Yazan: Berkay Erkan
Muhalefet 2019 yerel seçimlerinde yakaladığı başarının verdiği özgüven ve inançla ilk kez, kazanacak gibi hissetmişti. Ancak sonuç öyle olmadı ve büyük bir hayal kırıklığı yaşandı. AKP iktidara geldiği günden beri, eski devlet nizamının savunucuları, yeniden başa geçmek için çok çabaladılar; ama sonuncusunda da olmadı. İktidar partisi, ciddi oranda güç kaybetmiş göründüğü bir ortamda seçimi yine kazandı. Sonuca bu kadar yakın hissederken kaybetmek ise, hem muhalefette hem de toplumda ciddi bir travmaya neden oldu. Bunun etkileri çabuk geçecek gibi de görünmüyor; ama şimdi asıl önemli olan yaşananları doğru anlamak.
Öncelikle bazı sorulara yanıt aramak gerek. Ağır bir ekonomik bunalım, adaletsizlikler, yolsuzluklar vb. pek çok olay toplumda büyük tepkilere neden olurken, iktidar neden daha büyük oy kayıpları yaşamadı? Ülke tarihinin en yıkıcı depreminin yarattığı acı ve yoksunluklara rağmen, her şeyi eline yüzüne bulaştırmış bir iktidar karşısında halk neden muhalefete inanmadı; yeterince destek vermedi? Bunlara tatmin edici yanıtlar vermeden, sonucu doğru yorumlamak olanaksız. Fakat öte yandan doğru yanıtlar bulmak da belli ki kolay değil. Çünkü hala bu anlamda üzerinde uzlaşılan bir yanıt yok. Dolayısı ile daha geç olmadan AKP iktidarıyla başlayan bu dönemi kavramak için artık yeni bir bakış açısı edinmek zorunlu. Alınması gereken derslerden ilki bu.
“Neden her seçimde AKP’nin iktidarı koruyabildiğinin yanıtı açısından aslında ‘2023 seçimleri problemi daha görünür kıldı’ denilebilir.”
Seçimde alınan sonucu tekil bir olay gibi değerlendirmek de sakıncalı. Başka bir deyişle “bu seçim neden kaybedildi?” diye sormak probleme bakışımızı sınırlayıp daraltıyor. Bunun yerine “Neden her seçim kaybediliyor?” diye sormak bize daha geniş bir bakış açısı sağlayacaktır. Böylece sadece seçim sürecinde yapılanlara yoğunlaşmak yerine bu sonucu ortaya çıkaran zemini kavramak mümkün olabilir. Bu bağlamda AKP döneminde yapılan tüm seçimler öncekilerden farklı bir momentuma sahiptir ve bu eksende değerlendirilmesi gerekir.
Neden her seçimde AKP’nin iktidarı koruyabildiğinin yanıtı açısından aslında ‘2023 seçimleri problemi daha görünür kıldı’ denilebilir. Çünkü artık seçimin ülke yönetimi için partilerin yarıştıkları bir olay olmaktan çıktığı en açık bu seçimde görülür oldu. AKP daha ilk başa geldiği andan beri her seçim, iktidarın kalıcılığı için bir mücadele alanı oldu zaten. 2023 seçimleri ise bu anlamda tam bir varlık yokluk eksenine oturdu. Hal böyle olunca seçmen davranışını da partilerin ülke yönetimine ilişkin sözlerinden çok, iktidarın kalması ya da gitmesinin ifade ettiği anlamın belirlediği daha net görüldü. Bunu, kendi lehine olduğunu düşünerek kampanyasında sürekli kullanan muhalefet ise buna uygun bir vizyonla toplum karşısına çıkmadığı için daha baştan doğru konumlanmadığı için dezavantajlıydı zaten. Bu nedenle iktidar da, varlık-yokluk ikilemini öncekilerden çok daha güçlü hissettiği bu seçimde, çok sert ve kuraldışı yöntemler kullanarak yine kazandı. Muhalefetin seçim vaatleri özellikle iktidarın dayandığı tabanda hiç etkili olmadı. Seçmenin bu iktidarın temsil ettiği siyasi anlayış ile olan aidiyet bağları, onu iktidarın kalması yönünde irade göstermeye zorladı. Yani olan şuydu; ideolojik olarak kendisini güvenli hissettiği hareketle olan aidiyet bağ seçmene iktidarın kalmasının daha önemli olduğu yönünde siyasi bir karar vermeyi dayattı. Seçimlerde muhalefetin verdiği vaatler bu sınırları aşamadığı için bir rol oynamadı. Dolayısı ile, ekonomik bunalım ne kadar yaşamını olumsuz etkilese de; iktidarın temsil ettiği hareket ya da vizyon ile kurduğu aidiyet onun kalmasını yaşamsal sonuçları karşısında öne çıkamadı. Bu çerçevede oluşan algısına göre davranışını belirledi. Bu ise, AKP iktidarının toplumdaki karşılığının, bir ülke idaresinden başka bir anlam taşıdığını; bundan daha derin kökleri olduğunu gösterdi.
