Yazar: Ece Baykal Fide

Pandeminin başından beri yaşanan olağanüstü hava ve doğa olaylarını düşündüğümüzde, çok geriye gitmeye gerek bile kalmadan iklim krizinin etkilerinin inkar edilemez bir hale geldiğini görüyoruz. İnsanlar eve kapanınca sokaklara çıkan hayvanlar, Avustralya, California, Sibirya, Yunanistan, İtalya, Lübnan ve Türkiye’de söndürülemeyen yangınlar; Çin, Pakistan ve Almanya’da seller; Küba ve Florida’da hayatı kilitleyen kasırgalar ve ölümler; Hindistan’da, Afrika’da kuraklık ve açlık sonucu ölen zürafalar, filler ve çocuğunu doğramayan, doğursa bile sağlıkla büyütemeyen anneler. Eriyen buzullar, yok olan türler…Yaşadıkları ormanları ve doğal alanları korurken öldürülen yerli halklar…

Bütün bunlara rağmen günümüzde radikal sağ liderlerin bilim ya da olgu inkarcılığı olarak tanımladığım (Baykal Fide, 2022a) “iklim krizi yoktur”, “iklim değişse bile uzun süreli etkilerini bilim öngöremez”, “iklim değişse bile sebebi insanlar değildir” gibi argümanları ileri sürdüğüne hala tanıklık ediyoruz. ABD’de iklim değişikliği ile ilgili bilimsel verilerin siyasiler ve toplum nezdinde ilk defa tartışılmaya başlandığı 90’lı yıllarda nesnel gazetecilik adına bilimin bu konuda kesin bulguları olmadığına dair -bilimsel dayanağı olmayan, fosil lobici- görüşlere de yer verilmesi yaygın bir durumdu (Boykoff ve Boykoff, 2006).

Bu tür bilim inkarcılığı gazeteci Kate Aranoff’un da kitabında anlattığı gibi, iklim krizinin yaşantımızdaki etkisinin hızla artmasıyla daha az görülür hale geldi. ABD’de ve Avrupa’da petrol ve doğal gaz şirketlerinin çeşitli düşünce kuruluşlarını fonlayarak hala iklim değişikliği politikalarının hayata konmasını önlediklerini biliyoruz. Fakat bu kuruluşlar artık yükselen iklim hareketleri ve toplumsal farkındalığın karşısında daha ‘incelikli’ söylemler ya da yalanlar üretmek zorunda kalıyorlar. Eski usul inkârcılığın siyasette ve medyada ABD’den sonra ikinci kalesi olan Avustralya’da, medya patronu Rupert Murdoch’ın oğlu James’in, 2019 Avustralya yangınlarının ardından tüm çalışanlara bir mail göndererek iklim inkârcısı dili nedeniyle News Corp’tan istifa ettiği söylentisi yayılmıştı. Rupert Murdoch, yıllık kurulda çalışanların kendisine James’in ayrılışı konusunda sordukları soru üzerine “Biz inkârcı değiliz” diye yanıt vermişti (AFR, 2020). Oysa News Corp bünyesindeki The Australian’ın o dönemki haberlerine göz gezdirildiğinde, iklim değişikliği kelimesine rastlanmadığı, kundaklama kelimelerinin de sıkça geçtiği görülüyor. Fakat Murdoch, bilimsel şüpheden bahsetmiyor veya olguları sorgulamıyor. “Biz inkarcı değiliz” demek zorunda kalıyor.

“Petrol ve doğal gaz şirketleri, artık yükselen iklim hareketleri ve toplumsal farkındalığın karşısında daha ‘incelikli’ söylemler ya da yalanlar üretmek zorunda kalıyorlar.”

