Yazan: Martin Vrba [1]
Çeviren: Ali Serdar Gültekin
İklim değişikliği şu anda en temel varoluşsal tehdit olarak kabul ediliyor. Pek çok bilim insanına göre, kitlesel yok oluş kısaca söylemek gerekirse diğer konularla eşit derecede ciddi. Peki gezegenimizin yarısını vahşi doğaya mı bırakmalıyız?
İklim krizi, genellikle insanlığın 21. yüzyılda karşı karşıya olduğu temel varoluşsal tehdit olarak kabul edilir. Son zamanlarda, sadece kitle iletişim araçları nedeniyle değil, aynı zamanda Orta Avrupa’da yaşayan insanların bile yaşamları üzerindeki doğrudan etkisi nedeniyle daha görünür bir konu haline geldi. Günümüzde iklim krizini görmemek, ancak -özellikle ideolojik nedenlerle- kasıtlı olarak görmezden gelenler için mümkün. Bununla birlikte, “iklim krizi” terimi, modern endüstriyel uygarlığın gezegenimizdeki diğer yaşamlarla olan patolojik ve kendi kendini yok eden ilişkisini tam anlamıyla yakalayamıyor.
Gezegenin küresel ısınması; doğanın, yalnızca sanayileşme için bir kaynak olarak görüldüğü ilişkinin en görünür sonucudur. Bilim insanlarının “altıncı kitlesel yok oluş” veya “biyoçeşitlilik krizi” dediği şey, küresel olarak daha az görünür. Aslında birçok tür, insanlar tarafından hiç fark edilmeden yok oluyor. Biyoçeşitlilik, biyolojik türlerin zengin çeşitliliği anlamına gelir ve ekosistemlerin ve dolayısıyla tüm yaşamın istikrarı için hayati önem taşır.
Kitlesel yok oluş şu anda tüm biyolojik türlerin en az dörtte üçünün üç milyon yıldan daha kısa bir süre içinde (kısa bir jeolojik zaman) yok olması olarak tanımlanmaktadır. Son beş toplu yok oluş doğal nedenlerden kaynaklanırken, şimdi meydana gelen ise sürdürülemez insan faaliyetlerinden kaynaklanıyor. Bu nedenle bazıları, türlerin insanlık tarafından “kitlesel olarak yok edilmesinden” bahsetmeyi tercih ediyor.
Biyolojik yaşamın nüfusu dramatik bir şekilde düşüyor. 500’den fazla karasal omurgalı türünün nesli tükenmek üzere ve muhtemelen önümüzdeki 10 yıl içinde onları kaybedeceğiz. Ayrıca her beş sürüngen türünden biri, sekiz kuş türünden biri ve bitki türlerinin %40’ı yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Son 50 yılda, dünyadaki yaban hayatı nüfusu %69 azaldı.
Hepimizin soyu tükenebilir
Biyoçeşitlilik endişesi, yalnızca ekolojistlere ve doğa koruma aktivistlerine havale edilmiş bir mesele olmamalı. Kitlesel yok oluşun hepimiz üzerinde dramatik etkileri olabilir.
Swiss Re kuruluşunun tahminlerine göre, küresel GSYİH’nın yarısından fazlası, yüksek-işlevli biyolojik çeşitlilik ve ekosistem hizmetlerine bağlıdır. Aynı zamanda, birçok dünya bölgesi, suyu filtreleyen ekosistemlere muhtaçtır – bunlar çoğunlukla biyolojik çeşitlilik kaybına karşı çok savunmasız olan sulak alanlar ve ormanlardır. Kitlesel yok oluşla ilgili bir diğer tehdit, artan salgın sıklığıdır.