“Hala o yılların faili olarak etiketlenen CHP’nin, Erdoğan tarafından özellikle Ce-Ha-Pe diyerek toplumda yaşanan duyguları harekete geçirecek bir çağrışım aracı olarak kullanılması bir rastlantı değil.”
AKP iktidarının anlamı
Gerçekten de AKP’ye iktidarı getiren seçimler, daha önce Demirel, Özal ya da benzeri sağ liderlerin kazanıp iktidara geldikleri seçimler ile eş tutulamaz. Bu seçim, daha Cumhuriyet’in kuruluşunda başlayan siyasal ayrışmanın devamı olarak yeni devlet yapısı içerisinde ötekileştirilen toplumsal kesimleri kapsayan bir hareketin iktidara gelmesiydi. Cumhuriyeti kuran kadroların gerek yeni toplum biçiminde ve gerekse yeni devletin inşasında benimsedikleri Jakoben tutum, bir toplumsal uzlaşma zemini oluşmasına izin vermediği için, kurulmak istenen toplumsal yapı ancak iktidar gücü ile, devrim olarak nitelendirilen değişiklikler yukarıdan dayatılarak mümkün olabilirdi. Bu da, toplumsal ayrışmayı siyasal düzeyde yeni çatışmalar ile besleyerek, tüm süreç boyunca güçlenip yayılan bir mücadelenin enerjisini arttırdı. Özellikle tek parti yönetimi, bu anlamda toplumsal hafızada önemli izler bıraktı. Bu dönemin iktidarı ve kurucu parti olan CHP, AKP’yi iktidar yapan siyasi hareket tarafından, bütün mücadele süresince bugün bile kullanılan bir propaganda malzemesi oldu. Hala o yılların faili olarak etiketlenen CHP’nin, Erdoğan tarafından özellikle Ce-Ha-Pe diyerek toplumda yaşanan duyguları harekete geçirecek bir çağrışım aracı olarak kullanılması bir rastlantı değil. CHP ile özdeşleştirilen tek parti döneminin bugün de siyasal ayrışmayı besleyebilmesi, dönemin bıraktığı izin derinliğini gösteriyor. Sonuçta AKP ile kökleri Osmanlı dönemindeki devlet ve din anlayışından gelen İslami siyasi hareket, süreç içinde tabanını genişletip konsolide ederek 2002 de seçimi kazandı. Bu noktada AKP ile iktidar olan, İslami referanslara dayanan bu siyasi hareketin, son aşamaya kadar ve hatta iktidar olduktan sonra da koruduğu önemli bir özelliğine dikkat edilmelidir. Bu hareket, tüm süreç boyunca sistem içinde kalmaya, sistemdeki araçları kullanmaya özen göstermiştir. Sistem dışına çıkan bir mücadele tarzı hiç benimsenmedi. Dolayısı ile, seçimler de artık eskisinden farklı olarak iktidarı koruma anlamı taşıyan belirleyici araç olarak bu bağlamda değerlendirildi.