Çözüm yanılsaması ve sorumluluk inkarcılığı olarak tanımladığım (Baykal Fide, 2022) yeni inkarcılık söylemleri böylece ortaya çıkıyor. Kısaca “çözüm yanılsaması” söylemi ile BP, Royal Dutch Shell gibi şirketlerin 2050’ye kadar “net sıfır” emisyon vaatlerinde bulunmaları ama bunu yaparken, petrol çıkarmaya devam ettikleri halde güneş enerjisi gibi yenilenebilir enerjilere de yatırım yapmaları ya da karbon yakalama mekanizmalarını kullanarak petrol çıkarmalarını (Sekara ve Goodwin, 2021) kastediyorum. Bu söylemin yeşil badana söyleminden ayrıştığı nokta sadece reklam ya da ürün satma amaçlı şirketler tarafından kullanılan bir söylem olmaması.  Yakın zaman önce Dünya Bankası’nın iklim değişikliğinden en çok etkilenen halklara ve bölgelere 2022 finansal yılında 17 milyar dolar yardım yaptığını açıklaması çözüm yanılsaması olarak değerlendirilebilir. OXFAM, hesapları teftiş etmesinin ardından bu paranın %40’nın nereye gittiğinin belli olmadığını ortaya çıkardı. Dünya Bankası’nın iklim zirvesinde, uluslararası iklim politikalarında önemli bir finansman aracı olarak oynadığı rol düşünüldüğünde, burada basitçe ‘yeşil badana’ olarak adlandırılamayacak bir eylem söz konusu. Ulusal ya da yerel düzeyde ele aldığımızda, fosil yakıt üretiminde ya da tüketiminde hiçbir azaltmaya gitmeden sadece ormanlık alanları arttırma ve ağaç dikme faaliyetleriyle de emisyon azaltımı sağlanabileceği söylemini bu çerçevede ele alabiliriz. Bu Türkiye’de de iktidardaki hükümet üyeleri tarafından sıkça kullanılan bir “çözüm yanılsaması” söylemi.

Sorumluluk inkarcılığı da farklı gelişmişlik düzeyindeki ülkelerde farklı şekillerde tezahür eden, küresel iklim müzakerelerindeki adalet-sorumluluk tartışmalarında yansımalarını gördüğümüz bir inkarcılık türü. Yeni inkarcılık türlerini daha yakından incelemeden önce altını çizmekte fayda var: yeni inkarcılık türlerini tanımlamak ilk kuşak, bilimsel inkarcılığın ortadan kalktığı anlamına gelmiyor; fakat varlığını sürdürse de toplumlar nezdinde inanılırlığının azaldığına, tam da bu nedenle daha farklı yumuşak vehçelere büründüğüne işaret ediyor. İnsanların iklim değişikliği ve çevre konularında bilim insanlarının söylediklerine duydukları güveni ölçen 2020 yılında yapılmış küresel bir araştırmada (World Economic Forum, August 2022) Hindistan (%86), Pakistan (%70), Çin (%69), Türkiye (%69) ve Meksika’nın (%66) da aralarında bulunduğu ülkelerde güven oranı en üst düzeyde çıkarken, Suudi Arabistan (%52) ABD (%45) ve Rusya (%23) gibi fosil yakıt üreticisi ülkelerde güven oranı düşüyor.