Gıda sistemleri aynı zamanda büyük ölçüde biyoçeşitliliğe bağlıdır, bu da ekosistemler yok olurken gıda güvenliğinin tehlikede olması anlamına gelir. Örneğin, böcek popülasyonlarının (özellikle tozlayıcılar) ve bunlara bağlı ekosistemlerin çökmesi bir gıda krizini tetikleyebilir. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), arı sayısındaki düşüşün küresel gıda güvenliği için ciddi bir tehdit oluşturduğuna dair bir uyarı yayınladı. Böcekler, tarımımızdaki ekinlerin dörtte üçünden fazlasını ve yabani bitkilerin %80’inden fazlasını tozlaştırıyor. BM bulgularına göre, gıdamızın %95’e kadarı topraktan geliyor, ancak küresel toprağın yaklaşık %40’ı sürdürülemez tarım uygulamaları nedeniyle büyük ölçüde bozuluyor. Topraktaki önemli mikroorganizmaların neslinin tükenmesi ve tarımsal verimi etkilemesi nedeniyle gıda krizi derinleşebilir. Biyoçeşitliliğe bağlı olmasına rağmen, tarım bu düşüşü hızlandırmaktadır.
“Biyoçeşitlilik kaybı kalıcı ve geri döndürülemez olma eğilimindedir; belirli bir tür bir kez yitirildiğinde geri getirilemez.”
Tarımın yanı sıra biyolojik çeşitliliği tehlikeye atan insan faaliyetleri arasında; sömürüye varan denizcilik faaliyetleri, doğal kaynakların sürdürülemez kullanımı, iklim krizi, kirlilik, trafik, ışık kirliliği ve doğrudan veya dolaylı olarak insan faaliyetleri nedeniyle istilacı yabancı türlerin yerel ekosistemlere girmesi yer alır. Total olarak bu sorunlar, nesli tükenmek üzere olan bir milyondan fazla vahşi yaşam türü için tehdit oluşturmaktadır.
Kitlesel yok oluşu bir gecede durdurmayı başarsak bile, doğanın kendini toparlaması ve önceki biyoçeşitlilik düzeyine ulaşması beş ila yedi milyon yıl alacaktır. En azından teoride orijinal durumuna döndürülebilen iklimin aksine, biyoçeşitlilik kaybı kalıcı ve geri döndürülemez olma eğilimindedir; belirli bir tür bir kez kaybolduğunda geri getirilemez. Altıncı kitlesel yok oluşun gözümüzün önünde yaşanan gerçek bir trajedi olduğu ifadesi kısmen doğru; çünkü kayıpların gerçek boyutlarını görme şansımız bile yok.
Böcek kıyameti
Mevcut kitlesel yok oluşun özel dikkat gerektiren bir yönü var. “Böcek kıyameti”; böcek türlerinin ve ayrıca böcek popülasyonlarının hızlı bir şekilde azalması. Böcek, zoolojik türlerin üçte ikisini oluşturan gezegendeki en çeşitli organizma grubudur. Bu grup en ciddi yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır; Böcek popülasyonları, her yıl ortalama olarak %2’lik bir azalışla benzeri görülmemiş bir düşüş yaşıyor.
Bu büyük düşüşün ana nedenleri ormansızlaşma, böcek ilaçları, azotlu gübrelerin aşırı kullanımı, ışık kirliliği ve iklim değişikliğidir. Isınan bir iklimin böcek popülasyonları üzerindeki etkileri son zamanlarda keskinleşti. Tipik olarak sulak olan bazı alanlar kurumaya başladı ve bu nedenle onların birçok böcek türü için ideal olan ekosistemleri yaşanmaz hale geldi. Böyle bir gelişme böcekler için felakettir.