Cumhuriyet ile başlayan bu hareketin sistem içindeki bu ilerlemesine ise mevcut yapı engel olamadı. Bunu ne demokratik sınırlar içinde ne de anti demokratik eylemler ile başaramadı; denedi ama sonuç alamadı. AKP iktidar olduğunda ise özellikle bu durum yani demokratik siyasi mücadele statükonun yumuşak karnı olarak son seçim de dahil iktidarın hareket alanını genişleterek büyük bir avantaj oldu.
Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren onu korumak için alınan yapısal önlemler, demokratik bir işleyiş öngörerek kurgulanmamıştı. Anti demokratik önlemler aynı zamanda kolay ve pratikti. Basit ifadesi ile devleti koruma görevi için kurgulanan çözüm, gelişmelere müdahale edilmesini sağlayacak, bunun için de orduyu harekete geçirecek idari bir mekanizma oluşturmaktan ibaretti. Bu mekanizma, 1960 Anayasasında Milli Güvenlik Kurulu (MGK) üzerinden tanımlanmıştı. Ama daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında bizzat Atatürk tarafından 1922’de Meclise sunulan bir tezkere ile kurulan “Harp Encümeni”, yine Atatürk tarafından 24 Nisan 1933 tarihinde bir Kararname ile kurulan “Yüksek Müdafaa Meclisi ve Umumî Kâtipliği” (1) bunun ilk örnekleriydi. Böylece, toplumsal temelde ayrışma arttıkça siyasal düzeyde oluşan yansımaları güç kullanarak önlemek için demokratik olmayan ama sistem içinde oluşturulan mekanizmalar kolay işletilebildi. Demokrat Parti dönemi bu toplumsal ve siyasal çatışmanın geldiği düzey açısından en dikkat çekici olanıdır. 1950’de seçimle işbaşına gelen yönetimin liderleri, darbe ile devrilip idam edilerek aynı zamanda bir gözdağı verilmişti. Bu güçle bastırma, önleme davranışı, 1937 de Dersim gibi olaylar dışında 1971 ve 1980 darbeleri ile devam etti; sonuncusu ise 28 Şubat 1997 postmodern darbesi oldu.
Ancak Marshall Planı ile Türkiye’nin savaş sonrası dünyada yeni ilişkilere girmesi ile değişmeye başlayan konjonktür, içeride de koşulları çok etkiledi. 1980 darbesi ile Neo Liberalizmin yükseldiği globalleşen dünyaya Türkiye’nin de eklemlenmesi, ulusal ve uluslararası değişimler, kurulu düzene karşı yükselen her toplumsal ve siyasal gelişmeye artık demokratik sınırlar içerisinde bir çözüm bulunmasını meşru görür olmuştu. Yeni koşulların da yardımı ile, mevcut yapılanmayı değiştirmek için mücadele eden muhalif siyasi hareket de sistem içinde ilerlemeyi öğreniyordu. Buna karşılık statükoyu savunanlar, demokratik kurallar çerçevesinde rejimin işlemesini sağlayacak ve onu korumayı başaracak yeterli etkinlikte siyasi deneyimden ve aktörlerden yoksunlardı. Kaldı ki böyle bir deneyim ve birikime gereksinim de duyulmamıştı hiç. Sonuçta zaten mücadelenin yıprattığı statüko, ideolojik üstünlüğünü de kaybederek, gelişen hareket karşısında giderek zayıfladı. Hep sistemin sınırları çerçevesinde kazanmayı benimsediği için buna göre faaliyet gösteren muhalif İslami siyasi hareket ise sonunda bu yoldan zafere ulaştı. İktidara geldikten sonra, kazandığı deneyim ile iktidarda kalma konusunda da zorluk çekmedi. Statükoyu korumaya çalışan siyasi kurumlar olarak düzen partileri, alıştıkları gücü kullanamayınca düzen içinde mücadelede acemilikleri ile siyasal ve toplumsal düzeyde etkisiz kaldılar. Bilindiği gibi demokratik muhalefet adına yapabildikleri ilk yıllarda düzenlenen büyük Cumhuriyet mitingleridir. Ama toplumsal temelde hiçbir sivil siyaset kanalı iktidarı eleştirmek, şikayet etmek dışında başka bir vizyonu ortaya koyan eylemler için kullanılamadı. Çünkü ne yapabileceklerini bu anlamda hiç bilmiyorlardı. Bu yüzden AKP iktidarı karşısında uzun süre adeta çaresiz kaldılar. Bu konudaki acemilikleri ve yetersizlikleri kısa sürede telafi edilebilecek gibi olmadığı için AKP ile iktidara gelen yeni anlayış, mevcut düzen kurum ve kurallarını kendi lehine değiştirerek kullanmakta zorluk yaşamadı.
