uzatmayayım, Partiyi, son dönemini eleştireyim biraz. Ben şunu gördüm: üzerine çok uzun süre düşündüm, neden olmadı, neden olmuyor, ne, nasıl olur şu an? Siyasetçisizlik ile parti kurmamak gerekiyor. Bizim en büyük hatalarımızdan bir tanesi olmuş. Uzmanlarla, -uzmanlar siyasi partide olur; buna bir şey demiyorum, tabii ki olmalı-, ama sadece uzmanlarla bir siyasi partinin çok yürüyebileceğini düşünmüyorum. En büyük sıkıntılarımızdan bir tanesi de buydu. Belli konularda belki konusunun en iyisi insanlar bizdeydi; fakat sadece o konuda o insanlar konunun en iyisiydi. Bir siyasi parti olma, bir parti siyaseti yapma konusunda çok az sayıda insan hareket edebildi ve kendisini ortada buldu. Bir süre sonra tabii şöyle bir durum oluyor, sen bir konunun uzmanısın ve parti meclisine katılıyorsun, 5 saat sürüyor toplantı ama bir karar alınmıyor. Belki bir karar hakkında bir şey söylüyorsun, sana o konuda başkaları biraz mesafe alıyor ve artık senin o uzmanlığın sorgulanır oluyor. O yüzden de uzmanlar uzaklaşmaya başladı. Özetle, siyasetçisiz siyasi partinin olabilme ihtimalinin olmadığını düşünüyorum ve Yeşillerin böyle bir hata yaptığını düşünüyorum. Bu bence önemli bir nokta. Bunu şu anlamda söylemiyorum: siyaset esnafı ile parti kuralım demiyorum; ama siyasetçisiz siyasi parti de olmuyor.
YSD: “Siyasetçisiz” derken bunu biraz daha açabilir misin Koray?
KDU: Yani şöyle söyleyeyim, hedefleri olmalı partinin. Bizde şöyle bir durum var, o kadar siyasetçisiz bir yapıyız ki, mesela bir kişi bizde çıkıp dese ki, ben 2027’de başbakan olacağım; mesela sen, Berkay, “Yeşiller Partisi’nden başbakan olacağım” diye çıksan, herkes sana der ki, “bu adam bir yere çıkmak istiyor; bizi kullanmak istiyor” falan.
ÜŞ: Canına okurlar, canına okurlar…
KDU: Ama mesela kimse şunu düşünmez, “yaaa Berkay 2027 de başbakan olursa, o zaman onun başbakan olabildiği bir yerde Yeşiller’in de bir yeri olur”. Şimdi Everest, en yüksek dağ ya, ama Everest’in 100 metre altında da bir şey var. Everest sipsivri 8000 metrede bir yer değil, bir ekip var orada, bir dağ silsilesi var, en tepedekiler var, onun altındakiler var ve oralar da çok yüksek aslında. Biz bunu asla düşünemediğimiz için bir şekilde hedef koymuyoruz.
YSD: Bu bir vizyon meselesi mi aslında?
KDU: Vizyon çok var. Ama ok attığınız yerde oku da görmeniz lazım, nereye düşüyor? Şimdi bir taraftan iklim krizini durduracağız diye bir vizyon var, iklim krizine karşı mücadele edeceğiz diye bir vizyon var; ama hala hedefler yok. Mesela kendime saçma sapan bir mail atmışım; bu partiye attığım mailden dolayı geçmişi karıştırırken buldum: 8 yıl sonrasına mail diye bir mail atmışım kendime; “2028 de Ekrem İmamoğlu’nu Yeşiller Partisi yenebilir mi?” diye. Onları düşünüyordum ben aslına bakarsan. 2028’de Cumhurbaşkanı seçiminde Yeşiller’in çıkardığı bir aday, o zaman Türkiye’de Ekrem İmamoğlu’nu yenebilir mi, yenemez mi? Mesela böyle bir şey söylemeyi bırakın, hani seçime girmek bile artık sorgulanır bir durum oldu.
ÜŞ: Koray sözünü unutma, çok kısa araya gireyim: Yeşiller’in 35 senelik tarihinde seçime girmek her zaman sorgulandı. Bunu herkes hatırlar, herkes bilir. Hiçbir zaman seçime girmekten hoşlanmadı Yeşiller’in bir kısım tabanı veya kadrosu. Hatta Taksim Hill’de yapılan bir toplantıda bunun çok sert bir şekilde tartışıldığını, seçime girmek falan gibi şeylerin çok realo, çok sistem içi bulunup aşağılandığını hatırlıyorum. Buralardan geliyor aslında bu tartışma. Devrimci bir geçmişten gelme ile de alakası var bunun tabii, başka şeyler de var.