Çekya’da kabuk böceği salgınlarında tanık olduğumuz gibi, iklim değişikliği nedeniyle diğer türlerin ve hatta tüm ekosistemin zararına bazı böcek türlerinin salgınlarının patlak vermesine sebep olabilir. Pek çok yerel orman, böcek zararlılarına karşı direncini kaybetmiş ladin monokültürlerinden oluştuğu için, bunların varlığının sürdürülemez olduğu ortaya çıkıyor. Uzun süreli aşırı sıcaklıklar, yaygın kabuk böceği türlerinin gelişimini hızlandırır ve daha yüksek sayıda nesiller veya yayılma sağlar. Bunun yanı sıra, örneğin kuzey kabuk böceği gibi eskiden daha seyrek olan türlerin yayılmasını sağlar. Tarihsel olarak, Avrupa ladin, ana ticari türdü; ancak günümüzde durum sürdürülemez ve savunulamaz görünüyor.
“Böcek kıyametini” akut bir şekilde hisseden tür arıdır. Son on yılda arı sayısındaki düşüş, genetik çeşitliliğin kaybı ve belirli virüslerin ortaya çıkması gibi faktörlerin bir kombinasyonundan kaynaklanmıştır. Arı türlerinin dörtte biri tehlikede ve Kuzey Amerika’daki arı kolonilerinin sayısı 1947’de 6 milyondan bugün 2,7 milyona düşmüş durumda. Arıların deneyimi biyolojik türler arasındaki bir eğilimi doğrulamaktadır; sadece yok olma tehlikesiyle karşı karşıya değiller, aynı zamanda azalan çeşitlilik onları ekolojik ve antropojenik stres faktörlerine karşı daha az dirençli ve daha az uyumlu hale getiriyor.
Biyoçeşitlilik için Paris Anlaşması
Bu konuda ne yapılabilir? Bu durumu çözmek için -en azından kağıt üzerinde- çabalar var. Bunların en önemlilerinden biri, BM İklim Konferanslarının bir muadili olan BM Biyoçeşitlilik Konferansı’dır. Bu türden on beşinci uluslararası konferans olan COP15, Çin’in sıfır covid politikasına nedeniyle konferansa ev sahipliği yapmayı ertelemesinin ardından geçen yılın sonunda Montreal’de gerçekleşti.
Başlangıçta konferansa ev sahipliği yapması gereken Çin’in Kunming kentinin yerini, ulusal hükümet temsilcilerinin kitlesel yok oluşu ve biyoçeşitlilik kaybını durdurmak için 7-19 Aralık 2022 tarihleri arasında bir araya geldiği Montreal aldı. Şimdiye kadar müzakerelerin çoğu bariz bir şekilde iklim konferanslarına benziyordu; yeterince iddialı olmamalarına ve nadiren uygulanmalarına rağmen atılım olarak tanıtılan ve karmaşık tartışmalar sonucu doğan anlaşmalar gibi.
Ancak her on yılda bir, ulusal hükümetler, biyoçeşitliliğin korunması için yeni hedefler üzerinde anlaşmaya varırlar. Bu daha önce 2010 yılında, tarafların doğal yaşam alanlarının kaybını yarıya indirme ve korunan alanları %17 oranında genişletme taahhüdünde bulundukları Japonya’nın Nagoya kentinde yaşanmıştı. Oldukça mütevazı olmasına rağmen, bu hedefler yerine getirilmedi. Ayrıca son on yılda, ilan edilen ölçülebilir hedeflerin hiçbirine ulaşılmadı. Çevre diplomasisinin başarıları ve ortak taahhütler bu nedenle çoğunlukla teoride kalmıştır.
Yine de COP15 için umutlar oldukça yüksekti; çünkü bazıları bunun “biyolojik çeşitlilik için Paris Anlaşması” ile sonuçlanacak çığır açan bir olay, yani hükümetlerin biyolojik çeşitlilik kaybıyla ilgili risklerin tamamen farkında olduğunu doğrulayan paradigmatik bir belge olmasını bekliyordu. Ancak, Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (CBD) başlıklı ortaya çıkan belge bir uzlaşma ve aslında biraz muğlak. Sözleşme, biyoçeşitlilik kaybını durdurmak ve tersine çevirmek için acil eylem çağrısı yapıyor. Tüm türler için yok olma oranı ve riskinin, mevcut duruma kıyasla 2030 yılına kadar %20 ve nihayetinde 2050 yılına kadar on katına düşürülmesi planlanıyor; ancak, 2030 yılına kadar nesli tükenmekte olan türlerin popülasyonlarında artış sağlayabilecek net bir taahhüt yok. Ayrıca, belge genel hedefleri somut planlara dönüştürebilecek spesifik, ölçülebilir kriterlerden yoksun.