Bu durum son toplamda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile başlayan rejim mücadelesini düpedüz ’karşı devrimciler’in kazanması ve iktidarı almasıydı. Nitekim bunun için hareketin önderlerinden olan Necmettin Erbakan’ın 1994 yılında “Kanlı mı olacak, kansız mı?” (2) dediği iktidar sorunu böylece kansız çözülmüş oluyordu. Daha sonra Dışişleri Bakanı olarak Abdullah Gül, Türkiye’de ‘sessiz devrim’ (3) gerçekleştirdiklerini ilan ediyordu. Böylece, İslami hareketlerin çoğunda olduğu gibi silahlı bir devrim gerçekleştirmek yerine; devlette hakim duruma gelerek onun felsefe ve kurumlarını, yani onu oluşturan ideolojik ve kurumsal yapıyı içten değiştirip dönüştürmek planına göre davrandıklarını ifade ediyordu. Hareketin halen lideri olan R.T. Erdoğan da 1996 yılında henüz İstanbul Belediye Başkanı iken: “Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz. Demokrasi amaç değil araçtır.” (4) derken aslında sadece iktidara gelirken izledikleri stratejiyi değil 20 yıldan fazla sürecek olan bugünkü aşamaya gelen yolda nasıl ilerleyeceklerini açıklıyordu. Dolayısı ile, bu kadar uzun bir mücadelenin ardından bu hareketin iktidarı öyle sıradan bir seçim ile kaybetmeyi göze alması beklenemezdi. Bu tehlikeye karşı her türlü önlemi almakta hiç çekimser davranmayacağı belliydi. Her ne kadar sınırlarını çok zorlayarak esnetebildiği kadar esnetmek için çabalıyor olsa da düzen sınırları içinde kalmaya yine de özen göstermeye dikkat ediyor. Kaldı ki zaten muhalefet uzun süre bu iktidarı hiç sarsamadı. Bu bile ilk kez iktidarın kendi iç çelişkileri sayesinde oldu. 2013 de Fethullah Gülen hareketi ile su yüzüne çıkan iç çelişkiler, kendi içindeki iktidar mücadelesini ortaya çıkardı. Sonuçta bu durum hareketin bölünmesine ve Erdoğan ile kazanan tarafın rota ve stratejisini yeniden belirlemesine yol açtı. Bu anlamda değişimin en önemli sonucu daha önce Kürt halkının desteğini yanına alarak ihtiyaç duyduğu toplumsal gücü 2013 sonrasında hiç duraksamadan statükonun en temel ideolojik aracına sarılarak sağlamaya çalışması oldu. Ümmet söyleminden milliyetçiliğe geçerek bu eksende ittifaklar kurmaya yöneldi. Böylece eski yapı ile ideolojik ve pratik açıdan bir uzlaşma zemini oluşturdu.
Ayrışmış toplumdan birleşik topluma geçmek
Osmanlı bakiyesi bir toplumdan cumhuriyet ile batı modeli modern bir topluma dönüşüm sürecinde toplumda ‘ötekileşen’ kesimin desteği ve bu ayrışmanın hafızası, AKP iktidarının ideolojik ve siyasi açıdan güç aldığı bir kaynak. İktidara gelirken cumhuriyet ile yeni devletin kuruluşunda yok sayılan ve önce inkar edilen daha sonra ötekileştirilen Kürt toplumunun taleplerine de yer vermesi toplumsal desteğini çok arttırmıştı. AKP iktidara geldiğinde bir bakıma toplumda ötekileşmiş hisseden bütün kesimleri kendi bünyesinde toplamış bir ittifak görünümündeydi. Ancak bu ‘ittifak’ içindeki kesimler güçlendikçe kaçınılmaz biçimde bir iktidar çekişmesi başladı. 2013 yılı bu anlamda önemlidir; çünkü AKP’nin bu mücadele ile kendi içinden darbe alması, onu iktidarını sürdürmek açısından bir yol ayrımına getirdi.
