Yazan: Achille Mbembe [1]

Çeviren: Hanife Aliefendioğlu

Covid-19’un ardından yaşanan ekonomik durgunluğu azaltma telaşındaki bazıları, ekonomilerini hayat kurtarmaktan daha değerli tutmakta. Ancak refah, bedenlerin ve kaynakların sınırsızca tüketilmesi değildir. Herkesin temel ihtiyaçlarının karşılanması yoluyla insanlık onurumuzu geri getirebiliriz. Aşağıda Achille Mbembe’nin Afrika’daki toplumların geleceği için küresel salgının ne anlama geldiğine dair ayrıntılı düşünceleri var.

Covid-19, geçtiğimiz yarım yüzyıl boyunca birçok kez gündeme getirilmesine rağmen, her zaman göz ardı edilen bazı sezgileri doğruladı. İlki, insan türünün evrenin sonsuzluğu içindeki statüsü ve konumu ile ilgili. Yerkürenin tek sakinleri biz değiliz, diğer varlıkların üzerinde de konumlanmıyoruz. Mikroplar ve virüslerle ve her türlü bitkisel, mineral ve organik güçlerle temel etkileşimler içinde girift haldeyiz. Daha doğrusu, kısmen bu varlıklardan oluşuyoruz. Ama aynı zamanda bizi parçalayıp yeniden oluşturuyorlar. Bedenlerimizden, çevremizden ve yaşam tarzlarımızdan başlayarak bizi yapıyor ve bozuyorlar.

Salgın, yalnızca insan uygarlıklarının yapısının ve içeriğinin karmaşıklığını ve kırılganlığını değil, tüm karmaşa ve çeşitliliği içinde yaşamın kendisinin savunmasızlığını ortaya çıkardı. Bu temel kırılganlık, tam olarak insanlığın özüdür. Ama bu, gezegendeki her canlı tarafından da değişen derecelerde paylaşılır – öyle bir gezegen ki, erk sahibi olanlar, canlıların çoğu için yaşanamaz değilse de zor yaşanır hale getirmekle tehdit etmekte.

Gezegensel zincir

Fakat pandemi aynı zamanda dünyayı yapılandıran düzensizliği, şiddeti ve adaletsizliği de gözler önüne serdi. Parça bölük bir ilerlemeye rağmen, Immanuel Kant’ın umduğu “sürekli barış” çoğu insan için bir serap olmaya devam ediyor. Şimdi her zaman olduğu gibi, sayısız ulusun egemenliği ve bağımsızlığı, savaşla veya daha doğrusu orantısız kan dökülme olasılığı ile korunuyor ve garanti altına alınıyor. Üstü örtülü bir şekilde “güçler dengesi” olarak bilinen şey bu. Ulusal egemenlikleri aşan bir güç yapısıyla uluslararası bir dayanışma sisteminin kurulması fikri hala çok uzak. Aynı zamanda, otarşik imparatorluklara geri dönüş fikri bir fantaziden başka bir şey değil.

Bu arada, organik ya da mekanik olduğu kadar fiziksel ya da doğal olan bütün bir güçler kümesi – teknoloji, medya ve finans piyasaları da dahil – dünyanın her parçası arasında bir yarık örgüsü örmekle meşgul.

Salgın, yalnızca insan uygarlıklarının yapısının ve içeriğinin karmaşıklığını ve kırılganlığını değil, tüm anarşi ve çeşitliliği içinde yaşamın kendisinin savunmasızlığını ortaya çıkardı.