Pek çok katılımcı ve gözlemci, özellikle Amazonlar, Kongo Havzası ve Endonezya gibi küresel biyoçeşitlilik için hayati önem taşıyan bölgelerde, dünyanın kara ve sularının %30’unu koruma altına alma çabasını ifade eden ’30’a 30 hedefi’ndeki ana önceliği gördü. Bu, bazı ülkelerin biyoçeşitliliği koruma konusunda diğerlerinden daha fazla sorumluluk taşıdığını gösteriyor ve dahası bu, genellikle GSYİH’si büyük ölçüde tarımsal üretimin genişletilmesine bağlı olan gelişmekte olan ülkeleri ilgilendiriyor. Küresel ekonomideki konumlarını yeniden tanımlamaları bekleniyorsa, bunu kendi başlarına yapmaları pek mümkün değil ve Küresel Kuzey’in mali desteği konusu burada gündeme geliyor.
Pratik düzeyde sübvansiyon sisteminin reformu, biyoçeşitlilik krizine yönelik herhangi bir çözüm için gerekli bir koşuldur. Araştırmalar, çevresel olarak yıkıcı faaliyetleri sübvanse etmek için her yıl küresel olarak 1,8 trilyon dolardan fazla harcandığını gösteriyor. Bu, çoğunlukla yüksek emisyonlu tarım, sanayileşmiş sığır yetiştiriciliği, büyük orman kesimleri ve kirletici endüstriyel gübrelere finansman için geçerlidir. Bundan böyle bu fonun büyük bir kısmı bunun yerine; doğanın korunması (ideal olarak yılda 200 milyar dolar), toprak tutma potansiyelinin iyileştirilmesi, sağlıklı gıda üretimi ve büyük ağaç dikimi için kullanılmalıdır. Zararlı sübvansiyonlar 2030 yılına kadar en az 500 milyar dolar azaltılmalıdır. Anlaşmanın ayrıca, yoğun sanayileşmiş tarım nedeniyle bozulan alanların en az %30’unun restorasyonuna ilişkin önemli bir kısmı da var. Bunların hiçbiri, genellikle ucuz gıda ithal etmekten yararlanan, ancak sürdürülemez tarımsal üretimin dönüşümünü finansal olarak desteklemek konusunda genellikle isteksiz olan gelişmiş ülkelerden önemli miktarda fon alınmadan gerçekleşemez.
Belge ayrıca yerli halkların haklarını güçlendirmeyi amaçlıyor. Doğayı koruma bağlamında, genellikle saçma bir durumla karşı karşıya kalıyorlar. Bazı yorumlara göre vahşi doğayı koruma, belirli ekosistemlerde insanların varlığını dışlayabilir ve bu da bu tür doğal alanlarda yaşayan yerli halkların baskı altına alınmasıyla sonuçlanabilir. Dolayısıyla yeni anlaşma, bu tür alanlardaki [yerlilerin] haklarına ve meşru konumlarına saygı duyuyor; çünkü bu ekosistemlerdeki varlıkları birçok açıdan faydalı olabilir. Ayrıca, genellikle madencilik veya tarım lobisi tarafından ekosistemin korunmasına yönelik kuralların ihlali konusunda uyarıda bulunan “koruyucular” rolünü oynayabilirler.