Başlarda statükoya karşı duruşunda her zaman kendi İslami referanslı ümmet anlayışını savunurken; daha sonra bunda ısrarcı görünmemeye çalıştı. Bu da normaldi çünkü milliyetçilik karşıtı olmakta ısrar etmek, hem pratik bir değer taşımıyor hem de kendisini destekleyecek ezilen, ötekileştirilen, gerektiğinde kullanılacak bir toplumsal kesim yaratmıyordu. Oysa hem İslami hem de milliyetçi olmak mümkün ve her bakımdan daha yararlıydı. Üstelik gelişen İslamcı hareket karşısında statükoyu korumak için bizzat devlet tarafından Türk-İslam Sentezi diye 1980 döneminde belli politik amaçlarla kurgulanan görüşün dayandığı ideolojik zemin, bu değişiklikte işini çok kolaylaştıracaktı. Türk-İslam Sentezcileri, devlet ve millet kavramlarını yücelten, İslam dinine fonksiyonel cepheden de bakan, Cumhuriyet’in ilke ve kazanımlarını da toptan reddetmeyen özellikleriyle 1980 sonrasında devlet politikalarını etkilemiş ve yönlendirmişti. “ Ne mutlu Türküm diyene” , “Tanrı Dağı kadar Türk, Hıra Dağı kadar Müslüman” tarifi her iki kesim için de kullanışlıydı. Böylece, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri dışlanan ve düşmanlaştırılan, ‘öteki’ olan Kürtlere karşı milliyetçi bağnazlığı kullanmak, bu zemine dayanarak çok kolay oldu. Üstelik bunda demokratik kurallar içerisinde kalınmış bir meşruluk görüntüsü verirken, mevcut statükonun ideolojik söylemlerini kullanmak önemli bir avantaj sağlıyordu. Böylece 2023 seçiminde AKP iktidarı hem dini hem milliyetçi eksende bir ‘öteki-düşman’ karşısında konumlanarak “Tek Devlet, Tek Millet” sloganı gibi devleti, yani statükoyu savunan bir söylemi biraz da abartılı şekilde kullanabildi. Bu da Cumhuriyet’i sadece merkezi ve baskıcı özelliğine indirgeyerek en bağnaz kesimler ile bağ kurmasını kolaylaştırırken asıl amaçladığı değişime kılıf bulmasına da olanak sağladı.
“AKP toplumsal siyasal çelişkileri kullanmakta bu kadar ustalaşmışken, muhalefetin siyasi yetersizliği elini güçlendiren en önemli etken oldu.”
AKP toplumsal siyasal çelişkileri kullanmakta bu kadar ustalaşmışken, muhalefetin siyasi yetersizliği elini güçlendiren en önemli etken oldu. Örneğin son seçimde iktidar Kürt tabandan güç alan siyasi bir parti olarak HDP’yi var gücü ile kriminalize ederek muhalefet ile yaptığı iş birliği için saldırırken, kendisinin Hüda Par ile kurduğu ittifaka karşı aynı muhalefetin ‘tencere dibin kara’ benzeri bir tepki ile savunmaya geçmesi ironik ve hazin bir refleksti. Muhalefet, yaptığının kriminal bir yönü olduğunu zımnen kabul ettiğini fark edemedi. Bunun için gereken ideolojik kabuğa iktidar ile birlikte sıkı sıkı tutunmuş olduğu için bunu yapamadı. İktidarın saldırılarını tam tersine onu siyaseten sıkıştıracak, düzenin kuralları ile belirlenen meşruiyet alanına çekmeyi düşünemedi bile. Sonunda iktidar, kimin tenceresinin daha kara olduğuna toplumu ikna edecek yeterli güce sahipti ve etkiledi de. Bunun gibi muhalefet açısından siyaset alanında pek çok konuda tıkanma ve çaresiz kalmak iktidara seçim kazandıran yetersizliğin, düzen sınırları içerisinde kalarak mücadele yeteneğinden yoksunluğun sonucu oldu. Oysa bu hareketin iktidar olmadan önce sadece başörtüsü için nasıl bir mücadele verdiğini hatırlamak bile muhalefetin şikayet etmek dışında nasıl hiçbir şey yapamadığının görülmesi açısından çok iyi bir örnektir. O dönemlerde bu hareket neredeyse kurulu düzene nefes aldırmamıştı. Bugün hala iktidar karşısında sistem içi bir siyasi mücadeleyi nasıl yapacağını bilemeyen, dahası böyle bir gelişme göstermenin gerekliliğini bile kavramamış bir muhalefetin seçimleri nasıl kazanabileceğini anlaması elbette çok zor. Bu anlamda sahip olduğu “devlet” anlayışı ile korumaya çalıştığı yapıya zarar vermemek gibi kaygıların oluşturduğu zincirlerden kurtulması zorunlu ama şimdilik bu da çok zor görülüyor.