KDU: Keşke böyle devrimci bir geçmişten gelmekle realo tartışması yürüse. Türkçe’ye çevirince komik bir şey oluyor aslında. Bizim böyle bir derdimiz de yok. Ama biz mesela, bir yandan Alman Yeşiller’i bunları yaptı diye aynı yoldan gitmeye çalışıyoruz. Böyle enteresan bir durum ortaya çıkıyor. Son olarak şeyi söyleyeyim yani semptomlarda, biraz önce sorduğun soruda da, biraz açmaya çalışırım. Aslına bakılırsa bizim ideolojik bir birliğimiz de yok, böyle de bir sıkıntı var. Hangi fikir ya da kişi etrafında bir araya geliyoruz? Mesela iyi parti, Meral Akşener etrafında kurulmuş değil mi? Meral Akşener’i çek oradan, iyi parti dağılır. Bir kişi etrafında kurulan bambaşka partiler de var, bir fikrin etrafında kurulmuş, o fikir ile yürüyor. Kişi etrafında kurulan partiler zaten çok sağlıklı kafalar değil bunu biliyoruz. Ama fikir etrafında birleşmeyi de beceremiyoruz. Çok kolay görünen bir şey aslında, en basitinden, yeşil kavramları biz seçtik ama partide aktif 10 kişiye sorsak muhtemelen 6 farklı yanıt alırız kavramlarla ilgili. Böyle bir şey olamaz. Çok farklı fikirlere açık olmak değil bu. O yüzden de bir ideolojik birlik oluşmasında da çok büyük sıkıntılar yaşanıyor. İdeolojik birlik olmadığında da başka yerlerde tutunamayan insanların geldiği, garip bir yapı da oluşabiliyor. Bu da çok sıkıntılı bence.
“Bu kadar az insan yola çıkacaksa, bu kadar insan bir parti kuracak ise, asgari bir düzeyde sevgi, arkadaşlığa, yoldaşlığa ihtiyaç var. …Bunun birçok zorluğun aşılmasında, kolektif başarıda önemine şahit oldum.”
YSD: Şimdi Özlem son söz sana geldi bu turda. Son sözü sana aktarırken bir hatırlatma yapalım; eş sözcülüğe aday olurken, o dönem, ne beklediniz, neler yaşadınız ve yapılan, yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz diye başlamıştım ilk başta. Şimdi aynı şekilde sözü sana böyle verelim.
Özlem Taşdemir: Teşekkürler. Partinin 110 kurucu üyesinden biriydim; ancak eş-sözcülük, en azından yakın zamanda hedeflediğim bir şey değildi. Partinin 1. Konferansında Emine’nin eş sözcülüğü bırakması ve adaylığımın desteklenmesi ile görevi devraldım. Kendimi bildim bileli doğaya, hayvanlara karşı hassasiyetim vardı. Ekolojik sorunlar ve mücadeleler ile bu konulardaki siyasi ve felsefi üretimden hep beslendim ve odağımda oldular. Yeşil Düşünce Derneği’ni, Ümit’in yazılarını, Açık Radyo’yu yakından takip ettiğim için yeşil harekete en azından düşünsel olarak yakındım; ama direkt bu geçmişteki parti süreçlerinin içinde bulunmamıştım. İklim hareketi ile olan ilişkim ve bu sürecin katalizatörü olduğunu gördüğüm Yeşiller ile daha yakından ilişkilenme ihtiyacı ve fırsatı birlikte gelişti. Yeşiller Meclisi’nin son toplantısından haberdar olduğumda büyük bir mutlulukla sürece dahil oldum. Kuruluş evraklarını pandemi koşullarında teslim etmek ve pandemiye bağlı temas sorunları bizi en çok zorlayan etkendi diyebilirim. Pandemi içinde yüz yüze görüşme, konuşma imkanları olmadan parti örgütlenmesini yürütmeye çalışmanın, giderek artan iletişimsizliği ve kopuşları beraberinde getirdiğini düşünüyorum. Pandemi bittikten sonra hemen bir düzelme olmaması, Parti iletişimi, toplantı ve çalışmalarının çevrimiçi sürdürülmesi yasal engelleme ile birleşince içsel tartışmalar derinleşmeye başladı. Bir araya gelmeme, pandemi ile birlikte alıştığımız online toplanma ya da sosyal medya araçlarıyla yürütülen çalışmalar, örgütlenmenin partiye emek verme biçimlerinin böyle devam ediyor olmasının süreçteki en büyük olumsuzluklardan biri olduğunu düşünüyorum. Bütün haberleşmelerin WhatsApp üzerinden, toplantıların zoom üzerinden yürütülmesi, insanların yüz yüze gelememesi… İlk zamanlar bunun çok önemli nedenleri vardı; ama sonrasında biz bu alışkanlığımızı devam ettirdik. Partinin düzenlediği yüz yüze etkinliklere çok az katılım oldu; temas etmedik, birbirimize dokunmadık. Bir arkadaşımız “biz birbirimizi sevmek zorunda değiliz ama yine de işte bu işi yürütmek zorundayız” gibi bir mail atmıştı. Ama biz o noktada