Anlaşmanın bir diğer önemli noktası da pestisitlerle ilgili; kullanımlarından kaynaklanan genel riskin 2030 yılına kadar yarı yarıya azaltılması gerekiyor. Öte yandan, biyoçeşitliliğin korunmasında gözle görülür ilerleme kaydedilmesine rağmen, beslenme alışkanlıklarının değiştirilmesi gerekliliğinden söz edilmiyor. Et endüstrisinde ve dolayısıyla et tüketiminde önemli bir azalma olmadan biyoçeşitliliği korumak pek mümkün değil. Bazı araştırmalara göre, küresel et tüketimini yaklaşık %90 oranında azaltmamız gerekiyor, ancak bu noktada bu tür politikalar kısa sürede mümkün görünmüyor. En iyi ihtimalle, et endüstrisindeki en azından kısmi azalmaların başarılı olacağını ve 2024’ün sonunda Türkiye’de gerçekleşecek olan COP16’da ve beslenme alışkanlıklarında bir değişikliğe yönelik kısmın onaylanabileceğini umabiliriz.
Gezegenin yarısı vahşi doğaya…
Şimdiye kadar, çevre diplomasisi bir başarısızlık ya da sadece kısmi kazanımlar gördü, ancak çabaların meyve vermediği söylenemez, tam tersi. Mevcut deneyimlerimiz, biyoçeşitliliğin korunmasının işe yaradığını kanıtlıyor. Son araştırmalar, biyoçeşitliliğin korunması için uygulanan önlemler olmadan, kitlesel yok oluşun ilerlemesinin üç ila dört kat daha kötü olacağını gösteriyor. Önlemler bu nedenle verimli olabilir. Sorun şu ki, önlemler kısıtlı sayıda ve bunların uygulanması yavaş.
Günümüzde karasal alanların %17’si ve deniz alanlarının %10’u için bir tür koruma uygulanıyor ve bu yeterli değil. Sosyobiyolog E.O.Wilson’ın gezegenin yarısını korunan vahşi doğaya bırakma önerisini izlemeliyiz. Eskiden dünyada vahşi doğadan başka bir şey olmadığını farkında olursak, bu o kadar radikal veya aşırı değil. Korunan vahşi doğanın yalnızca yüzde birkaçının kalmış olması, geçtiğimiz yüzyıllarda biyosferi ne kadar dönüştürdüğümüzün kanıtı. Gerçekten aşırı olan, insan etkinliğine sürdürülebilir sınırlar belirleme önerileri değil, şimdiye kadar gezegene nasıl davrandığımız ve bunu “normal” olarak kabul etme biçimimiz.
“Kendimiz isteyerek ve rıza göstererek kendimize bu tür sınırlar koymazsak, doğa sonunda bu sınırları bizim için koyacaktır”.
Kendimiz isteyerek ve rıza göstererek bu tür sınırlar koymazsak, doğa sonunda bu sınırları bizim için ve belki de oldukça acımasız bir şekilde koyacaktır. İnsanlığın nesli tükenecekse, tüm dünyayı vahşi doğaya bırakmamız pekala mümkün olabilir. Gezegenin yarısı, vahşi doğayı seven ve koruyanların ahlaki bir çağrısı değil, sadece kendi iyiliğimiz için bir kendini koruma önlemi. Bu tür önlemler yalnızca kitlesel yok oluşu durdurmak için değil, aynı zamanda iklimi istikrara kavuşturma ve gezegeni yaşanabilir durumda tutma çabalarının önemli bir parçası olacak olan karbon emisyonlarıyla başa çıkmak için de faydalı olacaktır. İklimin ve çevresel gerçekliğin farkına varmak; tüketim toplumunun neden olduğu, bize her şeyin yolunda olduğuna dair elverişli ama tamamen yanlış bir his veren bir rüyadan veya hipnozdan uyanmak gibidir. Hayır, işler hiç de yolunda değil.