Yine de 20 yıldan sonra iktidar ilk kez bu kadar zorlandı. Seçim kampanyası boyunca yaptıkları onun ne kadar ciddi bir kaybetme korkusu yaşadığını gösterdi. Aslında bugün, mücadelede sahip olduğu ilk vizyondan çok uzaklaşan ve yıpranan iktidar da muhalefet ile benzer bir durumda. Bugün muhalefetin karşısında iktidarı kazanan eski AKP yok. Bu anlamda gücü eskisi gibi çok geniş bir meşruluk alanına değil, medya, polis, adli mekanizmalar gibi tüm iktidar araçlarına sahip olmasına dayanıyor. Bu hali ile ilk başlarda taşıdığı meşru ve haklı taleplerle mücadele eden kesimlerin temsilcisi bayrağını elinden düşürdü. Bu ideolojik bir kopuş ve bunun konsolide ettiği taban da yavaş yavaş ayrışmakta. Bu yüzden seçimde iktidarını korumak için düşmanlaştırdığı Kürt, seküler laik, modern toplumsal kesimlerin sınırları çok genişledi; artık bu sınırlar bizzat kendi muhafazakar tabanına kadar ulaşır hale geldi. Ne olursa olsun mutlaka iktidarda kalma uğruna kendi altını oymayı, onu iktidar yapan ideolojik meşruluktan uzaklaşmayı göze alarak, sadece bölüp düşmanlaştırarak kaybettiklerinden çok daha büyük bir bedel ödemek durumunda kalacağının farkında değil. Kullandığı ötekileştirme ve düşman yaratma formülü bu seçimde de işe yaramış olmasına rağmen toplumsal meşruluğu güçlü bir vizyon ile korunmuyor. Ortaya koyabildiği ‘güçlü ülke’, ‘lider ülke’ vizyonu toplumsal ve uluslararası gerçekler karşısında kendi yansıttığı içi boş bir imaj. İlk dönemlerinde sahip olduğu vizyon ona çok geniş bir alan açıyordu. Ancak şimdi anlatacağı böyle bir hikayesi kalmadı. Bunun yeri boş ve doldurmak için aklına gelen gelişi güzel sloganlar ile yaratmaya çalıştığı sadece güçlü olma imajı var. Bu eksiklik çok büyük bir zaaf. Daha önce onu iktidara çıkartan sahip olduğu ideolojik ve siyasi üstünlük yerine bugün iktidarı savunmaya çalıştığı eklektik bir söylem ve sadece toplumsal ayrışmayı keskinleştiren bir ‘düşman yaratma-ötekileştirme siyaseti’ üzerinden kurabildiği çıkar ortaklıkları var. Bunlar ise iktidara değil günü kurtarmaya yarayabilir sadece.