Devlet sınırlarını görmezden gelen (ve paradoksal olarak bunlara dayanan) ve resmi haritalarla hiçbir ilişkisi olmayan bir gezegensel zincir, şu anda biçim ve güç kazanıyor. İç içe geçmiş ve karşılıklı bağımlılıklardan oluşan bu zincir, en azından Sovyetler Birliği’nin çöküşünden bu yana bildiğimiz terim olan “küreselleşme” ile aynı şey değil. Daha ziyade ortaya saçılmış bir bütün: değişen hızda ve birden çok ölçekte sürekli olarak çözülen ve yeniden oluşan ağlar, akışlar ve dolaşımlar. Bu bütün, özellikle yerleşim alanları ve vahşi doğalar ve bunların sınırları arasındaki pek çok farklı karmaşıklıktan ortaya çıkar. Gezegen örgüsü, sayısız sınırdan ve irili ufaklı çok sayıda çekirdekten oluşur. Onun dışında kalan hiç bir şey yok. Her şey, öyle ya da böyle, her türlü akışın hızlı dolaşımında bir işlev görür.

Elbette her şey aynı ritimde hareket etmiyor. Ancak şu anda gezegensel varoluş tüm tezahürlerinde (karasal, denizsel, havasal, yörüngesel, fiberoptik) hareket ve hız tarafından yönetiliyor. Hareket eden sadece sermaye akışları değil. İnsanlar, hayvanlar, patojenler ve nesneler de her türlü meta, veri ve bilgi gibi hareket ediyor. Ham maddeler bir yerde çıkarılıyor ve başka bir yerde rafine ediliyor. Yine başka bir yerde parçalar monte edilip, mal haline getiriliyor.

Göründükleri kadar süreksiz olsalar da, olayların izlediği yollar genellikle aynıdır, en kaba somutluktan en ruhani soyutlamaya doğru ilerler. Çeşitli ölçeklerde ve az ya da çok uzamsal olarak parçalanmış ağlar arasında işleyen gezegensel karmaşanın derece derece gelişimine tanık oluyoruz.

Süreksiz gibi görünseler de, olayların izlediği yollar genellikle aynıdır, en kaba somutluktan en ruhani soyutlamaya doğru yol alır. Çeşitli ölçeklerde ve az ya da çok uzamsal olarak parçalanmış ağlar arasında işleyen gezegen komplekslerinin katmanlı bir gelişimine tanık oluyoruz.

Gelecek Hakkı

En ciddi sorun, insanlığın sera gazı salımının neden olduğu küresel ısınmadır. Bunlar atmosferde yoğunlaşmış karbondioksit, nitrozoksit ve metandır; son derece ince toz, toksik emisyonlar, gözle görünmez maddeler, minik granüller ve her türden partikülden bahsetmeye bile gerek yok. Yakında atmosferde oksijenden daha fazla karbondioksit olacak. Özellikle Afrika’da en büyük endişe, balık stoklarının tükenmesi, mangrov bataklıklarının kötüleşmesi, nitrat kirliliğinin artması ve kıyı alanlarının bozulmasıdır. Ayrıca ormanların satılması, tarımsal kimyasalların aşırı kullanımı, insan yeleşimlerinin doğal alanlara doğru genişlemesi, ender görülen türlerin kaybı – kısaca biyosferin yok edilmesidir.

Dünyanın barsaklarının giderek daha derinlerinden çıkarılması gereken, muazzam miktarlarda enerjinin, sürekli tüketimine bel bağlamaya devam edersek, insanlık hayatta kalamayacak.

Bunların hiçbiri kendiliğinden olmadı. Aksine, dünya kaynaklarının çıkarılmasının ve hesapsızca tüketilmesinin kaçınılmaz sonucu; salt, fosil yakıtların gezegen çapındaki teknolojik ve endüstriyel ağda değişmez biçimde ve kesintisiz yakılmasıyla sürdürülebilen bir paradigma. Dünyanın barsaklarının giderek daha derinlerinden çıkarılması gereken, muazzam miktarlarda enerjinin sürekli tüketimine bel bağlamaya devam edersek, insanlık hayatta kalamayacak.

Dünyanın bugünkü hali, Covid-19 gibi olayların, nispeten yakın gelecekte tekrar yaşanmasının muhtemel olduğu anlamına geliyor. Et pazarlarının sanayileşmesi, insanlar ve diğer türler arasındaki ilişkilerin yoğunlaşması, monokültürün yayılması ve iklim felaketi sayesinde, yeni salgınların yakın riskleriyle karşı karşıyayız. Bunlardan herhangi biri nihayetinde ölümümüzle sonuçlanabileceğinden, her biri mantıksızlık patlamaları eşliğinde yoğun bir korku uyandıracaktır. Var olma hakkı, nefes alma hakkı ve geleceğe sahip olma hakkı sorunu, daha da acil hale gelecektir.