Rusya-Ukrayna savaşının tetiklediği enerji krizinin gölgesinde iktidara gelen sağ liderler, ilk kuşak bilim/olgu inkarcılığını hortlatsalar da toplumu ‘iklim krizinin şu anda olmadığına’ ya da ‘fosil yakıtların bunun sebebi olmadığına’ ikna etmeleri zorlaşmış görünüyor. Birleşik Krallık’ta çok kısa bir süre başbakanlık yapan Liz Truss, Boris Johnson’ın bile net sıfır gibi politikalarına yönelik görece olumlu politikalara yol vermesinde etkili olan fırsatçı, popülist siyasi yaklaşımından farklı bir bakışa sahipti. Geçmişte Shell’de çalışmış Truss her ne kadar bazı yayın organları tarafından ‘siyasi bukalemun’ ya da ‘şekil değiştirici’ olarak tanınsa da neoliberal ekonomiden ve özelleştirmeden yana tutumunun hiç değişmediği de belirtiliyor. Dolayısıyla 2015’te muhafazakar, David Cameron hükümeti döneminde çevre bakanlığı yapan Truss, o dönemde “iklim değişikliği vardır ve insanların buna katkısı vardır” dese de; başbakan olarak yaptığı ilk iş, Kuzey denizinde 130 civarı yeni gaz ve petrol arama lisansı vermek oldu. İklim değişikliği politikalarını belirleme görevini fosil yakıt şirketlerini destekleyen iklim inkarcısı Ticaret Bakanı Jacob Rees-Mogg’a verdi. Rees-Mogg petrol ve gaz arama lisanslarına arka çıkarken; sıvılaştırılmış gazı uzaktan ithal etmektense, kendi gazını çıkarmanın daha çevre dostu olduğunu savundu. Kuzey denizinde fosil yakıt aranırken, Truss hükümetinin Çevre Bakanı Ranil Jayawardena ise, rüzgar enerjisinin yeterli olduğunu belirterek, halkı kırsal alanları güneş enerjisi çiftliklerinden korumak için yerel yöneticilerle iletişime geçmeye ve itirazda bulunmaya davet etti. Rüzgar ve güneş enerjisinin maliyetinin her türlü fosil yakıttan daha düşük olduğu bir dönemde özellikle off-shore yenilenebilir imkanları kullanmak yerine fosil yakıt aramalarına geri dönmekle eleştiriliyor yeni hükümet. Fakat sadece kayıtlı muhafazakar parti seçmenlerinin oyuyla parti başkanı seçilerek, genel seçim olmadan başbakan olan Truss’ın, partinin seçim bildirgesine ters düşerek yürüttüğü ekonomi ve çevre politikaları da hem halkın hem de parti içi yeşil muhafazakarların tepkisini  çekti ve bir ay bile geçmeden istifa etmesine neden oldu. Kısa süren iktidarı sırasında iklim aktivistleri Londra’nın kilit sokak ve caddelerini işgal edip, Truss’ın konuşmaları sırasında pankartlar açtıklarında Truss eylem yapan iklim aktivistlerini “büyüme karşıtı” olarak adlandırmıştı.

İhtiyaç ve talep imgesinden yola çıkınca emisyon azaltılmasından sorumlu olanlar şirketler değil de tasarruf yapması ya da verimli ve dayanıklı ürünler seçmesi gereken vatandaşlar ile onları teşvik etmesi gereken hükümetlermiş gibi oluyor.

Şüphesiz, birinci kuşak bilim veya olgu inkarcılığının izlerini taşıyan siyaset ve siyasetçiler artık bilimsel bulguları yüksek sesle sorgulamaya çekiniyor. Fakat bu inkarcılığın şekillendirdiği büyüme odaklı politikalarını yürürlüğe koyarken ‘ulusal’ çıkarları veya toplumların ‘enerji ihtiyacını’ vurguluyorlar. Enerji arzı sağlayan ve üretici şirketler yerine halkın ihtiyaçlarına yapılan bu vurgu da bir tür sorumluluk inkarcılığı olarak değerlendirilebilir. Endüstrinin iklim için harekete geçmeyi erteleyen (climate delay) söylemleri hakkında yakın zamanda yapılan bir araştırmada (Lamb et al., 2020) bu retorik, sorumluluğun yönünü değiştirmek veya saptırmak olarak adlandırılıyor. Bu bireylerin ve tüketicilerin arzularının iklim krizinin kökeni olduğunu işleyen bir söylem. Supran ve Oreskes (2021), ExxonMobil’in 2000’li yıllardan itibaren iklim değişikliği hakkında yayınladığı basın bildirileri, paralı reklamlar ve bilimsel araştırmalardan oluşan 180 belgeyi incelediklerinde bireyselleştirilmiş sorumluluk retoriğinin öne çıkan retoriklerden biri olduğunu gördüler. Bu retoriğin tipik bir örneği şirketin verdiği reklamlarda “şirketin petrol arzı” ya da “tedariği” yerine tüketicilerin “enerji talebi” ya da “ihtiyacından” bahsedilmesiydi. Böyle bir ihtiyaç ve talep imgesinden yola çıkınca emisyon azaltılmasından sorumlu olanlar şirketler değil de tasarruf yapması ya da verimli ve dayanıklı ürünler seçmesi gereken vatandaşlar ile onları teşvik etmesi gereken hükümetlermiş gibi oluyor. Savaşın tetiklediği enerji krizi çağında şüphesiz, en dikkatli olunması gereken ve incelikli inkarcılık biçimlerinden biri sorumluluğu şirketlerden ve fosil yakıt üreticilerinden alıp ‘fosil yakıta ihtiyacı’ olduğu söylenen halkların omuzlarına yıkan sorumluluk inkarcılığıdır. Sorumluluk inkarcılığının geçmişte başka vehçelerini Kyoto protokolü döneminde küresel ısınmada tarihsel sorumluluğu olan ABD, İngiltere gibi ülkelerin bu tarihsel sorumluluğun gerektirdiği azaltımı yapmayı reddederek, bütün ülkelerin küresel ısınmadan sorumlu olduğunu ileri sürdüklerinde görmüştük.