Diğer önemli bir sonuç ise mevcut olumsuz koşullar karşısında sadece toplum ya da muhalefet değil, iktidarın kendisi de sıkışmış durumda. Seçim sonrasında görülen sessizlik ve durgunluk ise bu bağlamda iktidarın toplumda gördüğü genel kabulü yansıtmıyor. Bu durum çok yanıltıcı ve bir anlamda ne yapacağına karar verme hali. Mevcut koşullar içerisinde toplumun yönetilebilirliğini sağlayacak hiçbir kaynağı kalmadı; ne ideolojik, ne ekonomik ne de siyasal. Ama bu koşullar muazzam bir toplumsal enerji birikimine yol açıyor. Biriken toplumsal enerjinin ne zaman patlayacağının ya da ne yöne akacağının kestirilemiyor oluşu, onun olmayacağı anlamına gelmez. Dolayısı ile iktidar açısından gelecek belirsiz ve gri. Öte yandan gelişmelerin seyri muhalefetin yaşadıklarından gerekli dersi alıp, doğru değerlendirerek yapacağı hamlelere bağlı. Eğer muhalefet güçlü bir hikaye ve yeni bir statükonun inşası ile toplumun karşısına çıkar, güçlü ve yeni bir vizyon oluşturabilirse, bu enerji toplumsal bir dönüşümün gerçekleşmesinin önünü açabilir.
Ancak muhalefet çok parçalı. Bu misyon sadece ana muhalefet olan CHP ya da belirli bir kesimin sorumluluk alması ile olamaz. Eğer birleştirici yeni bir vizyon inşa edilecekse, AKP iktidarında ortaya çıkan bütün siyasi ve toplumsal ayrışmayı, toplumdaki bölünmüşlüğü yok edecek yeni bir hikaye yazmak gerek. Bunda da ne taraftan olursa olsun ötekileştirilen her kesimin, eski statükoyu savunanların ve onlar kadar, mevcut Kürt siyasi aktörlerinin ön alması mutlaka gerekli. Formülü basit: ötekileştirmeye karşı birleştirici, düşmanlaştırmaya karşı barışçı; ister AKP’nin ister Cumhuriyet’in olsun asıl ‘bölücülüğüne’ ve ayrıştırıcılığına karşı birlikteliğe, birlikte yaşamanın olanaklarına sahip olan yeni bir vizyon, yeni bir siyasette anlaşmak. İktidarın simgelediği siyasal anlayış karşısında muhalefetin artık 100 yıl önceki kurucu iradenin dili ile toplumla bağ kurmaya çalışmaktan, aidiyet bağını kuva-yi milliye gibi metaforlar ile kurulmuş bir ideolojik çerçeveye sıkıştıran siyaset söyleminden, bu ve benzerlerinde ısrar etmekten vaz geçmesi zorunlu. Ancak bu şekilde çürümekte olan bir iktidara kan vermeye son verebilir.
Yakında bir yerel seçim var. Bu seçimler şimdi tarihi önemde. Eğer muhalefet kaybederek çıkarsa iktidar genel seçimlerde sağladığı pozisyonu perçinleyecek ve bir rastlantı ya da haksız şekilde kazanılmış olmadığını kanıtlamış olacak. Bu durum ise onu ajandasındaki hedeflere ulaşmak için daha çok cesaretlendirecek. Ama yerel seçimlerde muhalefet bir seçim zaferi ile çıkarsa çok açık ki genel seçimlerde iktidarın kazanması ile oluşan iklimi birden değiştirebilecek. Bunu demokratik sınırlar içerisinde kalarak başarabilmek bir anlamda rüştünü ispat etmekte büyük bir adım olacak. O yüzden acil olan, muhalefetin demokratik becerilerini başarılı olmasına yetecek düzeye kadar geliştirmeye odaklanması; yerel seçimleri bu anlamda nasıl kazanabileceğine yoğunlaşmasıdır.
KAYNAKLAR:
- https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/milli-guvenlik-kurulu-mgk/
- https://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/ugur-dundar/kanli-mi-olacak-kansiz-mi-1227373/
- http://www.medyaspot.com/haber/GUL-SESSIZ-DEVRIM-GERCEKLESTIRDIK-/4999
- https://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/ugur-dundar/kanli-mi-olacak-kansiz-mi-1227373/
Görsel tasarım: Olcay Özkaplan