Varolma Hakkı

Varolma hakkı, tam karşıtından, yani bulaşıcı mikropların taşıyıcılarını aramaktan, diğer bir deyişle, herkesin hayatta kalması için kimin feda edileceğinin belirlenmesinden, giderek daha fazla ayrılmaz hale gelecektir. Büyük tehlike, görünüşte sağlık temelli bu kararların, istenmeyenlerin hayatlarını tehlikeye atacak olmasıdır. Bu risk, hem şu anda ortaya çıkan yeni ekonomik biçimlerde hem de pandeminin mümkün kıldığı hükümet tekniklerinde mevcuttur.

Kriz sırasında gerekli oldukları için kullanılan teknolojiler, kendi başlarına tehlikeyi ortadan kaldırmaz. Aksine, biyolojik bir risk olarak kabul edilen herhangi bir insana karşı kullanımlarını gerekçelendirmek için sağlık nedenlerine başvurmak kolay olacaktır. Devlet kurumları tarafından [daha önce] düzgün bir şekilde yerine getirilen devletin birçok işlevi, artık, özellikle yapay zeka, kuantum bilimi, hipersonik hız ve yerelleştirme, yakalama ve izleme teknolojileri gibi sektörlerdeki dev kurumlardan ve teknoloji şirketlerinden satın alınmakta.

Bu durum, en azından şu an için tatmin edici cevapları olmayan çok sayıda soruyu gündeme getiriyor. Eğer gerçeklik artık yalnızca sayılar ve soyut kodlar kullanılarak tanımlanabilir veya temsil edilebilir ve eğer kodlar ve sayılar giderek bir kozmogoni boyutlarını ediniyor gibi görünüyorsa, yaşamları saymanın ve tartmanın arkasındaki mantığın, bir eleme ve yok etme mantığı haline gelmemesini nasıl sağlayabiliriz?

Sınırsız hesaplama çağında, mutlak kesinliklerle veya olasılıklar ve dolayısıyla bahislerle mi uğraşıyoruz? Riski ölçmek, şansı ölçmekle aynı şeyse, bağışıklık ne anlama gelir? Bir devletin “toplumu korumak” yerine kendi halkının karşısına geçmesinin işaretlerini nasıl anlayabiliriz?

İlk bakışta, Korona kapanması hayat kurtarmak ve herhangi bir kişinin gereksiz yere feda edilmesini önlemekle ilgiliydi. Ancak gerçekte, hem bir bütün olarak hem de bireysel düzeyde her zaman ödenecek bir bedel olacaktı. Ekonomik faaliyet genel olarak yavaşlamış olabilir, ancak kötü çalışma şartları olan sayısız işyeri hala faaliyet gösteriyor. Depolar, veri merkezleri, endüstriyel çiftlikler, et işleme tesisleri ve dijital kapitalizmin diğer aygıtları açık kaldı.

Birçok insan işini, geçim kaynaklarını, hatta hayatını kaybetti. Kamu hazinesi tükendi. Bir durgunluk ilan edildi. Uluslararası borçların altına girildi ve çocuklarımızın geleceği ipotek altına alındı. Dünyanın en yoksul bölgelerinde, geçici veya uzun süreli yoksulluk ve yoksunluk dönemlerinde sigorta veya yardımın olmaması, günlük hayatta kalma mücadelesinin yapılandırıcı bir unsuru.