değiliz. İnsan kaynağının azlığı, kuruluşun ilk günlerinden beri en önemli sorunlardan birisiydi. Çok az insanız, bu kadar az insanın birbiri ile anlaşamadığı bir ortamda üretim, büyüme, gelişme… olamıyor. Anlayış, olumlama, değer verme, emeğe saygı, liderliğe güven yokluğunda, birbiriyle çok uğraşan, birbirini çok yıpratan bir noktaya evrildik. İnsanların gerçekten birbirini sevmesi gerekiyor. Bu kadar az insan yola çıkacaksa, bu kadar insan bir parti kuracak ise, asgari bir düzeyde bence sevgiye, arkadaşlığa, yoldaşlığa ihtiyacımız vardı. Geçmişte sol mücadele pratikleri içinde yer almış biri olarak bu saydıklarıma çok önem veriyorum. Bunun birçok zorluğun aşılmasında, kolektif başarıda önemine şahit oldum. Ama biz bu dostluğu, bu iklimi yaratamadık. Pandemi koşulları başlangıçta en önemli nedendi; ama sonrasında da bu edilgen ve negatif havayı dağıtmak mümkün olamadı. Partinin 1. Konferansında parti organları için çok az insanın aday olduğunu, görevini bırakanların sayıca fazla olduğunu gördüğümde zor bir dönemde eş sözcülük yürüteceğimin farkındaydım. Yıllarca takip ettiğim, beslendiğim, ekoloji, sosyal adalet, feminizm gibi alanlarda hayranlıkla izlediğim çok iyi uzmanlarımız, aktivist ya da sivil toplumdan üyelerimiz olsa da siyaset yapmak için gerekli olan farklı dinamiklerin oluşamadığını gördüm. Partide işleyişin sağlanması için daha büyük bir çaba gerekiyordu. Gönüllü emeğin yetersiz kaldığı, maddi imkansızlıkların beraberinde çok iş yapma isteği, Partinin Yürütme Kurulu ve Sekreterya gibi kurullarında iş yükünü arttırarak, yılgınlığa yol açabildi. Eş sözcülerin parti politikalarını ortaya koyarken gereksinim duyduğu destekleyici mekanizmalar ya hiç oluşmadı ya da zayıflayarak yok oldu. Deneyim aktarımı yoktu. Evet geçmişi olan bir hareket yeşil hareket, Yeşiller Partisi deneyimleri var; ama süreklilik yok. En azından kendi sürecimde geçmiş dönemle yeterli ilişkilenme sağlanamadığını söyleyebilirim. Kurumsallaşmanın gerçekleşmediği, bireysel çabalara dayanıldığında da geçici olarak ürettiğiniz çözüm, gerçek bir çözüm olamıyor. İletişim ekibinin ilk dönemde yarattığı bir görünürlük, alternatif medya ağırlıklı olsa da bir popülarite vardı ancak burada da sürekliliği sağlamamız mümkün olmadı. Bu iletişim çalışmasının, Partinin siyaset yapma araçlarıyla desteklenmesi gerekiyordu. Siyaset yapamamak, engellenmek ve içsel sorunlar, iletişimle oluşturulan atmosferin bir illüzyona dönüşmesiyle tıkandı. Ben örgütlenmeye önem vermek istedim: temasa, sadece sosyal medya üzerinden olmasın sokak olsun, iklim hareketiyle tekrar bağımızı kuralım istedim ki bu benim açımdan çok önemliydi. İklim krizi ve çocukların sokağa dökülmesi, özellikle Avrupa’da Yeşil hareketin ivmelenmesi ve yerel ve merkezi seçimlerde başarıyı getirmişti. İklim hareketiyle bağımızı kaybettik. Şu an bizim yaşadığımız zorlukları başka boyutlarda iklim hareketi de yaşıyor ve hep birlikte zayıfladık. Parti programı geliştirecek kurullar oluşmaması, çalışma gruplarında inaktif vb. görüntüler, toplantılarda sonuçsuz kalan tartışmalar, oluşturulamayan politik duruş ve söylemlerin de zaten az olan yeni üyelerin sürece katılımını olumsuz etkilediğini düşünüyorum. Parti Meclisi toplantılarının bu bağlamda kopuşları körükleyen birer öğütücüye dönüştüğünü, yeni veya kurucu üye ayrım yapmaksızın… En azından benim gözlemim bu…
KDU: Mesela çok kısa bir şey, şunu hep biz olumlu bir şey olarak söyledik: “Programımız hazır değil; programatik metnimiz var programımızı hep birlikte yazacağız.” Bu olumsuz bir şey belki, bunu düşünmek lazım; yani daha programını bile yazamamış bir Parti. Kurulmuş bir şey, hazır bir şey, bu önemli bence.
ÖT: İçişleri Bakanlığı tarafından engellendiğimiz, bu durumun bizi içe yönelttiği bir dönemde Eş sözcüler, Yürütme Kurulu, Sekreterya ve gönüllü az sayıda üyemiz ile elimizden gelenin fazlasını yapmaya çalıştık. Partilerle bir önceki dönemde başlayan iletişime devam ettik.
Görsel tasarım: Güneş Akçay