Öte yandan, araştırmalar (Shanahan, 2009) birinci kuşak bilim/olgu inkarcılığının ABD ve Avustralya gibi gelişmiş ya da fosil yakıt üreticisi ülkelerde daha yaygın olduğunu fakat gelişmekte olan ülkelerde siyasetçilerin ve medyanın iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğunu kabullendiklerini ortaya koyuyor. Türkiye’de de siyasetçiler, yandaş ve ana akım medya Hindistan’dakine (Billet, 2010) ve Arjantin’dekine (Mercado, 2012) benzer biçimde[1] bilimsel gerçeği kabul eden; ama sorumlunun kendisi değil gelişmiş ülkeler olduğunu savunan bir üslup benimsemektedir (Uzelgün ve Castro, 2015).  Fakat Türkiye’de medya sahipliği, Hindistan ve Arjantin’den farklı olarak enerji sektöründe yoğunlaştığı için yandaş ve anaakım medyanın söylemi kendine has özellikler içeriyor. Türkiye medyası, ayrıca, Hindistan gibi sömürgecilik geçmişi olan ülkelerin medyasından farklı olarak sert ve tepkili bir “kuzey ve güney” karşıtlığı ve yeni sömürgecilik retoriği kullanmıyor. Türkiye’nin uluslararası iklim görüşmelerindeki uzun süreli politikasının zaten özel statüsü gereği iklim fonlarından yararlanamaması ve gelişmiş ülkelerin katkılarıyla oluşan bu fonlardan yararlanmak talebi üzerine kurulduğu (Turhan et al., 2016) ve Paris anlaşmasını meclisten geçirmesinde dahi bu fonların etkisi dikkate alınırsa, bu tarz bir söylemin mevcut politikayı baltalayacağı düşünülebilir.

“Kümülatif sera gazı salımları dikkate alındığında, endüstri çağını başlatan sömürgeci devletlerin çok daha büyük sorumluluk taşıdığı doğrudur. Fakat bu tarz kıyaslamalar, ülke içi gelir adaletsizliklerini ve kırılgan gruplar ile varlıklılar ya da emisyon salımının başlıca sorumlusu olan sanayi ve enerji sektörlerinin arasındaki eşitsizlikleri yok saymaktadır.”

Türkiye 2020 verilerine göre küresel emisyonların %1,13’ünden sorumlu. 1990’lardan beri Türkiye’nin de içinde bulunduğu gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkeler gibi endüstri çağının başından beri atmosferi kirletmedikleri için küresel ısınmada büyük bir rol oynamadıklarını; dolayısıyla ‘kalkınma hakları’ olduğunu vurguluyorlar. Uluslararası düzeyde kümülatif sera gazı salımları dikkate alındığında, endüstri çağını başlatan sömürgeci devletlerin çok daha büyük sorumluluk taşıdığı doğrudur. Fakat ülkeler arasında yapılan bu tarz kıyaslamalar, ülke içi gelir adaletsizliklerini ve iklim krizinin sonuçlarına duyarlı kırılgan gruplar (yerliler, etnik gruplar, kadınlar) ile varlıklılar ya da emisyon salımının başlıca sorumlusu olan sanayi ve enerji sektörlerinin arasındaki eşitsizlikleri yok saymaktadır.