Nefes Alma Hakkı

Normal zamanlarda bile, ölümden karşısında eşit olmak bir mittir. Var olma hakkı, sonucuna, yani geçinme hakkına eşlik etmedikçe anlamsızdır. Yiyecek, ancak evden çıkarak ve çoğu zaman giderek artan bir maliyetle (güvensiz ulaşım, bitmek bilmeyen yaya yolculuklar, türlü izin ve yetki) uzun mesafeler kat ederek elde edilebilir. Yiyecek avı, sonsuz bir yürüme, koşuşturma, pazarlık, çekişme, yola devam etme, mümkün olan tüm araçları, hatta yasadışı olanları kullanma döngüsünden oluşur.

Serbestçe hareket edebilmek ve dolaşabilmek, yiyeceklere ve erzaklara erişim için bir ön şarttır. Sosyal dayanışma ağlarına bağlanabilmek, bağlılıklar ve bağlantılıklar biriktirebilmek, geçici düzenlemeleri kalıcılık için gerekli kaynaklara dönüştürebilmek de öyle. Fiziksel karşılaşmalar, yakın çevredeki insanların bir araya gelmesi, diğer insanlarla doğrudan temas, hatta aşırı kalabalık… Bunlar olmadan, hayatta kalmak için günlük mücadele daha başlamadan kaybedilecekti. Bu mücadele tek başına değil, bir araya gelen insanlar tarafından kazanıldı.

Bu koşullarda, zorla hareketsiz bırakma sadece bir ceza biçimi değildir. Aynı zamanda, nüfusun önemli bir bölümünü büyük bir tehlikeye maruz bırakmanın bir yoludur. Güvenlik ağına sahip olmayan ve onlara bakacak kimsesi bulunmayan, toplumun en fakir üyeleri, artık kendilerine bakamıyorlar bile. Kapanmada, en savunmasız insanlar daha da dramatik bir seçimle karşı karşıya kalıyor: evde kalma, yasalara saygı gösterme ve açlıktan ölme talimatına uyun; veya yasalara meydan okuyun, dışarı çıkın ve hastalığa yakalanmayı göze alın.

Pazar Hesabı

Kapanma kaldırıldığında seçim artık virüs ve açlık arasında olmasa da, ikilem daha az değildir. Piyasa güçlerinin bakış açısından, bir miktar can kaybı anlamına gelse bile, ekonomi yeniden canlandırılmalıdır. Hesap şudur: Salgından toplam nüfusun yalnızca çok küçük bir yüzdesi ölecek; çoğunluğu işsiz veya istihdam edilemeyecek olan bu insanlar er ya da geç, virüs ya da diğer komorbidite (aynı anda iki ayrı hastalığa yakalanma ve birbiri ardına hastalanma) gibi faktörler tarafından zaten öldürülmüş olacaklar. Ne pahasına olursa olsun onları hayatta tutmaya çalışmak sadece pahalı olmayacak; hayatta kalmalarının bedeli çok daha fazla can kaybına mal olacak. Ekonomik yıkım, toplumsal çöküşe yol açacağından bu maliyet kabul edilemez. O halde, derhal ölmelerine izin verilmeli.

Piyasa açısından, var olma hakkı ve geçinme hakkı tamamen finansal spekülasyona ve dolayısıyla dalgalanmaya bağlıdır. Tıpkı gıda gibi, bir ekmek parası kazanılmalı ve kimse boş durarak kazanamaz. Geçimini sağlamanın bir yolu aylık için çalışmaktır. Pratik açıdan, yaşam hakkı, bir maaş, iş veya meslek yoluyla elde edenlere mahsustur. Ancak pek çok kişinin ücretli iş bulamadığı da gerçektir. Günlük geçimlerini tehlike ve belirsizlik içinde güçlükle bir araya getirmektedir.

Covid-19 bu nedenle çeşitli insani ve sosyal yozlaşma ve ekonomik sömürü türlerini ortaya çıkardı. Dijital kapitalizm çağında, pazara sunulan iş gücünün satın alınacağının garantisi yok. İşin hala bir piyasa değeri varsa da, herkese yetecek ücretli istihdam giderek daha azalıyor.

Piyasa açısından, var olma hakkı ve geçinme hakkı tamamen finansal spekülasyona ve dolayısıyla dalgalanmaya bağlıdır.