İklim krizi yeterince endişe verici değilmiş gibi, biyoçeşitlilik krizi daha yüksek bir alarm veriyor. İklimi kontrol altına alsak bile bu yeterli olmayacak. Mevcut varoluşsal tehditleri, karmaşıklıkları içinde görmek hayati önem taşıyor; sürdürülebilir olmayan uygarlık modelimiz nedeniyle çevresel, iklimsel ve sosyal çöküş riski var.
…ve diğer yarısı yeşil sosyalizme
Bu nedenle, gezegenimizin yarısını vahşi doğaya bırakma önerisini ciddiye almalıyız. Yarım Dünya Sosyalizmi’nin yazarlarının da yaptığı budur; E.O.Wilson’ın fikrini sosyalist teorinin merceğinden geliştirirler. Vizyonları açık; gezegenin yarısı vahşi doğa için, diğer yarısı sosyalizm için. Onların “bilimsel bir ütopya” geliştirmekten anladıkları şey, kimilerine büyük bir gelecek vaadi gibi gelebilirken, kimileri bunu distopik bir kabus olarak görebilir. Sürdürülebilir dünya vizyonu için vardıkları sonuçlara bir göz atalım: Birincisi; yaygın veganizm ve dolayısıyla tarım için kullanılan arazilerin azaltılması (dünyanın yarısının yeniden vahşileştirilmesi için bir koşul olarak). İkincisi; enerji kotaları. Üçüncüsü; bir yeşil dönüşüm stratejisi olarak piyasa dışı planlama. Ve dördüncüsü; siyasi yaşamın temeli olarak sosyalist demokrasi.
Bu tür girişimler “spekülatif sosyalizm” olarak değerlendirilebilir; ütopik ve bilimsel sosyalizm arasındaki klasik bir tartışmada, yazarlar üçüncü bir yol izlemeye ve maddi gerçekliğin sınırları dahilinde bir düşünce deneyi yapmaya çalıştılar. Her şeyden önce parçalı ve yetersiz çözümler çağında, ekonomik hayatın nihai biçimi olarak sunulan serbest piyasa, rekabet ve sınırsız büyüme yollarına sürükleyen kapitalist “realizm”e boyun eğmek yerine, bizi iklim ve çevre krizi gerçeğiyle iç içe bırakmaya çalışıyorlar. Gezegenimizdeki yaşamın devam eden yıkımı, biyosferi yüzyıllardır neredeyse çökmeye ve yok olmaya sürükleyen kapitalizme karşı güçlü bir suçlamadır. Bu durumda olmak, “imkansızı” istemek için gerçekçi bir hak talebi oluşturur. Tehlikeli bir şekilde ütopik ve sürdürülemez görünen ise, kesintisiz olarak aynı yönü takip etmeye devam edebileceğimiz fikridir. Yarım Dünya Sosyalizmi önerisi, gezegendeki yaşamımızın devamı açısından son derece rasyoneldir. Piyasa ekonomisiyle sürdürülebilir bir topluma ve yaşanabilir bir gezegene ulaşmanın imkansız olduğu ortaya çıkarsa, bu ekonomik modeli sürdürmekte ısrarcı olamayız. Gezegenin yarısını vahşi doğaya, diğer yarısını da sosyalist veganlara bırakmak göründüğü kadar çılgınca değil.
Dipnotlar:
[1] Martin Vrba, sosyal ve çevresel konularda uzmanlaşmış bir Çek haber platformu olan Alarm’da gazeteci, deneme yazarı ve iklim editörüdür.
[2] Bu makale ilk olarak Çekçe dilinde A2larm tarafından yayınlanmıştır.
Bu yazı, İngilizce olarak, 26 Ocak 2023 tarihinde, Green European Journal’da yayınlanmıştır.
https://www.greeneuropeanjournal.eu/on-the-edge-of-the-sixth-mass-extinction-how-can-we-prevent-it/ adresinden indirilmiştir.
Görsel tasarım: Olcay Özkaplan