Türkiye’de anaakım medyadaki iklim değişikiliği haberlerinin incelediği bir araştırma, Türkiye’deki bu sorumluluk inkarcılığını doğrular niteliktedir. 2018-2020 yılları arasında Sabah, Hürriyet ve Cumhuriyet gazeteleri üzerine yapılan araştırmada iklim krizinin başlıca kaynağı olan enerji sektörünün, iklim değişikliğiyle ilgili haberlerde bahsinin geçmediği ortaya konmuştur (Baykal Fide, 2022b). Tarım ve su kategorisindeki haberler bütün gazetelerde, enerji sektörünün iklim değişikliğine katkısına en fazla yer verilmeyen kategoridir. İklim değişikliğinin tarım ve su ile ilişkili olduğu haberlerin sadece %10’unda enerji sektörünün iklim değişikiliği üzerindeki etkisinden bahsedilmiştir. Bu oran muhalif gazetelerden iktidar yanlısı gazetelere gidildikçe daha da azalmaktadır. Sırasıyla, Sanatsal, kültürel toplumsal olaylar (%86), hava olayları (%83) bioçeşitlilik (%83) ve Ulusal iklim politikaları (%70) kategorilerindeki haberlerin büyük kısmında enerji sektörünün iklim değişikliği üzerindeki etkisine bir gönderme yoktur. İklim değişikliğiyle ilgili haberlerin izler kitleyi paralize hissettirmemesi, harekete geçirmesi gereği iklim değişikliğiyle ilgili haberlerle ilgili birçok araştırmaya konu olmuştur. İklim değişikliğinin sorumluluğunu atfetmek izler kitlenin neye/kime hangi sektöre karşı harekete geçeceğini kavraması açısından büyük önem taşır. Bu ifşa, fosil yakıt şirketlerinin retorik bir şekilde halkın veya bireylerin omzuna yıktığı sorumluluğu gerçek sahiplerine iade ederek, insanları bir kıyamet tablosuyla paralize olmaktan kurtarır ve harekete geçmelerini sağlar. İşinin ehli iklim uzmanı gazeteciler, bilgiyi sakil göstermeden, her haberin kendi bağlamı içinde bu sorumluluğun gerçek sahiplerini işaret edebilirler.

Araştırmada incelenen gazeteler, ideolojik görüşlerine bağlı olarak, haberlerde farklı toplumsal aktörleri iklim değişikliğinde ‘sorun çözücü’ olarak tanımlıyorlar. Her üç gazete de küresel -özellikle batılı ülkelerin- liderlerini sorunu öncelikli olarak çözmesi gereken ya da çözebilecek aktör olarak tanımlarken Sabah ve Hürriyet gazetelerinde Türkiyeli iş insanları ve siyasetçiler ikinci sırada yer alıyor. Cumhuriyet gazetesinde ise CHPli belediyelerin ve iklim aktivistlerinin ve yerel halkın da enerji şirketleriyle birlikte çözümün bir parçası olarak sunulduğunu görüyoruz. İklim adaleti çerçevesinden düşündüğümüzde, sadece kırılgan grupların değil, küresel ısınmada etkili olan şirketleri de kapsayacak biçimde tüm tarafların sürece dahil edildiği, yerel halkın görüşleri alınırken şirketlere sorumluluklarının hatırlatıldığı süreçlere giderek daha fazla vurgu yapılmakta. Bu nedenle medyada ve siyasette yeni inkarcılığı kları gözler önüne sermek için sorumluları bıkmadan işaret eden, yerel halkları ve iklim değişikliğinden etkilenen grupları ve taleplerini hatırlatan bir söylem inşa etmeye ihtiyaç var. Artık sadece olgusal/bilimsel hakikatleri ortaya çıkarmanın toplumları harekete geçirmek için yeterli olmadığı, duygu siyasetinin ön plana çıktığı hakikat sonrası çağda sorumluların ve mağdurların hikayelerini anlatmak, yeni inkarcılıkla mücadelenin başlıca yolu olarak beliriyor.