Bu özellikle, virüsün etkilediği zaten savunmasız olan, dağılma sürecinde bulunan veya zorbalık boyunduruğu altında acı çeken toplumlar için geçerlidir. Dünyanın bu bölgelerinde, ihmal ve görmezden gelerek yönetmek bir norm olmuştur. Buralar, yaşama ile yaşamamanın kesişme noktasındaki en acımasız (tıbbi deneyler dahil) deneylerin yerlerdir. Bu tür alanlardaki piyasa ekonomisi; harcama, israf ve elden çıkarmaya odaklıdır. Bu bağlamda, kurban etmek, nedensiz cinayet anlamına gelmez. Aslında, bunun kutsal olan bir yanı yok. Bir tanrısallığın takdirini kazanma niyeti de yok. [Sadece], atık sayılmayacağı kabul edilen insanlar sayesinde; sayım, performans çeteleleri, yapılacak ölçümler ve ağırlıklandırılmış hayatlara dair kendilerini göstermek isteyen kişileri gerektirir.

Bu gözden çıkarma politikaları, daha fazla düşünmeye gerek kalmayacak kadar apaçık ortada olan normal düzenin bir parçası gibi. Artık soru, bu kararın ne zaman verileceğidir.

Böyle bir kurban etmenin sosyal olarak kabul edilemez olduğuna ne zaman karar vereceğiz? Hayatın paha biçilemez olduğu ve dolayısıyla temelde hiç bir biçimde ölçülemeyeceği fikrine ne zaman geri döneceğiz? Hayat sayılamaz veya tartılamaz. Basitçe hesaplamanın konusu olamaz.

Ne yapmalı?

Bu noktada durmalı, gözlerimizi açmalı, sarsılmaya hazır olmalı ve sonra bir adım geri atmalıyız. Yarın, öylece dünün tekrarı olamaz. Afrika’nın ihtiyacı olan şey “büyük bir geçiş”tir.

Kaynakları çıkarma (extraction) ve vahşice tüketmenin sosyal, politik ve ekonomik sisteminin kökenini hedef almalıyız. Refah, insan bedeninin ve maddi kaynakların sınırsız tükenmesi anlamına gelmez. Sosyal bağların kalitesi, kendini tutma ve sadelikle ilgilidir. İhtiyacımız olan şey yavaşlama ve geri çekilmedir. Ekonomiyi küçük ölçekli eylemlerle yeniden yerelleştirmek için birlikte çalışmalıyız. Çünkü herkesin onurunu geri kazanmamız, temel ihtiyaçların karşılanması yoluyla olur. Yerelliği yeniden canlandırmak, Afrika’nın halihazırda ağzına kadar dolu olduğu bir nevi yer-odaklı dayanıklılığı desteklemek anlamına gelir.

Devletle yalnızca kaynakları çıkarmaya ve vahşice tüketmeye dayalı bir ilişkiden uzaklaşmalı ve bunun yerine üretken ve sosyal olarak faydalı bir ilişki tahayyül etmeliyiz.

Özellikle on dokuzuncu yüzyıldan bu yana Afrika, üretim ve ticarette melez örgütlenme biçimleri geliştirdi. Bu bir zayıflık değil, bir güçtür. Kıta, kendisi için sürekli bir baş belası olan iki güçlü modern yapının, sermaye ve devletin total egemenliğinden büyük ölçüde kurtuldu. Topluluklara ve kurumlarına, onların anılarına ve bilgilerine, onların ortak akıllarına geri dönmeliyiz. Özellikle, insanın kendini yeniden üretmesi için gereken kaynakları geçmişte nasıl kullanmış olduğunu ve şimdi nasıl kullandığını ve paylaştırdığını öğrenmeliyiz.

İç hiyerarşileriyle resmi toplumun yanı sıra, her zaman eş-topluluklar da var olmuştur. Bu müşterekler ve “ortak” alanlarda kaynaklar, vergilendirmenin ötesine geçen, açık, katkı sağlayan sistemler aracılığıyla katılımcı olarak yönetilir. Bu eş-topluluklar, karşılıklılık ve sosyal müzakere ilkeleri ile yönetilir. Sosyal yardım dernekleri bunlara sadece bir örnektir. “Kayıt dışı ekonomi”, birçok sosyal temsilcinin diğer katkıda bulunanlar için doğrudan yararlı olabilecek bir şey yaratmaya istekli olduğunu göstermektedir. Pazar için katma değer üreterek geçimlerini sağlıyorlar. [Parasal] değiştokuştan ziyade teşvik edilmesi gereken, bu üretken toplulukların kalkındırılmasıdır.

Büyük geçiş

Afrika, kendi iradesiyle “büyük bir geçiş” başlatmalıdır. Bu geçişin amacı, sosyal olarak güçlenme ve yatırım için gerekli koşulları yaratmak olacaktır. Piyasa ile devlet ve devlet ile toplum arasındaki dengenin karşılıklılık için ayarlanması gerekiyor., Çok uzun zamandır devlet, bürokratik güçlerini kullanarak kendi kazançlarını artırmak isteyen yiyicilerin elinde. Mevcut haliyle devlet, toplulukların üretkenlik kapasitelerini sürdürmek veya güçlendirmek için neredeyse hiçbir yatırım yapmamakta.

Mevcut haliyle devlet, toplulukların üretkenlik kapasitelerini sürdürmek veya güçlendirmek için neredeyse hiçbir yatırım yapmamakta.

Devletle yalnızca kaynakları çıkarmaya ve vahşice tüketmeye dayalı bir ilişkiden uzaklaşmalı ve bunun yerine üretken ve sosyal olarak faydalı bir ilişki tahayyül etmeliyiz. Terazinin kefesi, bürokrasi ve – resmi veya resmi olmayan – silahlı kuvvetler yerine, toplumun üretken kesimlerinin lehine eğilmeli. Yeni teknolojiler, dijital ortam aracılığıyla iletişim kurabilmenin yolunu açtı. Kritik olanakları geliştirmek, kendi kendini organize etme kapasitesini ve değer yaratma ve yeniden paylaşım kapasitesini artırmak için dijital medya kullanıldığı sürece, bu beceri, üretken sınıfın yararına ve rant peşinde koşanların aleyhine kullanılabilir.

Egemenliği yeniden keşfetmek

Son olarak, ekonomiyi yeniden keşfetmek yeterli olmayacaktır. Ayrıca demokrasiyi de yeniden tahayyül etmeliyiz. Yönetmek, sadece krizlere ve her türlü riske karşı sosyal güvence sağlamak anlamına gelmez. Aynı zamanda çevremizdeki tüm canlılarla aramızdaki etkileşimin olabildiğince uyumlu olmasını sağlamak anlamına gelir. Bu, üzerinde bireyler ve türler olarak gezegenin tüm insan olmayan sakinlerini de içeren yeni bir toplumsal sözleşme kurduğumuz temel olmalıdır.

Yönetmek sadece krizlere ve her türlü riske karşı sosyal güvence sağlamak anlamına gelmez.

Egemenlik fikri yeniden keşfedilmelidir. Gelecekte, nihai egemen otorite, ekosistemin kendisi olmalıdır. İnsan yönetiminin ekosistemin dengede kalması için sürekli bakımı içerdiği sömürge öncesi Afrika toplumlarında durum buydu. Gerçekten insan toplumları, diğer tüm çevreleri ve türleri nasıl kucaklayacağını biliyorlardı.

DİPNOTLAR

[1] Achille Mbembe, Kameronlu felsefeci ve siyaset bilimcidir. Halen Güney Afrika, Johannesburg’daki Wits Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Enstitüsünde Araştırma Profesörüdür.

Bu yazı, ilk olarak Eurozine’de yayınlanan bir makalenin kısaltılmış halidir.

21 Ekim 2020’de Green European Journal’da yayımlanmıştır.

https://www.greeneuropeanjournal.eu/the-weight-of-life/ adresinden indirilmiştir.

Görsel tasarım: Olcay Özkaplan