[1] Hindistan, Türkiye ve Arjantin; hem kendi ulusal politikaları hem de uluslararası iklim politikalarındaki konumları nedeniyle de birbirlerinden çok farklı ülkeler. Sözgelimi Hindistan, Çin ve ABD’den sonra en fazla sera gazı emisyonu salan ülke. Bu ülkelerin medyaları, sadece sorumluluğu veya çözüm önerilerini diğer ülkelerden beklemek hususunda ortaklaşıyorlar.

KAYNAKLAR:

Baykal Fide E. (2022a). İklim krizinin aynasında hakikat anlatıcılığı. İçinde (der.) Kerem Demirbaş, Hakikat, temsil, inşa: Medyada gerçekliğin krizleri, Dora.

Baykal Fide E. (2022b). Turkis press climate crisis coverage (2018-2019): elements of disconnect in discourses and representation of solutions. New Perspectives on Turkey, 1-25. https://doi.org/10.1017/npt.2022.8

Billet, S. (2010). Dividing climate change: global warming in the Indian mass media. Climatic Change, 99, 1-16. https://doi.org/10.1007/s10584-009-9605-3

Boykoff ve Boykoff (2004). Balance as bias: Global warming and the US prestige press. Global Environmental Change, 14, 125-136.

Lamb, W. F. Mattioli, G. Levi, S. Roberts, J. T., Capstick, S. Creutzig, F. Minx, J. C. Müller-Hansen, F. Culhane, T. Steinerg, J. K. (2020). Discourses of Climate Delay. Global Sustainability, 3. https://doi.org/10.1017/sus.2020.13 

Mason, M. “We are not deniers, Rupert Murdoch tells shareholders”, AFR, 19 Kasım 2020, https://www.afr.com/companies/media-and-marketing/we-re-not-deniers-rupert-murdoch-on-climate-change-coverage-20201119-p56fy0

Mercado M.T. (2012). Media Representations of Climate Change in the Argentinean Press. Journalism Studies, 13(2), 193-209. https://doi.org/10.1080/1461670X.2011.646397 

OXFAM (3 Ekim 2022), Doubts over accuracy and scale of World Bank climate finance may undermine trust ahead of crucial summit talks, https://www.oxfam.org/en/press-releases/doubts-over-accuracy-and-scale-world-bank-climate-finance-may-undermine-trust-ahead

Sekara, J. & Goodwin, N. (23 November 2021). Why the Oil Industry’s pivot to carbon capture and storage -while it keeps on drilling- isn’t a climate change solution. The Conversation. https://theconversation.com/why-the-oil-industrys-pivot-to-carbon-capture-and-storage-while-it-keeps-on-drilling-isnt-a-climate-change-solution-171791 

Shanahan, M. (2009). Time to adapt? Media coverage of climate change in non-industrialized countries. In T. Boyce  & J. Lewis (Eds.) Climate change and the media. Peter Lang, 145-157.

Supran, G. & Oreskes, N. (2021). Rhetoric and Frame Analysis of Exxon Mobil’s Climate Change Communications. One Earth, 4(5) https://doi.org/10.1016/j.oneear.2021.04.014 

Turhan, E., Cerit Mazlum S., Şahin Ü., Şorman A. H. & Gündoğan A. C. (2016). Beyond Special Circumstances: Climate Change Policiy in Turkey 1992-2015. Wire’s Climate Change, 7 (3), 448-460. https://doi.org/10.1002/wcc.390 

Uzelgün, M. A. & Castro, P. (2015) Climate Change in the Mainstream Turkish Press: Coverage Trends and Meaning Dimensions in the first attention cycle. Mass Communication and Society, 18(2), 730-752.

https://doi.org/10.1080/15205436.2015.1027407  World Economic Forum (15 August 2022). Is climate denialism dead?, https://www.weforum.org/agenda/2022/08/is-climate-denialism-dead/

Görsel tasarım: Olcay Özkaplan